Bir Dellenme/debelenme Klasiği Olarak Türkiye

BİR HABER ANALİZİ

Böyle bir yazı yazmak uzun zamandır aklımda olmasına rağmen “bardağı taşıran damla” 16 Haziran 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan, “Kürtçe eğitime ön çalışma” başlıklı, Kamuran Zeren imzalı bir haber oldu. Dolayısıyla Kamuran Zeren’e bu damlayı hem de böylesine yoğun ve üsturuplu bir tarzda sunduğu için teşekkür ederek başlamam gerekir.

Zeren’in haberi gayet kısa aslında: Başlık dahil 250 kelime. Aşağıda parça parça bütün haberi okuyabileceksiniz. Bu kısa haberde Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) macerasıyla artık iyice ayan beyan ortaya dökülmüş olan “dellenme” ve “debelenme” sorunsalı neredeyse tüm boyutlarıyla karşımıza çıkıyor. Kuşkusuz Türkiye basınından bu işlevi görecek yüzlerce başka haber ya da köşe yazısı bulmak da mümkündü. Ama Zeren’in haberi temsil niteliği, çok boyutlu ve çoğul göndermeli kurgusu ve de bunca şeyi bu kadar az kelimeyle başarmış olması gibi hasletleri nedeniyle öne çıkıyor ve burada bir vak’a analizi yapılmayı hak ediyor. Okuduğunuz yazı, bu haber analiziyle başlayıp, habere vesile olan konunun daha genel değerlendirmeleriyle devam ediyor.

Herkesin malûmu, Türkiye, 1999 yılında “öteden beri rüyası/hedefi” olan AB’ye aday olarak kabul edildi ve o zamandan beri “Kopenhag Kriterleri” denilen ev ödevlerini yapması bekleniyor. Yıl 2002, üç yıl geçmiş, bu yıl sonundaki AB’nin genişlemeye dair mühim toplantısı nedeniyle yumurta kapıya dayanmış, Türkiye hâlâ “bu ödevleri yapsak mı, savsaklasak mı, onurumuzla red mi etsek, yaparmış gibi mi görünsek, neyin ne kadar pazarlığını yaparız da en az çabayla/değişiklikle durumu idare ederiz?” gibi ulvi sorularla eyleşmeyi sürdürüyor. Yine malûm, bu günlerde mesele birkaç noktada düğümlenmiş durumda: AB yolunda ilerleyebilmek için acil tarafından: 1) İdam cezasının kaldırılması, 2) kültürel haklar bahsinde, anadilde öğretim ve yayının özgür bırakılması, 3) olağanüstü halin kaldırılması ve 4) Kıbrıs meselesinin çözülmesi gerekiyor.

Bu meseleler konusunda hikmetinden sual olunmaz devletimizin ve kendisinin sağda ve “solda” yer alan bekçilerinin neler dediğini, yaptığını her gün izliyoruz, burada tekrarlamaya gerek ve mecal yok. Kıbrıs’ı şimdilik bir kenara koyalım, o konuda kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar daha bir süre devam edecek ve asıl yaygara daha sonra çıkacakmış gibi görünüyor. Olağanüstühal kalan dört ilin ikisinden kaldırıldı ve diğer ikisinde son kez dört aylığına uzatıldığı açıklandı. Şu günlerde en büyük patırtı idam ve kültürel haklar bahsinde kopuyor. MHP, “idamı becerebiliyorsanız kendi aranızda çözün, ama kültürel haklar falan karıştırmayın, bu iş kesinlikle olmaz” şeklinde tavrını ortaya koydu. Aşağıda analizine girişeceğim haberde de göreceğimiz gibi kültürel haklar bahsi, başta MHP olmak üzere değişik tonlarıyla tüm sağ/merkez siyaset dünyası için idamın kaldırılmasından çok daha hayatî bir önem arzediyor. Zaten şimdiden az çok belli olduğu gibi değişime en büyük direnişin ve en kanlı kapışmaların bu cephede olacağını tahmin etmek o kadar zor değil. Kültürel haklar bahsi, sadece MHP’nin varlık nedenine bir tehdit değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesiyle, kendini öteden beri nasıl tanımladığı/anlamlandırdığıyla ve “sahiplerinin” zihniyet dünyalarıyla ciddi zıtlıklar içeriyor. Lafı daha fazla dolandırmadan Zeren’in haberi üzerinden bunun nasıl işlediğini ele alalım.

Kürtçe Eğitime Ön Çalışma[1]

Başlık ilginç ve davetkâr. Bu kadar çok tartışılan ve bir sonuca bağlanıp bağlanamayacağı bile belli olmayan bir konuda “ön çalışma” yapılmış ya da yapılıyor. Bu topraklarda doğup büyümenin getirdiği tedbirlilikle, içinizde kaybolmasına izin vermediğiniz umudu yan yana getirip meraklanıyorsunuz.

Milli Eğitim Bakanlığı, Kürtçe öğrenim için gereken koşulları saptayarak MGK Genel Sekreterliği’nden görüş isteyecek.

Kısa haberimiz bir gerilim romanına taş çıkaracak denli gerilim yüklü bir cümleyle başlıyor. Başlıktaki “eğitim” ve bu cümledeki “öğretim” arasındaki gerilime şimdilik takılmayalım, ama bunun mühim bir farka tekabül ettiğini aklımızda tutalım. Bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) belli ki bu işi dert edinmiş ve bir çalışma başlatmış. Bu gerekli ve olumlu bir gelişme. Kürtçe eğitim/öğretim olacaksa tabiî ki MEB’in bu konuda çalışması/hazırlanması lazım. Ama konu o kadar hassas ki, MEB ya da hükümet kendi başına bu konuda adım atma iradesinden ve iktidarından yoksun, MGK’nın oluruna ihtiyaç var. MEB, DSP’de. DSP, genel olarak AB taraftarı görüntü veren bir parti. İlk cümleden MHP ile DSP arasındaki farka dair bir izlenim edinilebiliyor. Bakanlık MHP’de olsa herhangi bir hazırlık çalışması bile yapılmaz, biz de muhtemelen böyle bir haberden mahrûm kalırdık. DSP’li bakanlık hiç olmazsa “ön çalışma” yaptırıyor ve gayet gerçekçi bir şekilde “art çalışmanın” nereden geçeceğini de biliyor. Haddini aşmamak önemli bir haslettir!

Milli Eğitim Bakanlığı, ‘anadilde eğitim hakkı’ çerçevesinde Kürtçe eğitim-öğretim için ön hazırlık çalışması başlattı. İlk saptamaya göre, MGK’nın ‘olumlu’ görüşü ve Bakanlar Kurulu kararı yeterli olacak. Ancak ‘yabancı dil ve Kürt ulusu’ gibi çekinceler var.

“Ön hazırlık” çalışması başlatılan çerçeve “anadilde eğitim hakkı” imiş. Bunu bir kenara not edin. Bilinmedik bir şey olduğundan değil, aksine gayet bilindik ve açık seçik bir demokratik hakkın/talebin (bu arada bir AB’ye katılabilme şartının) Türkiye’deki devlet aklına/zihniyetine tosladığında nasıl bir dellenme/debelenme sarmalına dolaştığını haberin ilerleyen bölümlerinde daha iyi anlayabilmek için.

MEB saptamış ki MGK ‘he’ derse bu iş olabilir. Ama MGK’nın aslî işlevi danışmanlıktan çok daha öte bir şey olduğu için, MEB daha en baştan pek bir mütereddit. “Biz bu konuda şöyle bir şey hazırladık, bu iş şu şekilde çözülür” diyebilecek bir siyasî irade olmadığı gibi, MEB kendisini MGK’nın eğitim işlerine bakan teknik komisyonu raddesine düşürüp, asıl iktidar/karar merciine senaryolu/çekinceli veriler sunmaya soyunuyor. “Yabancı dil” ve “Kürt ulusu” gibi çekinceler varmış. Devlet aklını o kadar tanıyoruz, biliyoruz; “Kürt ulusu” gibi bir çekincenin nereden kaynaklanabileceğini tahmin etmek o kadar zor değil (“önce dil, sonra ulus, sonra da ayrı devlet”; bölücülük konusunda aşırı uzmanlaşmış burunlardan kaçması mümkün olmayan bir koku, buram buram). Ama şu “yabancı dil” çekincesi de ne oluyor? “Anadilde eğitim hakkı” çerçevesinde başlatılan Kürtçe eğitim/öğretim için ön hazırlık çalışmasında “yabancı dil”in nasıl bir yeri olabilir? Anadile yabancı dil çekincesi gerçekten ne demek? Şimdilik anlayabilene aşk olsun.

AB’ye üyelik için ‘olmazsa olmaz’ şartıyla öne sürülen ‘anadilde eğitim hakkı’ kapsamında Kürtçe eğitim konusunda Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), harekete geçti.

Kürtçe eğitimin gündeme gelmesinin ardından, bu konunun ‘ilk’ ve ‘Anayasal’ muhatabı olan Milli Eğitim Bakanlığı, ‘ön hazırlık’ başlattı.

Bakanlık, öncelikle ‘Kürtçe eğitim’ ve ‘Kürtçe kurs’ için gereken koşulları saptayacak. Hazırlıkların tamamlanmasının ardından Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği’ne yazılarak görüş istenecek.

Ön hazırlık sırasında, ‘Kürtçe eğitim-öğretim’ için yasal düzenlemeye gerek bulunmadığı belirlendi. Kürtçe eğitimin anayasa veya yasa değişikliği yapılmadan, Dil Yasası’na dayanarak yürürlüğe konulabileceği saptandı. Buna göre, Kürtçe eğitim-öğretimin yürürlüğe girebilmesi için MGK’nın ‘olumlu’ görüşü ve Bakanlar Kurulu kararı yeterli olacak. Bakanlar Kurulu kararı, Kürtçe ‘resmî’ ve ‘özel’ eğitim-öğretimin yolunu açacak.

“Yabancı dil” çekincesini hâlâ anlayabilmiş değiliz ama, Kürtçe eğitim-öğrenim için mevcut anayasal/yasal çerçevenin yeterli olduğu, bir yasa değişikliğine ihtiyaç duyulmadığı belirtiliyor. Bu gerçekten böyleyse sevindirici bir durum. Demek ki, demokratik bir “dil yasamız” varmış da haberimiz yokmuş. Yine de “madem öyle, madem mevcut dil yasası Kürtçe eğitim-öğrenimi yasaklamıyor, o zaman neden hâlâ Kürtçe özel kurs açmak için bile MGK onayı ve Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor?” diye sorabilirsiniz. Öyle ya, madem yasal çerçeve böyle, yarın birileri kalksa ve bir yerde özel Kürtçe kurs açsa, bunun yasak olduğunu belirten bir hüküm yoksa eğer, onları nasıl engelleyebilirsiniz? Kazın ayağının böyle olmadığını en azından mevcut uygulamalardan, yasaklamalardan, davalardan biliyoruz. O zaman bir türlü ortaya çıkamayan bakla ne? Sabredin, geliyor.

ARAPÇA ÖRNEĞİ

Milli Eğitim, yetkili kurumlara sunacağı çalışmada, 1992 yılında Arapça ve Rusça eğitim-öğretim konusunda alınan Bakanlar Kurulu kararını gündeme getirecek. Arapça’yı, ‘yabancı dil’ kabul eden bu karar uyarınca MEB’e bağlı ‘yaygın eğitim kurumlarında’ Arapça kurs açılmasına izin verilirken özel Arapça kursuna izin verilmiyor.

MGK’ya Kürtçe eğitim-öğretim konusunda yazı yazılırken, böyle bir karar alınması halinde ‘Kürtçe’nin, yabancı dil sayılması gerekliliği’ne dikkat çekilecek. Kürtçe’nin yabancı dil kabul edilmesinin de üniter devlet yapısı açısından ortaya çıkaracağı sakıncaların altı çizilecek. Kürtçe eğitim-öğretim konusunda, MGK’nın kararına göre uygulama yapılacak. 

Böylece “yabancı dil çekincesi” merakımız giderilmiş oluyor. Meğerse mevcut dil yasasına göre Bakanlar Kurulu bir dili yabancı dil olarak tanırsa, ancak o zaman o dil öğretilebiliyormuş, o da MEB’e bağlı “yaygın eğitim kurumlarında.” Özel kurs yine yasakmış. Arapça’nın (ve muhtemelen Rusça’nın) başına meğerse bu gelmiş.

Kısa haberimizin en can alıcı bölümü olan sonuç paragraflarından ne anlıyoruz?

1. Türkiye’de “doğal” olarak bir tek dil vardır: Türkçe. O hem resmî dildir, hem de yasal olarak herkesin anadili olmak zorundadır.

2. Fakat maalesef dünyada konuşulan başka diller de mevcuttur. Türkçe dışındaki dillere “yabancı dil” denmektedir.

3. Ama yabancı diller de kendi içlerinde en azından üçe ayrılmaktadır:

a. Okullarda ya da kurslarda, resmî ya da özel kurumlarda, eğitim-öğretim faaliyetlerinin bir parçası olmasında herhangi bir sakınca bulunmayan “has yabancı diller.” Mesela İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, vb.

b. Mevcut dil yasasına dayanarak, ancak Bakanlar Kurulu kararıyla tanınabilirlerse MEB’e bağlı kurumlarda öğretilebilip, özel kurslarda öğretilmesinde sakınca bulunan “üvey yabancı diller.” Mesela Arapça (ve galiba Rusça). Arapça ve Rusça’nın üveyliğe kabulu çok eski değildir. Bu diller topu topu on yıl önce bu payeyi alabilmişlerdir.

c. Bir de ne has ne üvey kategorisine giren Bakanlar Kurulu’nun tanımamış olduğu, hiçbir yerde öğretilemeyen, “yok diller.” Haberden anladığımız kadarıyla Kürtçe şu anda bu kategoride yer almaktadır.

4. MEB’in MGK’ya teknik önerisi/ricası Kürtçe’nin “yok dil” konumunun “üvey yabancı dil” konumuna yükseltilmesi ve bu sayede herhangi bir yasal değişikliğe gerek kalmadan Kopenhag kriterlerinden biri olan “anadilde öğrenim hakkı” talebinin karşılanabileceği yolundadır.

5. Ancak MEB, “şaşırtıcı” bir içgörü örneği sergileyerek Kürtçe’nin “yok dil” alt kategorisinden “üvey yabancı dil” kategorisine terfi ettirilmesi durumunda bunun “üniter devlet yapısı açısından yaratacağı sakıncaların” altını çizmeyi ihmal etmemektedir.

İşin püf noktası da budur. Kürtçe eğer (üvey) yabancı dil olarak kabul edilecekse bu yapılan operasyonu “bölücülük”ten başka tanımlayabilecek bir sıfat yoktur. Bu şu demektir: “Türkiye Türklerindir. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olması ve anadilinin Türkçe olması gerekir (ki bu kural Türkiye’de yaşayıp da anadili Türkçe olmayanlar için de geçerlidir). Bütün bu açık seçik gerçeklere rağmen hâlâ ‘benim anadilim Türkçe değil, Kürtçe’ diyenler var ise bunlar en iyimser tahminle yanlış bilinç sahibi yabancı dil konuşan yabancılardır. Anadili Türkçe olmayan bizden değildir. Onları şu zamanda kesip süremeyeceğimize göre Türkçe’yi resmen anadilleri olarak saklı tutalım ama Kopenhag uğruna da kısıtlı/sınırlı bir yabancı dil konumu verelim. Hem bizim işimiz görülür (AB yolunda mühim bir adım daha atmış oluruz), hem de milyonlarca insana anadillerini yabancı dil olarak sunarak bir ters köşe daha yapmış oluruz.”

DEBELENME

Evet, bu zihniyet insanın tahayyül ve tahammül sınırlarını zorluyor. “Anadilde eğitim/öğrenim hakkı” gibi bir talebi alıp, olabildiğince sınırlı/denetimli bir yabancı dil öğrenimi konusuna çevirmek; bunun da bir “dış baskıyı/talebi” (Kopenhag meselesi) bertaraf ederken aynı zamanda iç statükoyu asgari değişimle koruyacağına inanmak eşine az rastlanır bir debelenme örneği. Sonuçta bu konunun bu şekilde çözülmeye çalışılıp çalışılmayacağını (hattâ yakın vadede herhangi bir şekilde çözülüp çözülmeyeceğini) şimdilik bilmiyoruz, ama devlet zihniyetinin bu konuyu tartarken ne tür muhakeme süreçlerinden geçmekte olduğunu bu haber vesilesiyle görmüş oluyoruz.

MEB’in fikir jimnastiği yaptığı “çözüm” ihtimali her şeyden önce resmen takıyyedir. Dışa (AB’ye) karşı “anadilde eğitim-öğrenim şartını yerine getirdik” diyebilmek için anadili Türkçe’den başka olan milyonlarca yurttaşına bu devlet “resmî anadiliniz Türkçe olmaya devam edecek ama gayrı-resmî anadilinizi, benim uygun gördüğüm yerlerde ve sıkı denetimim altında yabancı dil olarak öğrenebilirsiniz” demeyi ciddi ciddi düşünebiliyor. Bütün bu debelenmenin nedeni olarak karşımıza her zaman “bölünme kaygısı/korkusu/hezeyanı” çıkıyor. Bölünmeyelim diye bir sürü insan kafa kafaya veriyor ve ortaya koydukları çözüm önerisi kendi yurttaşlarının önemlice bir miktarını yabancı dil üzerinden yabancılaştırmak, dolayısıyla itmek, bölmek, koparmak olarak tecelli ediyor.

Halbuki bir miktar aklı başında her insanın bulabileceği ya da anlatıldığında kavrayabileceği çok basit bir çözümü var bu kültürel haklar meselesinin. Önce muhtemel çözüm için iki düzey ayıralım:

1) İsteyen istediği dili öğrenme/öğretme ve o dilde yayın yapma hakkına sahip olmalıdır. Burada anadil/yabancı dil ayrımı yapmanın bir alemi yoktur. Herhangi bir dil öğretmek amacıyla özel kurs (ya da özel okullarda ek ders) açabilmek için devletten öğrenim kurumu ruhsatı hariç dil için izin almak durumunda bırakılmak kabul edilebilecek bir şey değildir. Devlet ancak mevcut yasaları çerçevesinde öğrenimin/yayının içeriğine yönelik denetim görevini yapmalıdır. Bu işin özel sektor boyutu, ki bazı yorumculara göre sırf bu düzeydeki kısıtlamaları kaldırmak bile Kopenhag kriterleri için yeterlidir.

2) Meselenin daha çapraşık olan düzeyi, kamu okullarında resmî dil dışındaki dillerde (bu arada diğer anadillerde) eğitim-öğrenim yapılıp yapılmayacağı, dolayısıyla bu işe kamu kaynaklarının aktarılıp aktarılmayacağıdır.

Dellenme/debelenme sarmalında yuvarlanmayan daha “olağan” bir ülkede örneğin özel sektör düzeyinin pek bir tartışması bile olmaz. Esas tartışma değişik siyasî eğilimler arasında ikinci düzeyde döner ve basitleştirerek söylersek, örneğin sol, belli bir yerel birimde belli ağırlıkta bir talep olduğu sürece talep edilen dillerde eğitim-öğrenim yapılmasını savunur ve sağ kanat buna karşı çıkar, vb. Türkiye’de bu olamıyor. Her şeyden önce mevcut devlet zihniyeti, görece basit bir şekilde ve özel sektor düzeyinde karşılayabileceği ilgili Kopenhag kriterini, çözmek yerine içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. “Olağan” koşullarda pek bir problem çıkarmaması gereken özel sektörde istenilen dilde öğrenim/yayın yapılabilmesi baştan reddediliyor. Bildik ve basit bir gerekçeyle: Denetleyemeyiz ve bölünürüz. O zaman geriye bu işi devletin yapması kalıyor: “Kürtçe öğretilecekse onu da biz öğretiriz” durumu. Aynen “komünizm yapılacaksa biz yaparız” ya da “müslümanlık yapılacaksa biz yaparız” gibi. “Koyarız TRT-GAP’a günde yarım saat bir saat Kürtçe devlet haber programı, birkaç Kürtçe türkü de ekledik mi, al sana anadilde yayın.” Ya da “bazı okullara koyarız haftada bir iki saat Kürtçe seçmeli yabancı dil, al sana yabancı anadilde öğrenim.” Şimdi bu garabet bir çözüm olasılığı olarak görünebilir gözümüze, ama bu bile devletin/sağın derinliklerinden derin bir kuşku ve tepkiyle karşılanıyor.

Neden bu kadar debelenme? Sindirilemeyen, sürekli itilen, bu kadar korkulan ne? Devlet zihniyetinin büyük bir istikrar ve itinayla kaçındığı nedir? Cevap hazır, biliyoruz, mesele “bölücülük potansiyeli;” ama acaba kimin ve nasıl bölücülüğü?

DELLENME

“Kültürel haklar” meselesinden devam edelim (Ama dellenme/debelenme sarmalının yalnızca bu meselede işlemediğini, Türkiye’nin bütün kangrenleşmiş sorunlarının bu açıdan ele alınabileceğini de aklımızda tutalım).

Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar Kürtlerin yaşadığı yerlerde serbestçe eğitim-öğrenim dili olarak kullanılan Kürtçe’nin başına sonradan neler geldiğini biliyoruz. Bütün bu eğitim kurumları kapatıldığı gibi zaman içinde Kürtçe ve Kürtler, Türkçe ve Türklerin bir “dağ” varyantı olarak kodlandı ve egemen siyasî ve kültürel zihniyet dünyasından tümüyle dışlanmaya çalışıldı. Yekpare (homojen) bir ulus-devlet kurma adına o kurulmak istenen ulus-devletin unsurlarının nasıl olması gerektiğine karar verenler bir elbise biçtiler; tanımlar, kurumlar, törenler, mitler, vb. icat ettiler. Biçilen elbisenin sosyolojik gerçeklikle pek uyuşmadığı, uyuşmayan yanlarının zorla kesilip atıldığı ya da susturulduğu biliniyor. Bu süreçten Kürtçe ve Kürtler de yeterince nasiplerini aldılar. 1920-30’lu yıllarda onlarca Kürt isyanı kanlı bir şekilde bastırıldı. Sonra kuşaklar boyunca Kürtlere ve Türklere “Kürtlerin aslında dağ Türkü olduğu” anlatıldı, bu öyküler okul kitaplarına kadar girdi. Başka bir sürü alanda olduğu gibi bu alanda da devlet zihniyeti ve onu paylaşanlar Gerçek’in tamamen dışında sadece kendilerine özgü bir fantazi dünyası yarattılar.[2] Bu fantazilerle büyüyen ve gerçek ile teması olmayan ya da olsa bile fantazmik göz kamaşması sonucu baktığını göremeyecek hale getirilmiş olan kuşaklar, ilk başta operasyonel ve faydacı bir şekilde geliştirilmiş olan bu fantezileri benimseyip gerçeklik algılarının prizması haline getirdiler. Bu prizmayı sarsacak herhangi bir girişim ya da işaret dellenmek ve şiddetli tepki göstermek için yeterli bir neden oldu. Bu yüzden mesela 1982 Anayasası’na “kanunla yasaklanmış diller…” ibaresi girebildi. Prizma, nevi şahsına münhasır bir gerçeklik algısına dayandığı için oldukça kırılgandı, en ufak bir esintide dağılma riski taşıyordu, o yüzden şiddetle korunmalıydı. İlk başta biçilen elbisenin dışında kalanlar (ki nedense! hep sosyalistler, Kürtler ve İslâmi eğilim taşıyanlar oldular) ne zaman ses eder gibi olsalar başlarını ezmek gerekti. O yüzden taş gibi yasaklar devam etti, işkence olanca hızıyla sürdü, insanlar kaybedildi, ciddi bir iç/dış mülteci problemi patladı. 1980-83 askerî cunta döneminde Kürtçe yasağı uygulamaya kalkanlar, anayasayı ve ilgili yasaları bu yönde değiştirenler, bazı davalarda davalıların bildikleri tek dil olan Kürtçe konuşarak savunma yapmalarını ceza konusu yapanlar, Diyarbakır cezaevi vahşetini yaratanlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt köylerinde yoğun bir şiddet uygulayanlar, köylülere dışkı yedirenler ve bütün bunları yapıp edenleri bir şekilde destekleyenler ya da göz yumanlar acaba sonrasında bölgede PKK’nın yükselmesi ve sonuç olarak otuz binden çok insanın hayatını kaybetmesi arasında bir bağ kurabiliyorlar mı? Kuşkusuz hayır. Onlara göre, o savaş Türkiye’yi bölmek, en azından başına çorap örmek için dışarıdan tezgahlanan bir komploydu, herhangi bir iç neden yoktu. Bütün bu yukarıda sayılan vahşetin o savaşın çıkışı ve devamı ile bir ilgisi yok bu zihniyete göre. Dikkat edelim, o vahşetin arasında dil yasağı önemli bir yer tutuyordu. Böyle bir bağı kuramayanların bugün “anadilde eğitim-öğrenim hakkı” bahsinde debelenmeleri kaçınılmaz. Yaşanılan trajedilerde o kırılgan prizmanın rolünü kavrayamayanların gerçekten bir değişim ihtiyacı hissetmeleri için herhangi bir neden yok. Açıkça ve debelenmeden, olması gerektiği gibi, “evet, bütün yurttaşların anadillerinde eğitim-öğrenim görmelerine olanak tanımalıyız” deseler, o zaman uzak ve yakın tarihteki bu dil ve kimlik konusunda neden bu denli dellenmiş olduklarını, acaba bu kadar dellenmemiş olsalar bunca acıdan/ölümden kaçınıp kaçınamayacaklarını kurcalamaları gerekecektir. Debelenmenin nedeni dönüp dolaşıp “biz bir yalan dünyasında yaşıyormuşuz” ve “galiba boşuna öldük/öldürdük” itiraflarını yapmaktaki zorluktadır. Öyle ya, madem şimdi anadil/kimlik konusu tanınıp tatlıya bağlanacaktı, neydi o onyıllar süren yaygara ve dellenme? Derin anlam bunalımı kapıda, debelenme kaçınılmaz.

Burada bir parentez açıp, işkence meselesine dellenme/debelenme sarmalından kısaca göz atalım. Bu ülkede muhaliflere karşı öteden beri dellendi mevcut sistem. Devlet zihniyeti kendince tehlikeli bulduklarına işkence yapmakta hiçbir beis görmedi. İşkence görenler, yapanlar ve emir verenler ya da göz yumanlar Türkiye’de işkencenin ne kadar yaygın olarak uygulandığını her zaman biliyorlardı. Ama işkencenin varlığı ve yaygınlığı her zaman inkâr edildi. Toplumun işkence gören ve yapan kesimlerinin dışındakilerin buna inanması sağlanmaya çalışıldı ve bunda önemli ölçüde başarılı da olundu. İçeriden ya da dışarıdan herhangi bir eleştiri hemen ikincil bir dellenme dalgası yaratmaya yetiyordu. İç ve dış insan hakları kuruluşları bu dellenmelerden kendilerine düşen payı yeterince aldılar (ve hâlâ da alıyorlar). Sonra bir zaman geldi, mızrak çuvala sığamaz oldu ve debelenme kısmı başladı. Bu kısmı da hâlâ izliyoruz. “İşkence var ama sistematik değil, birkaç kendini bilmez/başı bozuk personelin işi, hükümetlerimiz kararlılıkla görevini kötüye kullanan personelin yakasına yapışıyor, bakın bu konuda kaç tane hükümet kararnamesi yayınladık” vb. Bir yandan bunlar oluyor, bir yandan da işkencenin halen sürdüğünü, işkencecilere özellikle ve itinayla dokunulmadığını, artık kamudan gizlenemeyen ve ortaya dökülen bazı işkenceci zanlıların davalarının nasıl sürüncemede bırakıldığını, pek nadiren ceza aldıklarını vb. izliyoruz. Buna ek olarak, bu tür durumlarda Türkiye AİHM’den ceza üstüne ceza alıyor; bu sefer de işkenceyi gerçekten önleme konusunda parmak kıpırdatma özürlüsü olan hükümetler bu cezaları, kusurlu bulunan personele ödetmeyi düşünüyorlar. Yine sanki üzerlerine düşen her şeyi yapmışlar ve işkenceciler bireysel olarak ortaya atılıp işkence yapmışlar ve iş nihayet AİHM’de patlayınca işkenceci-bireyden ceza tahsil ederek bütçe açığını kapatmaya çalışan devlet görüntüsü. AİHM’ye gitmeyen dosyalar böyle bir problem çıkarmıyor tabiî ki. Şu anda işkence yaparak dellenme, bir miktar azalmış olsa da devam ediyor, vehamet düzeyini koruyor. Yeni bir dellenme türü olarak “bak hâlâ ne biçim eleştiriyorlar, onca şey yaptık hâlâ yaranamadık, bunlar ne yapsak beğenmezler, hep yeni bir şey talep ederler” kaydedilebilir.

YÜZLEŞİLEMEYEN

Bu bölüme de yine bir haberle başlayalım:

1987’den itibaren Türkiye’den yapılan başvuruları görüşmeye başlayan AİHM’ye bugüne kadar Türkiye aleyhine 5 binden fazla bireysel başvuru yapıldı. 1989 yılındaki ilk kararı vermesinin üzerinden geçen 12 yıllık sürede AİHM, bugüne kadar Türkiye aleyhine 157, lehine ise dokuz karar verirken, 400 dava dostane çözümle sonuçlandı. AİHM, 57 davayı kabul edilemez buldu, 13 dava ise çeşitli nedenlerle kayıtlardan silindi…Türkiye hükümeti 15 Mart 2002’ye dek aleyhine sonuçlanan ve dostane çözüme gidilen 557 davada yaklaşık 11 milyon dolar tazminat ödemeye mahkûm edildi…Türkiye aleyhine en çok şikâyetin yapıldığı bölge olarak 1500 davayla Güneydoğu Anadolu ön plana çıktı. Bu başvuruların büyük çoğunluğu ise bölgede şiddetli çatışma ortamının yaşandığı 1990-96 yılları arasına ait. Bu dönemle ilgili yapılan bavşurularda şikâyet konusu köy yakma, faili mehçûl cinayetler, yargısız infaz ve işkence iddiaları.[3]

Şimdi basit bir hesap yapalım. AİHM’ye şimdiye kadar Türkiye aleyhine beşbinden çok başvuru olmuş, biz bunu hesap aşkına beşbin diye kabul edelim. Şimdiye kadar 627 dosya sonuçlanmış, yani başvuruların %12.5’u. Bunların (627 dosya) içinden, %25’i (157 dosya), Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış; %64’ü (400 dosya) “dostane” çözümle sonuçlanmış; %9’u (57 dosya) kabul edilmemiş (yani Türkiye’nin lehine karar verilmiş); %2’si de (13 dosya) kayıtlardan silinmiş (bu da Türkiye devletinin lehine bir durum). “Dostane” çözümün resmen ceza almadan suçu ikrar ederek tazminat ödemek anlamına geldiğini biliyoruz. Bu durumda, şimdiye kadar çözüme kavuşturulmuş davaların %89’unda Türkiye ya resmen suçlu bulunmuş tazminat ödemeye mahkûm olmuş ya da tazminat ödemeyi kabul ederek suçunu ikrar etmiş ve resmen ceza almamış. %11’inde ise durumu kurtarmış. Oldukça net bir skor: 89-11.

Haberden çıkan ikinci sonuç Türkiye’nin üzerine binen tazminat yüküyle ilgili. Türkiye şimdiye kadar sonuçlanan davalarda toplam 11 milyon dolar tazminata mahkûm olmuş.[4] Şimdiye kadar açılan davaların yalnızca %12.5’inin sonuçlandığı düşünülürse ve geri kalan %87.5 davanın da aynı oranda mahkûmiyet ve “dostane” çözümle sonuçlanacağı varsayılırsa (ki bu varsayımı yapmamak için elimizde herhangi bir gerekçe bulunmuyor), yalnızca şimdiye kadar açılan beşbin davadan ötürü Türkiye’nin ödemeye mahkûm olacağı tazminat miktarı 88 milyon doları bulacak. Siz buna bir de henüz açılmamış davaları eklerseniz bu tazminat miktarı şu an tahmin bile edemeyeceğimiz boyutlara ulaşacak.[5]

Bilindiği üzere AİHM’ye ancak iç hukuk yolları tüketildiğinde gidilebiliyor. Diğer bir deyişle ülke içinde halledilemeyen/yüzleşilemeyen insan hakları ihlalleri durumlarında devreye girebilen bir mercii AİHM. Türkiye’nin bireysel başvuru yapma hakkını tanıdığı zamandan beri AİHM, deyim yerindeyse bir tür “ayna” işlevi görüyor iç hukuk sistemimize. Sonuç 89-11 ve on milyonlarca dolar. Bir süredir bu “ayna” Türkiye’deki devlet zihniyetinin öteden beri kullandığı sahte görüntüler veren prizmanın sahteliğini ve kofluğunu yüzümüze vuruyor. Bu yüze vurma şimdilik daha çok sistemin debelenme ihtiyacını arttırıyor, somut reform adımları olabildiğince geçiştirilmeye çalışılıyor.[6] Ama kesin olan bir şey var ki, Türkiye kendini dışa açtığında kendilik algısıyla başkalarının kendisi hakkındaki algısı arasındaki devasa farkı görüp şaşırıyor, bocalıyor, zorlanıyor. Uzun zamandır öyle karmaşık ve derin bir hezeyan dünyası içine kapanmış ki sahici dış temasların, başkalarının kendisi hakkında düşündüklerinin en azından irkilti ve ürpetiyle ve hattâ giderek kızgınlık, öfke ve kinle karşılanmaması kaçınılmaz.

Yüzleşilemeyen bu hezeyan dünyasında, örneğin, Türkiye’nin etnik, dini ve politik olarak alabildiğine çoğul olduğunu, bunun bizim gerçeğimiz olduğunu; Kürtçe diye Türkçe’den, yer aldığı dil ailesi açısından bile, farklı bir dil olduğunu, Kürtlerin anadillerinin Kürtçe olduğunu; nüfusun en azından üçte birinin Sünni olmadığını; komünistlerin/sosyalistlerin vatan haini olmadığını; dini İslâm olmayan azınlıkların da bu ülkenin eşit yurttaşları olması gerektiği; Osmanlının son dönemlerinde ciddi etnik temizlik politikaları uygulandığı kabul edilebilir başlıklar değildir. Bu başlıkların tartışılması bile yeterince dellenme nedenidir. Türlü nedenlerle tartışmak ve belli adımlar atmak gerektiği durumlarda da yapılan büyük ölçüde bir debelenmeden öteye gidememektedir. Çünkü bu tür başlıklar, bu sözü edilen hezeyan dünyasının ana koordinatlarını oluşturmaktadırlar ve bu koordinatlardan taviz verilmesi, zaten bin bir türlü zahmetle ve manevrayla ayakta duran tüm bir zihniyet dünyasının çökmesiyle sonuçlanacaktır. Bunca yıldır “iç ve dış düşmanlarla çevrili” olduğu vehmiyle onca meşakkate katlanmış ve aynı oranda elini kirletmiş olan bir zihniyetin bir anda o düşman bellediklerinin aslında düşman olmadıklarını keşfetmesi ve bunu kolayca sindirmesi pek mümkün değildir. Başı ezilecek ya da bucak bucak kaçınılacak düşman yoksa hezeyana da ihtiyaç yoktur, bütün kariyerlerini ve anlam dünyalarını bu hezeyan üzerinden kurmuş olanlara da. Hezeyanın çökmesi onlar için oldukça travmatik bir işsizlik ve anlamsızlık sorunu demektir. Hezeyan bekçilerinin direnişi boşuna değildir.

HATIRLAMAK MI, YENİDEN

YAŞANTILAMAK MI?[7]

Buraya kadar irdelemeye çalıştığım, şimdi-burada, gözümüzün önünde olup bitenlere dair bir yüzleşememe durumuydu. “Yüzleşememe” bahsinin, bu yazı çerçevesinde derinlemesine ele alma olanağı bulunmayan tarihsel arka planına da kısaca değinmek gerekiyor.

Bir önceki bölümde “hezeyan” dünyası şeklinde kısaca tanımladığım Türkiye’deki egemen politik kültürün tarihsel olarak şekillenmesinde bir dünya devleti olarak birkaç yüzyıl boyunca üç kıtada hüküm sürmüş Osmanlı’nın son yüzyılında çok hızlı bir şekilde, savaşlar ya da bağımsızlıkçı/milliyetçi isyanlar sonucu topraklarının ve tebaasının %70-80’ini kaybetmiş olmasının; elde kalan son toprak parçasının da zorlukla elde tutulabilmesinin; bu süreçte yaşanan vahim insani kayıpların; devasa göçmen sorununun oldukça büyük bir rolü olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın ışıltılı zamanlarında elindeki güçle orantılı olarak oldukça büyüklenmeci (grandiose) bir nitelik arzeden ve dokunulmaz olduğunu düşünen egemen politik zihniyet, devletlerin tarihi açısından kısa sayılabilecek bir sürede büyük bir travma yaşamış, büyük kayıplar vermiş, yokolma (annihiliation) ihtimalini teninde hissetmiş, büyüklenmecilik ve dokunulmazlık fantezileri büyük darbe yemiştir. Mevcut egemen politik kültürün ana eksenini oluşturan “devletin bekası sendromu” böyle travmatik bir sürecin ürünüdür. Osmanlı’nın son birkaç onyılında bütün belli başlı siyasî ekipler “nasıl yaparız da Osmanlı’yı yaşatabiliriz?” sorusuna cevap aramış, sonuç olarak bu uğurda I. Dünya Savaşı’na girilmiş, işler istendiği gibi gitmeyince aşırı savunmacı bir pozisyona gerileyip büyük kırımlar gerçekleştirilmiştir.

Bir “kurtuluş savaşı” vererek yeni bir devlet kuran Cumhuriyet idaresi de “devletin bekası sendromu”nu iliklerine kadar hissetmiş ve travmatik geçmişle başetme yolu olarak politik kültürü bir çok düzeyde kopuşmalı[8] bir tarzda kurmuştur. İslâmi geçmiş, Osmanlı geçmişi, son yıllarda yaşanan savaşların acıları ve suçları, azınlıklar, Kürtler ve genel olarak ciddi muhalefet potansiyeli taşıyan bütün kesimler bu kopuşmadan paylarına düşeni almışlar ve egemen politik kültürün dışına itilmişlerdir. Onlar artık resmen “yok”turlar ve kendilerini hatırlatmalarına değişik dellenme yöntemleriyle engel olunur. Devletin bekası kaygısı her şeyin önüne geçmiş, gerçek ya da hayali travma ile ilgisi olabilecek her şey ve herkes dışarı atılmıştır.

80-90 yıl sonra, bugün, Türkiye hâlâ travmatik geçmişini bir anı olarak hatırlayamamakta, hâlâ sanki eski travması yeniden oluyor ya da olacakmış gibi davranmaktadır. Dün-bugün ayrımı yapılamamakta ve eski kayıpların yası tutulamamaktadır. Çünkü temel niteliği kopuşma üzerine kurulu olan egemen politik kültür, bu travmatik geçmişin bütün boyutlarıyla elden geçirilmesine ve bütünleştirilerek sindirilmesine imkan tanımamış, aksine bu hezeyanlı haliyle her taşın altında yeni travma ihtimalleri görmüş, gördüğünde dellenip ezip geçmiş, ezemediğinde debelenmekten başka bir çıkar yol bulamamıştır.

AB MACERASI

Aynen AİHM örneğinde olduğu gibi, genel olarak AB süreci de Türkiye’nin bu yazı boyunca döne döne anlatılmaya çalışılan dellenme/debelenme sarmalında salınan, travmatik bir geçmişle yüzleşmemeye ayarlı egemen politik kültürü fazlasıyla zorlamakta ve asabını bozmaktadır. Asabı bozulanların, üzerine bastıkları zihni zemin başta olmak üzere, kaybedecekleri çok şey vardır.

Ek olarak işaret etmek gerekir ki, bu dellenme/ debelenme sarmalının sosyalizm/kapitalizm tartışmasıyla doğrudan hiçbir ilgisi yoktur. Uzun vadeli düşünebilen kapitalistler de bu sarmaldan kurtulmak isterler. Solcuların ise bu sarmaldan kurtulmayı gündemlerinin ilk maddesi yapmamaları konusunda herhangi bir özürleri bulunmamaktadır. Bu yazı boyunca anlatılan dellenme/debelenme sarmalında yuvarlanan bir ülkede “sosyalist devrim” yapabilecekleri sanısına sahip olanlar aynı sarmalı başka bir kulvarda yeniden üretiyorlar demektir. AB’den malûm devlet zihniyetine tutulan ayna, el verilmesi ve ışığı başka aynalarla güçlendirilmesi gereken bir aynadır. Türkiye’nin AB’nin içinde ya da dışında olması egemen ekonomik düzen ve buna karşı mücadele açısından çapın (zorluğun değil) büyümesi dışında ciddi bir farklılık getirmeyecektir ama egemen politik kültürle yüzleşme, kopuşmaları aşabilme ve bu sayede daha “olağan” bir sol/sağ mücadele ekseni çizebilme bakımından tutulan aynanın değeri inkâr edilemez. AB’ye “hayır” ya da “havet”[9] diyen solcuların dikkatine sunulur.

[1] Kamuran Zeren (16 Haziran 2002). “Kürtçe Eğitime Ön Çalışma.” Hürriyet.

[2] İlgili fantezi çeşitlemesi yaparsak: “Bir Türk dünyaya bedeldir;” “Ne mutlu Türküm diyene;” “ Türküm, doğruyum, çalışkanım, …;” “Türkiye Türklerindir;” “Kart, kurt, kürt;” “Dağ Türkü;” “Kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir kitleyiz;” “Biz onları değil asıl Ermeniler bizi kesti;” “Azınlıklar bu ülkenin ekmeğini yemelerine izin verdiğimiz için bize şükran duymaları gereken misafirlerdir;” vb.

[3] Ahmet Işık, “Türkiye’ye faturası 17.5 trilyon,” Radikal, 18.6.2002.

[4] AİHM’nin belirlediği tazminat miktarlarının çoğunlukla sembolik olduğunu ve maddi/manevi hasarı tamir etmek gibi bir işleve pek sahip olmadığını da burada belirtelim. Devletin yaptığı işkence nedeniyle hayatı cehenneme dönen, bir dolu ruhsal ve bedensel yarayla cebelleşmek zorunda kalan mağdurlara genellikle hak görülen 10 ila 100 bin dolar arasındaki tazminat miktarları gerçek hasarı tamir etmenin yanına yaklaşmaktan uzaktır. Örneğin geçen yıl, New York mahkemesi, birkaç yıl önce yine New York’ta polisin işkencesine marûz kalan bir Haitili göçmene beş milyon doların üzerinde tazminat ödenmesine karar vermiştir. Bu da işin yazımızla şu anda doğrudan ilgisi olmayan başka bir cephesi.

[5] “Bu kadar parayla neler yapılabilirdi?” ya da “Neye değdi bunca ihlal?” gibi hemen akla geliveren soruları bu yazı çerçevesinin dışında tutalım, ama bu tür soruların gayet meşru/haklı olduğunu ve hattâ popülerleşme sıkıntısı çeken sol muhalefetin repertuvarına katmasında fayda olan türden sorular olduklarını da belirtelim.

[6] Gerçi, AİHM kararları sayesinde DGM’lerde askeri yargıç bulundurma uygulamasına son verildi ve bazı yasakçı yasaların AİHM çerçevesine uyum sağlamasını gözeten girişimler olmadı değil.

[7] Travma psikolojisiyle ilgili İngilizce literatürde: Remembering vs. reexperiencing.

[8] “Kopuşma”yı dissociation karşılığı olarak kullanıyorum. Daha iyi bir karşılık bulunana kadar “kopuşma” (ya da belki “çözüşme”) kullanılabilir gibi duruyor. Kopuşma kavramı, psikanaliz ve travma literatüründe geliştirilmiş bir kavram ve kısaca ve kabaca şöyle bir savunma mekanizmasını tanımlıyor: Kişiye yoğun korku/kaygı yaşatan (travmatik) durumlarda duygusal acıyla başetmek için acı veren uyaranın/durumun/ algının/anının/düşüncenin vb. zihinsel faaliyetin normal bilinç süreçlerinden koparılması, ayrışması ve faaliyetini bağımsız olarak sürdürmesi. Bu savunma mekanizmasının en uç örneği “çoğul kişilik” ise de daha yaygın ve hafif şekilleri arasında aslında doğrudan birbiriyle ilintili zihinsel faaliyetleri birbiriyle ilişkisiz olarak yaşantılama (compartmentalization) ve olan biteni gerçek değilmiş gibi algılama (derealization) vardır.

[9] Sezai Sarıoğlu (2002). “’Evet mi’, ‘hayır mı’ söyle bana nedir senin cevabın: Havet!” Birikim, 157, Mayıs.