Tarih kitapları, Holywood filmleri, gazeteler, ve “genel kültür” bize Nazizmin yenildiğini ve liberal demokrasinin kazandığını söylüyor. Normandiya çıkartması, Fransızların direniş destanı, “kamplar”ın kabul edilemez insan-dışılığı, Nüremberg mahkemeleri... Nazizmin yenilmemiş olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin, son 20 yılda incelenmesi gereken nedenlerden dolayı Avrupa’da yeniden yükselme eğilimi gösteren neo-nazizme karşı hükümetlerin (eksik ya da değil) önlem alma çabaları düşünüldüğünde doktriner ırkçılık hâlâ meşrû değil, ve gündelik ırkçılık ne kadar yaygın olursa olsun sadece Avrupalıların değil insanlığın büyük çoğunluğu bu ideolojiye kolay kolay açık bir meşrûiyet asla vermeyecektir. Tüm bunlara rağmen, Bosna’dan sonra ve Filistin trajedisinin ortasında, yani bir halka veya topluluğa yönelik, büyük bir rahatlıkla uygulanan sistematik öldürme pratiğinin karşısında, sormalı değil miyiz: Nazizm yenilmiş miydi?
Totaliter bir ideoloji veya pratik, bir katliam, bir adaletsizlik, vb. nasıl yenilgiye uğratılır? Uluslararası bağımsız mahkemeler kurarak? Savaş suçlularını yargılayarak? Asla unutmayarak? Hep uyanık kalarak? Demokrasi eğitimini yerleştirerek ve sağlamlayarak? Kuşkusuz bunların hepsi gerekli, ama bunların hepsini yaptıktan sonra, yapmama rağmen geriye kalan nedir? Bu soruyu yanıtlamak kolay değil. Ben de bir yanıt vermektense biraz farklı bir perspektiften bakmayı önereceğim.
Geçtiğimiz yüzyılın başında Walter Benjamin, bugün bazı yönleriyle eskimiş olsa bile hâlâ dikkatle okunması gereken bir makalesinde Nazizmi “siyasetin estetikleşmesi” olarak tanımlamıştı. Nazizm sadece kocaman bir gösteri olmakla kalmaz (büyük ve gösterişli Nazi mitingleri, Goebbels’in Holywood hayranlığı, Hitler’in yasakladığı filmleri seyretme tutkusu, vb.), aslen “kitlelere” haklarını vermeksizin kendilerini “ifade etmelerini” sağlayan koşulları vermektir. Benjamin burada “ifade” ile, doruk noktasını Nazi mitinginde bulan, saf estetik bir kuruluşu veya sahnelemeyi kasteder. Bunun içinde kitle kendini ifade imkânı bulur, ama bu aynı anda tamamen soyutlanmış, hiçbir temel ilişkiye dokunmayan ve hattâ o ilişkileri sağlamlayan bir saf ifadedir. Benjamin’in bu formülasyonunu doktriner nazizmin gayri-meşrû olduğu günümüzde yeniden düşünmek mümkün mü? Bugün, her ülkede seçimlerin bir kampanya yatırımına ve olağanüstü bir gösteriye dönüştüğü ama inancın ve katılım oranının giderek düştüğü, dünyada olan biten hemen her şeyin televizyonda “görüldüğü” daha doğrusu seyredildiği, ama hiçbir şeyin en ufak biçimde değişmediği bir dünyada yaşamıyor muyuz? Özellikle egemenler açısından açıkça ırkçı bir öğretinin “egemen” ideoloji olması pahalıya patlıyor. Ama bu son çözümlemede ırkçı ideolojinin artık biyolojik olmaktan çıkarak kültürel bir uğrağa kayması anlamına gelebilir mi? Bununla sonsuz ve tamamlanması gerekmeyen bir kaymayı kastediyorum (tamamlanması böylece tersine dönerek biyolojize olmasına yol açması mahzurunu taşır).
Bu kaygan ama etkili imge veya seyir, özellikle kimi halkların ve kültürlerin bir “problem” olarak görülmesinde ortaya çıkıyor. Örneğin, olağanüstü çeşitliliği ve zenginliğiyle, rasyonalist felsefi geleneğiyle, yüzlerce yıllık İslâmi uygarlık ve kültürün, tam da cihat nosyonu aracılığıyla, ama genellikle açıktan açığa değil de dikkat ve özenle, saldırgan, totaliter ve terörist bir öznel eğilime ustaca indirgenivermesi (ki bunda, içtihad geleneğini unutarak, kutsal metni tek ve aslî bir okuma içinde yeniden kuran “fundamentalizm”in suç ortaklığı var elbette). Örneğin, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bu ülkede de, sadece sağcılar değil solcular arasında da rastlanan “Arabların adam olmayacağına” ya da hâlâ “kabile toplumu” olduklarına dair yaygın fikirler (ki hayli kuşkulu bir takım tarihsel ve kültürel çözümlemelere dayandırılmaktadır). Örneğin televizyonda Afgan halkını, çölümsü bir coğrafyada ve yıkık dökük bir ülkede yaşayan, çaputlara sarınmış ve çoğunun eli silahlı insanlar olarak görmemiz - ki insanda acıma hissinden başka hiçbir şey uyandırmayan bu gerilik görüntüsü insanlık dışına itilmiş olanları insanlık-dışı olarak sunmaktan başka bir şey yapmaz. Ve son olarak, “Filistin sorunu”yla ilgili olarak Cenin’den gelen görüntüler - ki, üç beş cesur gazetecinin olağanüstü çabasına rağmen, “katliamı gördüğümüz” değil “alımladığımız ve seyrettiğimiz”, yani bizleri alımlayıcı ve izleyici olarak konumlayan bir düzenleme içinde verildikleri anlamına gelirler.
Eğer bugün Filistin’de olan bitenleri basitçe lanetlemenin ötesinde, nasıl olabildiklerini anlamak ve sorgulayabilmek istiyorsak böyle bir yaklaşım önemli bir başlangıç noktası oluşturabilir. Topraklarının %78’ini İsrail’e terk etmiş olup sadece %22’sini isteyen, 55 yıldır sürgünde ve kamplarda yaşayan, bu 55 yılın her günü birden fazlası öldürülmüş olan, ve o kamplarda bugün dördüncü kuşağı büyümekte (daha doğrusu büyütülmemekte) olan bu cefakâr ve cesur halkı Nazizmin kurbanı Yahudilerden ayıran tek özellik hâlâ fırınlarda yakılmamış olmaları değil mi? Kendilerine karşı işlenmiş büyük bir suçu utanç verici bir ayrıcalık haline dönüştüren ve tüm bir insanlık dersini altüst edenler Yahudilerin tümü olamaz, olmayacak da. Hiç kuşkusuz, Filistin’e karşı bugünkü haince saldırının sorumluları, öncelikle Nazizme karşı tüm Avrupa’da sürdürülmüş Yahudi direnişine ve o direnişin ifade ettiği en temel insanlık değerlerine ihanet etmişler, yerine başka bir mirası devralmışlardır. Ama asıl sorun bunu nasıl herkesin gözü önünde yapabildikleri, nasıl bir dünyada yaşadığımız değil mi? Bir zamanlar aramızda en onurlu olanlar şöyle demişti: “hepimiz Yahudiyiz”. Şimdi, hiçbirimizin malı olmayan, hiçbir zaman sonul olarak anlamlamaya muktedir olamadığımız ama yine de ürettiğimiz, bildiğimiz ve hissettiğimiz o onuru sürdürebilmek için şöyle diyebilmeliyiz: “hepimiz Filistinliyiz.”