İnsanlar değişik nedenlerle solcu olur. Burada neden derken ilk motivasyonu kastediyorum. İşte bu ilk motivasyonlardan önemli biri de işçiye ve yoksula yardımcı olmaktır. Sonradan herkes sol içinde kendi hikâyesini yaşarken bu nedenler veya ağırlıklar değişebilir, kimi kendi için solcu olur, kimi manevi birtakım ihtiyaçları için, kimi bir insan olarak başka türlüsünü yapamayacağı için vs. Dahası bu ilk motivasyon birtakım psikolojik tahlil eleklerinden geçirildiğinde geriye o kişinin kimi kişisel sorunları da kalabilir. Bütün bunlar doğrudur ama yine de epey insan, hele bizim gibi memleketlerde, işçiye ve yoksula yardımcı olmak için solcu olur, bu işin böyle bir yanı var.
Bunlardan radikal sola yönelenlerin sonraki hayatı, hele siyasal bir yaşamı da varsa, emperyalizm, kapitalizm, Marksizm, Devrim gibi kavramlarla yoğrulur. Artık dünyanın yorumu bu kavramlar aracılığı ile yapılmaktadır. Bu kavramların anlamları ya da bu anlamların gerçek hayattaki karşılığının ne olduğu konusunda solcular yoğun tartışmalar yaşarlar, bu tartışmalardan kaynaklanan yönelimler onların yaşamlarını epey etkiler. Daha sonra herkes kendi içini doldurduğu şekliyle kendi kavramlar dünyasını sırtlanır, nereye gidecekse gider. Kimisi tartışmalarda, yazılarda vs. o dünyayı savunur, kimisi doğrudan temasa geldiği işçilere ve yoksullara o dünyayı anlatır. Çünkü artık her şeyin çözümü o dünyadadır. Buna inanmayanlara bunun böyle olduğunu anlatmak gerekir, işçilere ve yoksullara da. Böylece işçilerin ve yoksulların sorunlarından hareketle başlayan bir yolculuk gene onlara bilmedikleri gerçekleri anlatma limanına varır. Artık onların sorunlarına doğrudan müracaat edilmez, edildiğinde de o sorunların değerlendirilmesi solcunun kavramlar dünyasında muameleye tâbi tutulduğunda ne çıkıyorsa odur.
Bunu çoğumuz biliyor olabiliriz ama ben Türkiye’de radikal solun AB’ye bakışı konusunu düşünürken bunları hatırladım, bunları hatırlatmak istedim. Çünkü aynı şey oluyor. İdeolojik angajmanları olmayan halkın önemli bir kısmının AB’yi istediği söyleniyor ama bu radikal solu ilgilendirmiyor, onlar sorunun cevabını kendi kavramlar dünyalarının içinde arıyorlar.
Tabiî ideolojik angajmanları olmayan halkın AB’yi istemesi biraz oportünistçedir. Kendilerine iş ve para getireceği umuduyla istiyorlar AB’yi. Ama onlar işsiz veya yoksul. İş ve para getireceği umuduyla da AB’yi istiyorlar. Bu gerçekle ne yapacağız?
Önce bu bir yanılsama mıdır, ona bakmak lazım. Ben halkın ortak aklı sağduyunun sesidir demeye getiren yaklaşımlara karşı belirgin bir cevaba sahip değilim. Bu sağduyu meselesinin de insanın başını belaya sokacak ölçüde fazla “gerçekçi” olduğunu düşünürüm. Onun için ideolojik angajmanı olmayan halkın AB’den iş ve para beklentisinin gerçekçi olup olmadığı sorusunu anlamsız bulmuyorum.
Bu işte bir gerçek payı tâbii var ama halkın beklentisi bu paya oranla abartılı mıdır, onu bilmiyorum. Bildiğim herkese hemen iş ve iyi ücret geleceğini sanmak abartınının da ötesinde bir beklenti olur. Bununla birlikte önemli kazanımlar olacak. Bunları yabancı yatırım, malî yardım ve ekonomik/sosyal haklar olarak üç ana başlıkta toplayabiliriz.
1. Yabancı yatırım: Türkiyede yapılacak üretim tesisleri biçimindeki yabancı yatırımlara konjonktürel olarak olumlu gözle bakmak gerekir. Kimi yazarlar, değil tam üyelik, tam üyelik müzakereleri için tarih alırsak bile yabancı yatırım patlaması yaşanacağını iddia ediyor. Bence bu da abartı. Ama yabancı yatırımların tam üyelik sürecinin ilerlemesiyle orantılı olarak artacağını varsayabiliriz. Bu işsizliğin azalmasına ve teknoloji transferine katkıda bulunacaktır.
2. Ekonomik yardım: AB üye ülkelere malî yardım yapıyor ve bu yardım önemli meblağlara ulaşıyor. Yunanistan’ın bu yardımlarla belini doğrulttuğunu söyleyenler bile var. Ama biz o kadar para alamayız. Çünkü üye ülke sayısı arttıkça ülke başına yardım azalıyor. Bununla birlikte şunu söyleyebiliriz: Öyle anlaşılıyor ki, 10 yıldan önce tam üyeliğimizi varsaymak pek gerçekçi değil. O sürede öteki yeni üyelerin bünyeye entegrasyonu sürecini aşmış ve ekonomisi güçlenmiş bir Avrupa ortaya çıkar ve yine o dönemde Türkiye’yi kerhen değil, gerçekten isterse yardımın boyutu hatırı sayılır düzeylere ulaşabilir. Yine de bu konunun üzerinde fazla durmamak lazım, çünkü görüldüğü gibi bir sürü varsayıma bağlı.
3. Ekonomik/sosyal haklar: En önemlisi bu. Hem doğrudan hem de dolaylı etkileri bakımından. Bu haklar kişinin geçimine önemli katkısı olan bir işsizlik sigortası, kadın ve çocuk emeği sömürüsünün büyük ölçüde azalması, işçi-işveren ilişkileri hukukunda, Türkiye’nin şimdiki durumu gözönüne alındığında işçiler lehine hem fiilî açıdan hem de yasal çerçeve açısından ilerlemeler, sigortasız işçi sayısının sıfırlanması, sendikalı işçi sayısının önemli ölçüde artması, vergi adaleti, işyeri güvenliği, medeni haklar vb. bakımından önemli ilerlemeler anlamına geliyor. Böylece işçilerin, özellikle de kadın, çocuk, sigortasız ve sendikasız işçilerin sömürü oranı oldukça hafifleyecek, işçilerin mücadele etkinliği yükselecektir. Günümüzün çevre ve yarı-çevre memleketlerinde kadın, çocuk, sendikasız ve sigortasız işçi sömürüsünün boyutlarının hızla artmakta olduğu da düşünülürse bu düzenlemelerin yakıcı önemi daha iyi anlaşılır. Ama asıl önemlisi ekonomik/sosyal hakların dolaylı etkileridir, bunun üzerinde durmak istiyorum.
Gerek egemen iktisadın ve gerekse Marksist iktisadın paylaştığı bir görüş var. Firmalar, işçinin doğrudan sömürüsü zorlaştığı ölçüde teknolojik değişime kayar, sömürüyü o yolla arttırmaya çalışır. Teknolojik değişimin hızlanması ise işçilerin yaşam standartlarını yükseltir. Ekonomik/sosyal haklarda yukarıda sözü edilen gelişmeler işçinin doğrudan sömürüsünü zorlaştıracağı için, Türkiye’nin teknolojik değişimi hızlanacak, böylece Türkiye’deki işçilerin yaşam standartları yükselecektir. Bununla da bitmiyor. Türkiye gibi memleketlerin dünya kapitalist sisteminin koşullarında işsizliği ve yoksulluğu eritme sürecine sokabilmesi için zaten teknolojik atılım yapması gerekiyor. AB süreci ekonomik/sosyal haklardaki gelişmelerin dolaylı etkisi yoluyla bu bakımdan da işçilerin ve yoksulların durumunda önemli iyileşmeler sağlayabilecektir.
İşte asıl önemli olan bu dolaylı etkidir. Bizim gibi ülkelerde sorun ileri teknoloji atılımını gerçekleştirmektir. Bunu görmeyen hikâye anlatıyor demektir. Avrupa 1800’lere gelindiğinde teknolojik atılımını yapmıştı, bu atılımın getirdiği bilgi, deneyim ve para sonraki adımları da atmasını sağladı. Kuzey Amerika’ya, Güney Afrika’ya, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya göç eden Avrupalılar bu teknolojik atılım meyvelerini oralara da taşıdı. Böylece dünya teknolojik öncüler, onları taklit edebilenler ve ötekiler olarak bölündü. İkinci gruptakiler de zaten Avrupalı ülkelerdi. Zenginliğin büyük dilimi birinci ve ikinci gruptaki ülkelere gitti. Sürekli teknolojik atılımı toplumsal dinamiklerinin bir parçası olarak yaşayamayan ülkeler hep üçüncü grupta kaldı. SSCB’nin en önemli yıkılış sebeplerinden biri bu oldu. SSCB askerî teknolojiler ve uzay teknolojilerini geliştirdi ama bunlar toplumsal dokunun ve dinamizmin dışında adacıklar olarak kaldı. Japonya ve Güney Kore, toplumun teknolojik atılım dinamizmine sahip olmadığı ve Avrupa’nın teknolojide öncü olduğu ortamlarda toplumun teknolojik dinamizmini bu koşulların gerektirdiği biçimde yaratmayı başardı. Çin merkezî planlamanın ve küreselleşmenin avantajlarını kullanarak farklı bir sentez yaratmaya ve bunu teknolojik atılımı merkeze alarak yapmaya çabalıyor.
Türkiye de devletin zorlamasıyla teknolojik atılım yapmaya mecbur ama bunu henüz kavrayamadı. AB’nin getireceği düzenlemeler bir yandan mevcut pastanın görece daha adil dağılmasına yardımcı olurken uzun vadede asıl önemli etkisi bu düzenlemelerin ülkenin teknolojik atılım zorunluluğunu hissetmesini sağlamak olacak. Göremeyenler ya da görmek istemeyenler zorunluluğu ensesinde hissedecek. Çünkü o düzenlemelerin olduğu, yani ucuz emeği kullanarak para kazanmanın zorlaştığı toplumlarda kâr ve sermaye biriktirmenin en etkin, hattâ zorunlu yolu teknolojik atılımdır. Gerçek budur.
Peki dünyada gelirin büyük bir kısmını bir azınlığın yutmakta olduğu, bu durumun son yirmi yıldır daha da vahim hale geldiği ve AB ülkelerinde yaşamakta olan nüfusun önemli bir kısmının söz konusu azınlıktan olduğu da gerçek değil midir? Değildir. Bu dünyanın fotoğrafıdır. Gerçek görünüşün altına yatandır, bilim hiçbir şey göründüğü gibi olmadığı için yapılır. Nitekim bizim solcuların bir kısmı bu fotoğrafı gösterip duruyorlar. Peki ne yapacağız bu fotoğrafla? Günümüzde yoksul çoğunluğun bu eşitsiz düzeni değiştirme doğrultusunda bir kalkışması filan mı var? Yok. Dahası, yoksulların ulusal devrimler çağındaki kalkışmaları da işe yaramadı zaten. Devrim yapanlar teknolojik devrimi yapamayınca yoksulluğun altında ezildiler. Dolayısıyla fotoğrafı gösterip o tarafa geçmeyelim demenin gerçek manası yoksul ve despotik bir Doğu toplumu olarak kalmak demektir. Bu noktada özellikle soldan gelen iki itiraz var. Bunlardan birincisi Türkiye’nin AB’de bir çevre ülkesi olacağı, ikincisi de bu düşünülenlerin gerçekleşmesinin Türkiye’yi emperyalist bir ülke konumuna yükseltmekten başka bir anlama gelmeyeceğidir.
Türkiye, AB içinde bir çevre ülkesi olabilir. Bu sözgelimi Fransa ve Almanya’ya kıyasla teknolojik düzey bakımından geri olacağımız anlamına gelir. Öyleyse AB’ye girince bugünkü durumumuza kıyasla teknolojik bakımdan daha ileri olacağız, ama bu Fransa ve Almanya ile aramızda eşitlik sağlanacağı anlamına gelmeyecek. Yine radikal solun altından kalkamadığı önemli bir soruya geldik. Alternatifin nedir? İdeolojik angajmanı olmayan halkın AB’yi istediği, AB sürecinden olumlu etkileneceği bir durumda alternatifin nedir? Bu noktadan itibaren ikinci soru ile birleştirerek devam edelim. AB’ye girmekle oranın çevre ülkesi, ama genelde emperyalist bir ülke olacaksan alternatifin nedir? Bizim önümüzde iki seçenek var. Ya teknolojik atılım yapıp işsizlik ve yoksulluğu eritme sürecine sokacağız ya da bu ülkedeki insanların önemli bir kısmı sessiz dramını yaşamaya devam edecek. AB’ye girmek birinci seçeneği daha kuvvetlendiriyor, o kadar. Radikal solun AB’ye girmemize karşı olan kısmı bize ikinci seçeneği mi sunuyor? Tabiî ki bunu istemez ama istememekle olmuyor. Böyle kalınca Afrika’daki açlığa, Hindistan’daki korkunç yoksulluğa bir yardımımız mı olacak? Dünya yoksullarının ve ezilenlerinin emperyalizme karşı bir kalkışması var da biz AB‘ye girerek saf mı değiştirmiş oluyoruz? Belki daha da önemlisi, dünya yoksullarının ve ezilenlerinin ortak kurtuluş mücadelesinin (ezilmişlikten ve yoksulluktan kurtuluş mücadelesinin) nesnel koşulları oluştu da bunun somut ve örgütlü bir mücadeleye dönüşmesi için zamana mı oynuyoruz? Bence bu anlamda nesnel şartlar oluşmuş değildir. Ezilenlerin ve yoksulların sayısının artmasına, ötekilerle aralarındaki farkın artmasına ve tek ülkede sosyalizm deneyimleri başarısızlığa uğramış olmasına rağmen bu nesnel şartlar oluşmuş değildir. Radikal solun anlayamadığı ezilmişlikten ve yoksulluktan kurtulmanın önkoşulunun teknolojik atılım olduğudur. Bunu geçmişte anlamadı, tarih şimdi bu gerçeği gözüne sokuyor, o yine anlamak istemiyor. Eğer ABD devrimi gibi bir şey olursa, aslında bu da yetmez, merkez ülkelerde radikal sol düşünce devleti ele geçirir ve toplumun desteğini alırsa işte o zaman teknolojinin hikâyesinde yeni bir sayfa açılır. Bunun ne kadar uzak ve daha da önemlisi belkilerle dolu bir şey olduğu açık olmalı. Ve böyle bir şey olmadıkça daha iyi yaşamak daha ileri teknolojiyle orantılıdır, tabiî burada iyi yaşamak derken çok sınırlı bir anlamda söylüyorum: işsiz kalmamak ve daha iyi gelire sahip olmak. Bu gerçekten kaçamazsınız, nereye giderseniz peşinizden gelir, siz farkında olursunuz veya olmazsınız, o ayrı. İşte radikal sol misyonunun 21. yüzyıl başlarındaki yorumunu bulmak istiyorsa bu gerçeklerle yüzleşmelidir
Avrupa Birliği’nin geleceği belirsiz. Şimdilik tam birliğe doğru gidilmesi yönündeki rüzgâr, önündeki engelleri aşmaya devam ediyor. Birliğin kimleri kapsayacağı, renginin ne olacağı gibi konularda geleceğin ne getireceğini bilmiyoruz. Yükselme işaretleri veren yeni sağın “yabancıları” dışlayan ve demokratik alanı daraltacak olan Avrupa’sı mı, şimdiki liberal Avrupa mı, sol değerleri içerme yönünde ilerleyecek Avrupa mı? Bunu zaman gösterecek. Dolayısıyla biz girersek birilerinin hizmetine girmiş olmayacağız, Avrupa’nın gelecekteki rengi mücadelesine katılacağız. Değişik çıkarları olan toplumsal sınıflarımız ve tabakalarımız orada kendi doğal müttefiklerini bulacak, yoksa sanmayın ki, Türk Türkü kollayacak. Türk Türkü şimdi de kollamıyor, orada da kollamayacak. AB’yi kafadan emperyalist odak ilân edip bunu değişmez veri almak sol düşünceye zaten uymaz. Orası da bir sınıflar mücadelesi alanıdır, dahası orada Türkiye’de şimdiki hayatında sınıflar mücadelesinde yeri bile olmadan oradan oraya savrulan insanlar, sınıfsal kimliklerine daha yakın olacaklar, insanlar toplumda bir kimliğim olsun diye ilk bulduğu tarikata girmeyecek, Fenerbahçeliyim diye eline satırı alıp ötekine saldırmayacak.
AB’ye girelim ama teslim olmayalım diyenlerin önemli bir kısmı AB’nin bizi zaten hiç almayacağı kanısında, bir kısmı da AB şartlarının ulusal çıkarlarımıza aykırı olduğu kanısında. Bu aslında girmeyelim demektir. Samimi olarak, girelim ama teslim olmayalım diyenler maalesef bunların değirmenine su taşıyor. Şimdiye kadar yaşanan budur. Ama şunu söylemek lazım. Bu grubun içinde yer alan ve kendilerini solcu olarak gören Kemalistler büyük bir ideolojik başarı kazandılar. Evet, oldukça azınlık bir grup olan bu insanlar kamuoyu oluşturma, eliti etkileme ve AB işini yokuşa sürmek isteyenlere ideolojik destek konusunda çok başarılı oldular. Avrupa Birliği yanlısı sol ise yaya kaldı. Bu kesimde en etkili ve hareketli grup biraz da konumu gereği DSP. DSP biraz iki grup arasında bir yerde. Böyle bir konumun bizi nereye götürebileceğini zaman gösterecek. CHP ise iğrenç bir oportünizm sergileyerek hem AB yanlısı gözüküyor, hem de olayın dışında kalmaya çalışıyor. Radikal solun AB yanlısı kesimi ise çok kötü bir sınav vermekte. Kendine solcu diyen Kemalistlerin AB konusunda çaplarının oldukça ötesinde bir rol oynamalarının aksine, bu kesim oynayabileceği rolün çok altında bir performans sergiliyor. ÖDP konuyu hâlâ kendi içinde tartışıyormuş. Türkiye viraja giriyor, onlar daha tartışıyor. Çünkü birincisi, konu toplum gündemine girmeden önce gerekli tartışmaları yapmadılar, ikincisi ÖDP tabanında da Türkiye radikal solunun kavram fetişizminin esiri insanlarından bolca bulunduğu için açık bir tavır alamıyorlar. Oysa yazılar, cilt cilt raporlar, afiş-pankart-miting kampanyalarıyla toplumu etkilemeye yönelik yoğun bir faaliyetin tam zamanıydı.
Kavramların doğduktan sonra kendi hayatları olur, farklı bağlamlarda farklı içerikler kazanırlar, sanki zamanla bizden bağımsızlaşırlar, sonra da insanlara oyunlar oynarlar. Siyaset yapanların bundan kurtulabilmesi için bir yandan kitle çıkarlarıyla temsiliyetler arasındaki bağın canlı ve kuvvetli olması gerekir, bir yandan da sahici bir merak duygusunun eşlik ettiği sürekli yeniden öğrenme süreci içinde olmak gerekir. Şu anda Türkiye radikal solunda ikisi de eksik. Bunlar yetmiyormuş gibi dünya radikal solu da Türkiye’dekilere alıştığı referans noktalarını sağlamıyor. Böyle bir noktada AB’nin tam üyelik müzakereleri için tarih verme kararına yaklaşıyoruz. Bu koşullarda radikal soldan bu sürece olumlu bir katkı beklenemezdi. Olumlu katkı derken, bunu AB’ye tam üyeliğe karşı olup olmamak üzerinden düşünmedim. Düşünsel planda tartışmalara boyut katacak, derinlik getirecek analizleri kastettim.