Bazı yazılar vardır, birkaç kez okumanıza rağmen, bu yazının ne için yazıldığını anlayamazsınız. Böyle bir abes durumun gene de açıklanması gerektiğine inanıp, son bir kez hamle edince, yazının hikmetini anlarsınız. O yazı, yazılmış olmak için yazılmıştır.
Mahmut Mutman’ın yazısı hakkında, birkaç kez okuduktan sonra bende benzer bir kanaat oluştu. Kendisinin de yazısının bir yerinde kabul ettiği gibi, ne dediği belli olmayan, ne için yazıldığı anlaşılmayan bu “çalışmayı”, malûmatfuruşçuluğuna binaen bir gençlik hevesi olarak hoşgörmek mümkün. Ama her şeyi yeni keşfeden gençlik heyecanı konumunun Mahmut Mutman için artık geç olduğunu bildiğim için, o zaman yukarıdaki varsayım ağır basıyor. Mutman, uzun uzun düşünüp ve üzerinde çalıştığı belli olan ironi unsuruyla (“s’il vous plait”) başlığını bezediği yazısını, kanımca bu tartışma ortamında kimseden geri kalmamak için yazmış. Yani bu yazının en önemli varlık nedeni, var olması. Buna karar verdikten sonra, Mutman aklına gelenleri olduğu gibi sıralamış. Üstelik bunu nasıl bir buhran içinde yapmış olmalı ki, “düşünmek” üzerine başkalarına ağır öğütler verirken, yazdığının düşünce ürünü değil, hazmedilmemiş bir aşırı gıda yüklenmesinin ürünü olduğunu görememiş.
Mutman, Habermas karşısında kaplan kesilirken, beni karşısına aldığında, söylememiş gibi yaparak söylemenin binbir türlü yolunu kullanma ihtiyacı duyuyor. Kendisinin nerede durduğu, hangi konumdan, hangi perspektiften konuştuğu belli olmadığı gibi, eleştirdiklerini de kendine benzetmeye çalışıyor. Liberal küreselleşmeci kampın bir üyesi olduğumu doğrudan söyleme cesaretini gösteremediği için, bunu laf ebelikleriyle ima etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ağız tadıyla bir “liberal küreselleşmeci” eleştirisi yapma fırsatını kaçırıyor. Bunu yapamadığı için, bu kez Habermas’ın kâh şarkiyatçılığı kâh cehaleti üzerinden yönelttiği eleştiri oklarını, asıl hedeflerine yöneltmeye çalışıyor.
Mutman’ın yazısında ele aldığı ilk örnekte üzerinde fazla düşünmeden konuşmanın mümtaz bir örneğini sunuyor. Cemal Nasır’ın Arap Birliği projesinin bugün unutulup gitmiş olmasıyla, onunla hemen hemen eşzamanlı Avrupa Birliği girişiminin bugün aldığı yolu karşılaştırıyor. Karşılaştırma ilginç elbette. Ama Nasır’ın projesinin bir “Arap” birliği, diğerinin de “Avrupa” birliği projesi olması üzerine hiç düşünmeden nasıl bu kadar çok konuşuyor, insan gerçekten hayret ediyor. Nasır’ın birlik girişiminin kâğıt üzerinde kalmasının nedenlerinden birisi, etnik temelli olmasıydı. Aralarındaki siyasal farklara bakmadan tüm Arap ülkelerinin Arap oldukları için birleşmeleri gerektiği gibi romantik bir tavırdı Nasır’ın önerisi. Türk Birliği fikrinden daha fazla yol alamazdı. AB fikri ise, etnik bir temelde değil, siyasal ve iktisadî temel üzerine inşa edildiği için epey yol aldı. İki birlik girişimi arasındaki farkı açıklayan yegane etmen bu değil elbette. Ama Mutman’ın siyasal olmayan konumlanışı açısından ona tam da bunu hatırlatmak sanırım gerekli.
Mutman, Habermas’ın cehaletine bir örnek olarak, onun “Avrupa (...) başka bir kültüre kıyasla çok daha fazla yapısal çatışmanın, sert kamplaşmanın ve kesintisiz gerilimin içinden geçip, tüm bunların üstesinden gelmeyi bilmiştir” cümlesini ele alıyor. Bu önerinin, Avrupa-dışı toplumlarda Avrupa gibi hegemonik bir bütünleşme gerçekleşmemiş olduğu “temel bilgisinden habersiz” bir öneri olduğunu iddia ediyor. Mutman’ın bu iki öneriyi nasıl karşı karşıya getirdiğini anlamak zor. Çünkü Habermas’ın söylediğinin aslında aynısını daha süslü kelimeler ve bilgiç bir biçimde kendisi söylüyor. Habermas’ın yaptığı tespiti bütünüyle teyit ederken, onu eleştiriyorum zannediyor.
Kolonyalizme mağdur kalmış toplumlarla, doğrudan kolonyal bir yönetim altında kalmamış toplumlar arasında tarihi-toplumsal bir fark vardır. Eski kolonyal güçlerle onların eski kolonileri arasında da etkileri hâlâ devam eden bir gerginliktir bu. Arap Birliği fikrinin ilerleyememesinin nedenlerinden ikincisi, bu toplumların kolonyal tahakkümle toplumsal tahayyüllerinin dağlanmış olmasıydı. Bu elbette sonsuza kadar devam edecek, bu toplumların genlerine işlemiş bir olgu değildir. Ama bugün dahi etkisi, azalarak da olsa, devam etmektedir. Bu nedenle, Mutman’ın Habermas’a yakıştırdığı, ama korkarım kendi bilinçaltındakinin ifadesi olan, “Arablar hâlâ bir kabile toplumudur ve böyle toplumlar çatışma kültürünü aşarak, demokrasi kültürü kuramazlar” önerisi de, bu kolonyal bakışın özlü bir dışavurumudur. Unutmamak gerekir ki, “Araplar” hakkındaki o önyargının yansımalarını Avrupalılar kadar, hatta daha çok, onları yönetmiş olmakla iftihar eden Türk toplumunun tahayyül dünyasında buluruz.
Habermas’ın savunmasını yapmak değil amacım. Habermas’ın metninde ciddi biçimde eleştirilecek yanlar elbette var. Bunların bazılarına Mutman da dikkat çekiyor Ama eleştiride, söylenmeyenlerin değil, her şeyden önce söylenenlerin dikkate alınması gerektiği kanısındayım. Bu nedenle, Mutman’ın hırs ve aşırı enerji dolu çıkışındaki yönteme damgasını vuran, bir tür “hazırgiyim yapıbozumculuğu” kendi içinde fahiş çelişkiler taşımakta da beis görmüyor. “Avrupa ile dünyanın gerisi arasındaki eşitsiz ve Avrupa’nın hakimiyetine dayanan ekonomik ve siyasal ilişkilerin”, Habermas ve benzerlerinin cehaletinin nirengi noktası olduğunu iddia ediyor. Korkarım bunun tam tersi daha doğru. Yani o söz konusu eşitsiz ilişki nedeniyle, üstelik eski kolonyal güç olarak, Avrupa’nın geri kalan üzerindeki bilgisi çok daha fazla. Bunun Avrupa-merkezli, çarpıtılmış bir bilgi olduğu büyük ölçüde doğrudur. Ama Avrupa-dışının kendisi hakkındaki “cehaletini” gözardı etmemize izin vermez. Mutman, kolonyalizmi yaşamamış bir ülkenin, Türkiye’nin toplumsal pratiğinden, kolonyalizmi yaşamış toplumların toplumsal tahayyülüne çok kolay sıçramalar yapıyor. Bu da bir tür cehalet değil midir?
Bu cehalet mi yoksa hazmedilmemiş bilgilerin verdiği bir başdönmesi midir? İkinci şık bana daha doğru gibi geliyor. Çünkü “Avrupa milliyetçiliği”nin Avrupa Anayasası fikrinin arkasında yatan unsur olduğunu, “minimal bir soru olarak” bile olsa, körlemesine iddia etmek için “milliyetçilik” üzerine çok fazla “çalışılmış” olsa da, üzerinde pek fazla düşünülmemiş olmak gerekir. Ya da Avrupa Birliği bağlamında kastedilen yeni bir milliyetçiliktir. O zaman Mutman’dan önce onu tanımlanması beklenirdi. Avrupa içinde milliyetçi akımların olması, ulusal aidiyet içinde kendini ifade eden milliyetçiliklerin “Avrupa milliyetçiliğine” dönüşecekleri anlamına gelmez. Avrupalı milliyetçi akımlar için Avrupa milliyetçiliği fikri bir kozmopolit sapkınlıktır. Çünkü Avrupalılık doğuştan edinilen, insanların kendi dışlarından edindikleri bir aidiyet değil, siyasal ve toplumsal olarak “kurulmuş” bir aidiyet fikri içerir. Kurulmuşluğunu, en azından uzun yıllar boyunca reddedemeyeceği içindir ki, demokratik olma potansiyeli vardır. Avrupa kavramının kendi başına ulus-ötesi bir konum yaratmadığı gibi doğru bir tespit, Avrupa kavramının ulus-devlet yapısını ve onun milliyetçilik tarzını kendiliğinden ürettiği anlamına gelmez herhalde. Mutman’ın, “Avrupa milleti” gibi bir oluşumun öngörülür bir zaman içinde oluşacağı gibi bir hamhayal beslemediğini umarım.
“Kardeşi Avrupa’da yaşayan ve bu nedenle oraya göç etmek isteyen bir Cezayirlinin Avrupalı olmadığını söylemek ne anlama gelir” sorusunu sorarken de Mutman, tam da Avrupa içinden bir soru sormaktadır. Bunun ne anlama geldiği belirgin olmadığı için, bugün Avrupa’da “aile birleştirmesi” pratiğinin genişletilmesi, üstelik bunu daraltmak isteyenlere karşı toplumsal hareketler tarafından sürdürülmektedir. Bunun asli ve indirgenemez bir sorun olduğunun kabulü, Mutman’ın küçümsediği “özerklik” ve “kendilik” dinamiklerinin bir ürünüdürler. Bunun bir “beyaz” fikriyatı veya mitolojisi olduğunu da Mutman yanılmıyorsam gene Beyazların metinlerini “çalışırken” keşfetti.
Mutman’ın yazısını okurken, Avrupa kültürünün kendi kendini eleştirme geleneğinin mümtaz ürünlerine dayanarak yaptığı “çarpıcı eleştirel gözlemlerini” biraz daha oturup, düşünerek yapsaydı, basmakalıp eleştirilere saplanıp kalmaktan kurtulurdu hissine kapılmamak mümkün değil. Örneğin Almanya’nın sokaklarının temiz olmasının “o sokakları temizleyenler Türkiye ve benzeri yerlerden gelmiş çöpçülerden başka kim olabilirdi” sorusu böyle bir hazmedilmemiş bilgi dışavurumu. Bu elbette doğru bir gözlem. Ama o çöpçüler gelmeden de Almanya’nın sokaklarının temiz olduğunu, bunun örneğin Elias’ın Uygarlık Süreci’nde uzun uzun anlatılan bir kültürel dönüşümün sonucu olduğunu da dikkate alırdı. Türkiye’den daha fakir birçok ülkede etrafın daha temiz olduğunu da unutmasaydı, “yoksulluğun bir görüntünün üretilememesi” olduğu önerisini daha dikkatli yapardı. Daha doğrusu, “zenginlik bir görüntünün üretilmesidir” gibi doğru bir tespiti, alelacele ilk fırsatta kullanıp, harcamazdı. Malûmatfuruşluk böyle bir şeydir zaten. Doğru önerilerin de yerli yersiz kullanılmasına ve her şeyin bir aforizmalar sağnağı altında yok olmasına neden olur.
Mutman, özgürlüğün bir norm ve model olmadığını, bir içeriksizlikle başladığını iddia ederken, içeriksizlik kavramını da korkarım pek anlamadan kullanıyor. İçeriksizlik içinin boş olması demek değildir. Mutman önerisini Marx’ın değer tanımından ürettiğine göre, bu bağlamda içeriksizliğin aşkın ve nesnel olmamak anlamına geldiğini de kabul edecektir. Özgürlük ve demokrasi, aşkın ve nesnel bir noktadan tanımlanamaz. Ya da tanımlandıklarında, önlerine kısıtlayıcı sıfatlar konur. Özgürlük ve demokrasinin çoğulluk içinde kendini var etmeleri, çatışmanın veya yarılmanın ortadan kalkması anlamına gelmez. Avrupa’nın içinde, Birlik fikrine karşı çıkanlar dahil olmak üzere, farklı Avrupa Birliği yaklaşımları olduğu tespitini, “Avrupa’nın basitçe ortadan ikiye bölünmüş olduğu” olarak anlamak, özel bir okuma becerisidir. Üstelik birey kelimesinin İngilizcesine atfettiği anlamında kelimenin kökenine pek uymadığını dikkate almamak, Mutman’ın laf yetiştirme ya da polemik yapma telaşını ele veriyor. “Individual” kelimesi, Latince “individuum” kelimesinden gelir ve anlamı “bölünmez olan” demektir. “In” eki, zannettiği gibi “içeri” anlamında değil, latince olumsuzluk ekiolarak orada yer alır.
Mutman’ın şarkiyatçılık okumalarından kaptığı bilgilerle, alelacele bir eleştiri kurma çabasının zaaflarını Habermas’a karşı kullandığını düşündüğü “öldürücü son hamle”de buluyoruz. Arap ve İslam uygarlığının Avrupa’nın kurucu bir parçası neden olmadığı sorusunu sorarken, bu uygarlığa atfettiği işlev, Antik Yunan’ın bilgisini “taşımış” olmaları. Yeni bilgi üretmiş olmak değil, taşıyıcılık yapmış olmak! Belki tam da bu nedenden dolayı Habermas Arap-İslam kültürünü Avrupa’nın kurucu parçası içinde saymamıştır. Bunu saymamış olması Habermas’ın kafasındaki Avrupa’nın kurucu kültür dünyasının sınırlarını ele verir elbette. Ama Mutman, bu katkıyı taşıyıcılık işlevine indirgeyerek çok daha farklı bir yerde durmuyor.
Amacım Mutman’ın metninde yer alan birbiriyle çelişkili önerileri sayıp dökmek ya da “liberal küreselleşmeci” konuma beni zımnen oturtmasını eleştirmek değil. Bu metin vesilesiyle, özelikle akademik dünyada giderek artan bir “üretim tarzına” dikkat çekmek istiyorum.Mutman’ın metni neden insanda hazmedilmemiş bir aşırı gıda yüklemesinin tezahürü olduğu hissini uyandırıyor sorusunun cevabı galiba onun yaptığı bir öneride yatıyor. Mutman, “Profesör Habermas’a biraz Arap veya Türk tarihi çalışması”nı öneriyor. “Profesör” sıfatının kullanılmasındaki ironinin ele verdiği ezikliği bir yana bırakalım. Sorun bu önerinin fiilinde yatıyor: çalışmak. Sanırım Mutman ve benzeri birçok akademisyen için, bilgilenmek, o bilgi üzerine düşünmek ve yeni bilgi üretmek değil, çalışmak önemli. Yani üretilenin anlamından yabancılaşarak, nicel bir üretim faaliyetinde bulunmak. Yoksa Arab veya Türk tarihini bir çalışma nesnesi olarak değil, bir anlama ve bilgi üretme alanı olarak görür, bu alanların üzerinde de düşünülmesini önerirdi. Mutman’ın keyifli bir ironiyle yaptığını zannettiği “çalışma” önerisi, İngilizce’den düşünülmeden yapılmış bir düz çevirinin ötesinde bir anlam taşıyor. Bilgi ve düşüncenin içeriğinden çok, üzerinde çalışılmış olmanın değerine olan profesyonel inancı ele veriyor. Zaten bu nedenle yazının amacı da, yazılmış olması, yani yazanın bu konuları da çalışmış olduğunu göstermesi. Mahmut Mutman, biraz daha az çalışıp, biraz daha fazla çalıştıkları üzerinde düşünseydi, sanırım bir uçtan diğerine savrulmayan, ne dediği ve ne için söylendiği belli olan, bir yere konumlanan, daha tutarlı ve içerikli bir eleştiri yazısı yazardı.