Bu sayı okurun eline geçtiğinde, Türkiye’nin de yamandığı ABD-İngiltere ittifakının saldırı kuvvetleri belki de çoktandır Irak’ın üzerine çullanmış olacaklardır.
Böylece, Saddam Hüseyin’in dikta rejimini çökertirken, Irak’ı kana, ateşe ve gözyaşına boğarak, ülkeyi viraneye çevirerek boydan boya kat edecek ABD güdümündeki güçler, aynı zamanda “eski dünya düzeni”nin enkazı üzerinde de ilerliyor olacaklardır. Bu “eski dünya düzeni”, 2. Dünya Savaşı ertesinde, iki siyasal-ekonomik rejim veya iki “süper güç” kabûlüne dayalı olarak kurulmuş uluslararası düzeni/statükoyu anlatmıyor sadece. Çok daha önemli ve anlamlı olarak, modern çağların yüzlerce yıllık tarihsel deneyimi içinde adım adım, katre katre oluşturulup, kurumsallaştırılmış -uluslararası boyutu başta olmak üzere- hukuk düzenini ve “uluslararası kamuoyu” kavramıyla ifade edilen modern toplumsal, ekonomik, siyasal, etik ve felsefi değerler kodeksini de içeren bir ifade, bir kavramdır bu. Dolayısıyla ABD’nin, bir anlamda “eski dünya düzeni”nin kurucusu sayılabilecek Avrupa’nın eksenini teşkil eden Fransa-Almanya’nın açık muhalefetine, pek çoğu son yüzyılın ürünü olan ulus-devletler camiasının ezici çoğunluğunun ricalarına, uluslararası kamuoyunun, modern zamanların en yaygın ve kitlesel gösterilerle itirazına rağmen, bütün bu tepkileri hiçe sayan bir kibir, azamet ve kararlılıkla başlattığı bu “yeni dünya düzeni” operasyonu, modern çağların bitişini, -bu koşulları, “altyapısı” ’80’lerden bu yana zaten var olan- postmodern çağın kendi “öz” “üst yapısı”nın oluşumu mecrasına resmen girişini simgeliyor.
Ve nasıl, 20. yüzyılın başındaki ilk dünya savaşı, o zamana kadar maddi koşullarını dönülmez biçimde yetkinleştirmiş, kökleştirmiş olan “modern toplum”un bu maddi temel üzerinde mümkün başlıca düzen alternatiflerinin (liberal, sosyalist, faşist) zühuruyla sonuçlanmışsa; şimdi postmodern toplumun maddi koşullarının belirleyiciliği altında girilen bu “savaş” ve buna kaçınılmaz biçimde ek(lem)lenecek halkaların durulacağı 21. yüzyılın ilk on yılları sonunda postmodern “altyapı”nın hangi alternatifleri mümkün kılabildiğini de görebileceğiz.
ABD’nin bu Irak/Ortadoğu operasyonunu ve bunu çevreleyen tepkiler, oluşumlar manzumesini öncelikle bu perspektif içine yerleştirerek anlamlandırmamızı gerektiren son derece hayatî bir dönemin başlangıcındayız.
1990’lardan beri zaten konuşulmakta olan, Bush yönetiminin işbaşına gelişi, 11 Eylül ve Afganistan seferi ile ABD’nin re’sen ve fiilen inşâsına giriştiği kendi “yeni dünya düzeni” projesi, Bush yönetiminin Irak operasyonunu, BM otoritesini, uluslararası hukuk ve teamülleri hiçe sayarak da olsa yapacağını ilân etmesi ile, o zamana kadar örtüsü altında olduğu “eski dünya düzeni”nin perdesini onarılmaz biçimde yırtıp atmıştı zaten. Bu noktadan itibaren Irak operasyonunu ister başlatmış, ister ertelemiş veya zamana yaymış olsun, ABD artık bir “taraf”tır. Dünyanın, tek tek (?) toplumların, siyasal-toplumsal akımların “eski”nin kalıplarından ister istemez sıyrılıp, kendilerini “yeni”nin nebulamsı gerçekliğinde keşfedecekleri imkânlar bazında “yeniden” şekillendirecekleri bu süreçte ABD, problematiğin kendisini değil, kaçınılmaz saflaşmanın bir kutbunun adıdır. O kutbun neyi, hangi mantık çerçevesinde düzenleme zihniyet ve iradesini temsil ettiği az çok bellidir, ama “öteki kutup” heterojen ve sisler içinde devinen bir yığın görünümündedir henüz. Ne Irak ne onun şahsında kendi iç zaaflarının aşağılanma, dışlanma, mağduriyet ve kör öfke karmaşası durumlarının trajik hesaplaşmasıyla yüz yüze olan Arap-İslâm dünyası ne Avrupa’nın, Fransa-Almanya ittifakının bölük pörçük revizyonist tutumu ne Çin ve Rusya’nın muhalefet potansiyeli ne de “uluslararası kamuoyu”nu oluşturan takımadalar şu halleriyle ABD’nin temsil ettiğine karşı alternatif, “taraf” konumuna, işlevine sahiptir.
Ancak, asıl belirtilmesi gereken husus, bu oluşacak “taraf”ın, geçmişte olduğu gibi bir toplum/devlet ya da devletler bloku formunda olmayacağıdır. Ayrıca daha yakından bakıldığında taraf olarak bahsettiğimiz ABD’nin, onun birinci derecede müttefiki İngiltere’nin ve öteki yanaşmalarının da bu konumda halihazır hükümet ve çekirdek devlet kurumlarıyla, yönetici sınıflarının önemli bir kesimi ve belli bir halk desteğiyle yer alıyor olsalar da; temsil ettikleri ulus-devlet toplumlarından açık, ciddi bir muhalefetle de karşı karşıya oldukları görülür. Dolayısıyla şu söylenmelidir ki; önümüzdeki postmodern çağa özgü saflaşma, önceki dönemden devralınmış ulus-devletleri yatayına, sınıfsal yapıları dikeyine kesen ayrışma-gerilim dalgalarının bileşkesinde ve bir düzlemde değil, üç boyutlu bir mekânda, kendine özgü siyasal-toplumsal formlar da yaratarak teşekkül etmektedir ve bu özelliği giderek daha da belirginleşecektir. Ve daha da önemlisi, böylesi büyük tarihsel dönemeçlere özgü her çatışma/saflaşma sürecinde olduğu gibi, burada da bir yandan geçmişten devralınmış mücadele araç ve yöntemlerine yeni içeriksel ögeler eklenirken, öte yandan çağın kendi özgün araç ve yöntemleri de devreye girecektir.
Bütün bunlara zihnen hazırlanmakla birlikte, içine girdiğimiz fırtınalı, belirsizliklerle yüklü sürecin bu ilk safhasında ilk yıllarında “aktörler”in çoğunun da, sahneye çıktıkları geçmişin, bir önceki dönemin düşünüş ve davranış kalıpları içinde “rol”lerini oynamaya çalışacakları da bir veridir. Dönemin kendi özgünlüğünü bu aktörlere de “sirayet ettirmesi” şüphesiz hızlı da olsa zaman gerektirecektir. Bu bakımdan dönemin sonraki safhalarında belirginleşecek karakteristikleri hakkında öngörü ve kestirimlerde bulunmayı şimdilik erteleyerek; halen içinde olduğumuz kritik başlangıç safhasında, tutumları bizi doğrudan ilgilendiren başlıca aktörlerin nasıl bir rolle sahneye girdiklerini, bunun anlam ve etkilerini incelemeye çalışacağız.
TÜRKİYE: HÜKÜMET/ ”DEVLET”/TOPLUM
ABD’nin Irak’a karşı operasyona kesin kararlı olduğu aylarca öncesinden bilinmesine ve o zamandan beri uluslararası gündemin baş köşesini işgâl ediyor olmasına rağmen, 2002 Aralık ortalarına kadar bu “sorun”un Türkiye’de tartışıldığı, enine boyuna ele alındığı söylenemez. Ele alındığı durumlarda da sadece Irak değil, çevredeki diğer halk ve toplumların da ekonomik, kültürel... sorun ve durumlarına yönelik insanî bir ilgi ile kavrayan bir yaklaşım söz konusu değildi. Onları birer ulus-devlet ve rejim olarak kendi ulus-devlet ve rejimimizin tanımladığı ve “ulusal çıkar” açısından sorunlaştırdığı haliyle ele alan çerçevenin, kalıbın içinden konuşulmaktaydı. Dolayısıyla Irak bu “ulus-devlet gözlüğü” ile kuzeyinde bir Kürt devleti oluş(turul)ması ihtimali taşıyan, Türkmenleri bahane edilerek zengin petrol hazinelerinden pay kapılabilecek olan, bir savaş alanı olduğunda ekonomimize ciddi zararı dokunabilecek bir nesne gibi tanımlanmaktaydı adeta.
Belirtmeye gerek yoktur ki, bu Türkiye’ye, “biz”e özgü bir bakış değildir. İçine kapalılıktan tevarüs edilen, ulus-devlet formatının ve onun ideolojisinin -milliyetçiliğin- yerleştirdiği, “öfkesini” -ve zamanla bizatihi kendisini de- nesneleştiren bu bakış, anlama tarzı, modern zamanların ve toplumların tipik bir özelliğidir. Ancak, kendini, ulus olarak dünya -değilse bile kıtasal çapta bir bölge- ölçeğinde bir etkinliğin, ilişkinin, rolün veya değerin taşıyıcısı, aktörü olarak da tanımlayan, bunu varoluşunun önemli bir boyutu olarak addedip yaşayan ve bu özellikleriyle “büyük” sıfatını hak eden toplumlar, sırf bu özellikten ibaret değildirler. Bunlar “ulus-devlet” olmanın mantığı yanında, “büyüklüğü”nün dayanağı olan etkinlik, ilişki ve değerin ufkundan da bakar “öteki”lere. O etkinlik ve ilişkinin doğası oranında insanî olan bu ilgi ve bilgi birikimi, o toplumun ulus-devlet mantığına ve insanı nesneleştiren her tür yaklaşıma teslim olmamasının, bunlara karşı gerçek alternatifler ortaya koyabilmesinin kaynağıdır.
“Irak sorunu”nun gösterdiği en sarsıcı gerçek Türkiye toplumunda bu kaynağın neredeyse kurumuş olduğudur. ABD’nin bölge halklarına -elbette İsrail’in emellerini de kollayarak- sınır değişimleri de dahil bir “bölgesel düzen”i silâh zoruyla empoze etmeye hazırlandığı koşullarda Türkiye, bölgeye ilişkin o geleneksel “ulusal çıkar”cı, bildik ulus-devlet “hassasiyetler”i ile sınırlı yaklaşımını gözden geçirmek gereğini dahi duymamıştır. Kürtlerin ayrı/rakip bir devlet kurma eğilim ve arzularını minimize edecek bir siyasal-toplumsal düzenin oluşturulabilme imkânlarını düşünmekten bile aciz bu “ulus-devlet”çi yaklaşımın dışına çıkan bir öneri, bir perspektif ve duruş ne devlet ve hükümetten ne de toplumdan geldi. ABD’nin dinî önyargıları da çağrıştıran emperyal dayatması karşısında utanç, öfke ve çaresizlikle kıvranan bölgenin Arap-İslâm halkları ile aramızdaki bin yıllık tarihsel, kültürel bağların üzerine serpilmiş ölü topraklarını silkeleyebilme fırsatını veren bu kritik dönemeçte Türkiye, bölgenin makûs talihinde ve tarihinde yeni bir sayfa açacak bir girişimin nasıl öncüsü olabileceğini aklına bile getirmedi. Bölgede kurulu ulus-devletlere dayalı düzenin, kendisi de dahil bütün halklara komşularını tehdit-korku kaynağı, rakip/düşman olarak kabûl etme temeli üzerine işleyegelmiş olmasının, en azından yarım yüzyıldır bütün bölge halklarına hangi tarifsiz acılara, korkunç insanî kayıplara mal olduğunun bilinciyle konuşan, tutumunu böylesi bir bilinçliliğe oturtan bir Türkiye’nin izi bile yoktu. Bunun yerine “ulus-devlet”in o malum -Kürt- hassasiyetine daha fazla kilitlenmiş, “ulusal çıkar” dürtüsü bezirganlara yaraşır derekede kabarmış bir Türkiye profili çıktı ortaya.
Sadece devlet/hükümet yetkililerinin tutumundan AKP’sinden ANAP’ına, CHP’sinden DYP ve MHP’sine kadar başlıca siyasal partiler tarafından konunun ele alınış tarzından hareketle beliren bir profil değil bu. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun tavrı da bu profili pekiştirecek yöndedir. Bu ülkenin “savaşçılık”ı erdem, övülesi bir nitelik sayan kimlik tasavvuru ile savaşa ilkesel olarak karşı olan başat bir eğilim ortaya koyması zaten beklenemez. Bu hâkim kimlik tasavvuru ile, ABD’nin rakipsiz, eşi görülmedik bir imha kapasitesi, karşı durulamaz ezicilikle bir askerî-teknolojik üstünlükle çizdiği savaşçı imajına ve savaş kararlılığına korkuyla karışık bir hayranlık ve hürmet duymak da doğaldır. Bu nedenle Türkiye’de çoğunluğun ifade ettiği savaş karşıtlığı, bu savaşı ahlâken, vicdanen ve hukuken onaylamamaktan ziyade, onun ülke ekonomisine zarar verebileceği endişesine dayalı olarak dillendirilmektedir. Bu bakımdan hükümetin ABD ile yaptığı dolar pazarlığının önplana çıkarılması, uzadıkça uzaması aslında bilinçli bir tercih, taktik olarak görülmelidir. Çünkü dikkat edilirse bu pazarlığı yüz kızartıcı bulanların büyük çoğunluğu savaşa ve ABD yanaşmalığına karşı olanlardır. Oysa hükümetin bu sıkı pazarlıkçılığı ABD yanaşmalığına ilk günden beri teşne olan büyük iş çevreleri ve Hürriyet gibi “büyük medya” grupları tarafından normal hattâ övgüyle karşılanmıştır. Bunları konuşturan ilk sebep ABD’nin yardım ve hibe milyarları ile propaganda fonundan kendilerine düşecek dolarlardır elbette. Ama öte yandan, “avam”ın da bu ortalığı kaplayan, uçuşan dolarlara bakıp, “bize de düşer” zehabıyla ekonomik endişelerinin yatışacağını da düşünmüşlerdir mutlaka. Barışçı olmayı hiç de makbul saymayan “millî kimlik” algımız, ekonomik endişelerden ötürü bu savaşa karşı olmamıza yol açmışsa; milyarlarca Amerikan doları bu endişemizi giderebileceği gibi, aynı “millî kimliğimiz”in kilit taşlarından olan “gücü”, “güçlülüğü” neredeyse kutsama, “gücün, güçlünün yanında olma” eğilimimizi de tatmin edecektir. Çünkü para da silâh-imha kapasitesi gibi bir güç simgesidir. Dolayısıyla ABD Silâhlı Kuvvetleri’nin ürkütücü gölgeliğine zerkedilen bu dolar ılıklığı, rehaveti Türk halkının güçlünün çekim alanına girmesini daha da kolaylaştıracaktır.
ABD’nin yanında tereddütsüz yer almayı açıkça savunduğu halde bu dolar pazarlığını kınayanlar da var. Bunların sözcülüğünü -galiba ağzı fazla laf yapamadığı için- MHP değil de Bay Mehmet Ağar’ın partisi, DYP yapıyor. Partinin genel başkan yardımcısı M. Ali Bayar, “büyük düşünmek” gerektiğini, ABD ile, sırf Ortadoğu ile sınırlı olmayan, örneğin tüm Avrasya’yı da kapsayan bir “stratejik ortaklık” kurmaya çabalamamızı savunuyor. Koca Avrupa’yı bile ortaklığa kabûl etmeyip tek başına dünyanın patronluğuna soyunmuş ABD’nin açtığı müstahdem kadrosuna talip olma önerisi yaptığını elbette gayet iyi bilen Bay Bayar, dolar pazarlığı yaparak bu yağlı maaşlı işi kaçıracağımızdan endişeleniyor.
Onun bu endişesini Bay Tayyib Erdoğan da başka bir açıdan paylaşıyor. AKP genel Başkanı da malûm, ABD’nin Irak’a saldırısına destek verilmemesini, bu gayrimeşrû işe bulaşılmamasını savunanlara “Ortadoğu’da tarih yazılırken seyredemeyiz, masada olmalıyız” diye karşı çıktı. ABD işbirlikçiliği ile Irak’a, Ortadoğu’ya “tarih yazmak” gibi pek tantanalı bir rolle girecekmişiz, girmeliymişiz Bay Erdoğan’a göre. İyi de, “istediğimiz desteği” vermezseniz Kürt devleti kurdurur, Ermeni sorununu kaşır, IMF’i başınıza bela ederim” diye tehdit ettiğini bizzat kendinizin söylediği bir ABD’nin “bu durumda el mecbur” diyerek peşine takılmış iseniz; orada “tarih yazılırken” size düşecek rol, yazı malzemelerini taşıyan, dikte edileni daktiloya çeken karargâhın onbaşı-yazıcısının rolünden farklı olabilir mi?
M. Ali Bayar ve Tayyib Erdoğan, “büyük düşünmek lazım” diye böbürlenerek ortada dolaşan Türk politikacılarının iki tipik örneği. Kendileri, partileri dolayımında Türkiye için tasarlayabildikleri “büyük proje”ler de bunlar.
Bu “büyük” politikaları “büyük” iş çevrelerimiz de destekliyor. Ülke ekonomisinin levyelerini tutan bu kesimler “küçük” düşündüğümüzde, yani savaş karşıtı tutum alıp ABD ve işbirlikçilerinin Irak’ta ve Ortadoğu’da akıtacakları kana, yapacakları ve yol açacakları yıkıma ortak olmadığımız takdirde, yatırımların duracağını, faizlerin fırlayacağını... özetle halkın geçim koşullarının pek zorlaşacağını ilân ediyorlar. Başımıza bu “büyük” işleri açmaktansa, hukuk, vicdan, ahlâk saldırgana dur diyebilme onuru vs. gibi küçük endişelere aldırmamamızı tavsiye ediyorlar. Bu endişeleri duyanları bu büyük iş çevreleri adına suçlamak, onlarla polemiğe girişmek işi de elbette “büyük medya”nın Ertuğrul Özkök gibi “büyük yöneticileri”ne kalem sahiplerine düşüyor. Ve örneğin Özkök, sadece onun gibilerin taşıdığı özelliklerle müstehak olunabilen bir derekeden, “savaş karşıtı” olanları Saddam Hüseyin yandaşı, onun dikta rejiminin savunucusu olmakla suçluyor. Utanmazlığın bile bir sınırı varken, bu gibiler için o da söz konusu değildir. Nitekim Bay Özkök, “TBMM bugün asıl tezkereye ‘hayır’ derse Türkiye’yi savaşa sokacak yolu açacaktır” diyebiliyor.
Bu “yavuz hırsız” diskurunun sergilendiği yazının yanı başında Oktay Ekşi, bizzat fiili Başbakanımız Bay Tayyib Erdoğan’dan yaptığı alıntılarla “Türkiye’nin (ABD tarafından) tehdit ve şantaj altında karar vermeye zorlandığı”nın kanıtlarını sıralıyor ve sözü “görüldüğü gibi Türkiye gerçekten rehin alınmış durumdadır” diye bitiriyor.
Ama ne gam! Bay Özkök bu duruma hiç aldırmadan Türkiye’nin “bölgenin en güçlü devleti” olduğunu, ABD ile bir olup savaşa katılmazsak bunun “bölgede güçlü ve büyük devlet olma iddiasını kaybetmek” anlamına geleceğini söylüyor.
Diyecek bir şey yok da; Bay Özkök bi zahmet bu güçlülük, büyüklük hikâyesinin, sahibi önünde kuyruğu kısık bir av köpeğinin, aldığı aport komutuyla, diyelim kedilere saldırırken duyduğu “büyüklük ve güçlülük” hissinden ne kadar farklı olduğunu anlatıverip merakımızı giderebilirdi.
“Büyüklük” ve “güçlülük” kavramımız, algımız eğer Özkök derekesine, onun gibilerin eline düşmüşse, düşülebilecek daha alt bir zillet derecesi var mıdır ve bu silkinmemiz için yeter neden değil midir?
Şüphesiz, bu gibi kritik noktalarda, Türkiye adına asıl karar verenler, gerekçeler sıralayıp E. Özkök gibi “şecaat arz ederken merd-i kıpti...” vaziyetine düşmeyecek kadar deneyimlidirler. Onlar bu gibi durumlarda, sadece o mevkidekilerin bilebileceği, biz fanilerin asla vakıf olamayacakları bir içeriğe sahip oldukları halesiyle örtülü oldukları için sırf zikredilmeleri bile tüm akan suları durduran “yüksek ulusal çıkarlar” veya “devlet sorumluluğu” gibi lafızları öne sürmenin yeterli olduğunu bilirler. O lafızlara yaslanarak alınmış kararlardan başımız ne denli ağrımış olursa olsun, bir sonraki seferde bu yöntem yine işletilir ve yine “nedir bunlar” denilmez. Özellikle “sivil iktidar” mevkiine gelenlerin muhalefetteyken söylediklerinin tam tersini yaptırtabilen, asla taviz vermeyeceklerini ilân ettikleri değer ve tutumları kolayca çiğnettirebilen bu “yüksek çıkarlar” ve “devlet sorumluluğu” tabu/argümanı şimdi de AKP iktidarının diline egemendir. 1991’de ilk Körfez Savaşı’nda, uluslararası hukuku alenen çiğnemiş bir Irak’a karşı hemen tüm dünya ülkelerinin ve kamuoyunun onayıyla açılan bir savaşa Türkiye’nin sadece üslerini kullandırarak iştirak etmesini en ağır ifadelerle eleştirmiş olan bugünün AKP’li çifte başbakanlarımız, şimdi Türkiye’yi Irak’a karşı hiçbir hukuki meşrûiyeti olmayan, vicdanları isyan ettirten bir saldırı harekâtını yürütecek küstah bir ABD siyasetinin emrine koşma kararını, “devlet sorumluluğu” adına savunabilmektedirler.
O “devlet sorumluluğu” veya “yüksek ulusal çıkar” denilen şey, bilmem kaç milyarlık borç taksidi, Ermeni Sorunu’nun gündeme getirilmesi, K.Irak’ta bir Kürt devleti ve Türkiye Kürtlerinin yine ayrılma arzularının depreşmesi ihtimali midir? Eğer öyleyse bizi, yüzyıldır sürekli “kaşınabilme” tehlikesiyle yaşanan ve böyle giderse ebediyyen de yaşayacağımız bir Ermeni sorununa kilitleyen, Kürtlerinin ayrılmak için fırsat kolladığı bir düzenden başkasını kurma yeteneği olmayan, ülkeyi bir borç girdabında debelenecek hale getirmiş bir “devlet” bu “müktesebatı” ile bizim demokrasi ilkelerimizden, inançlarımızdan, insanî değerlerimizden hak, adalet ve vicdani duygularımızdan nasıl daha üstün oluyor; bunlara karşı değil de ona karşı “sorumlu” olmamız isteniyor? Ve neden bu “sorumluluk, iktidara aday bir muhalefet hareketiyken sizi bağlamıyor, inançlarınız ve değerleriniz istikâmetinde konuşuyorsunuz da, iktidara gelince “bağlayıcı” oluyor? Ermeni Sorunu’nun gündeme getirilmesinden endişe duyarak, Kürtlerin her talep ve girişimini ayrılmaya giden adımlar diye değerlendirerek yaşamak mı “ulusal çıkar”dır, yoksa bu endişeleri duyurtmayacak bir vicdani-hukuki rahatlık sağlayacak bir durumu oluşturacak yönde davranmak mıdır “ulusal çıkar”?
Yoksa bütün bu soruların cevabı, bir önceki bölümde değindiğimiz “millî kimlik” algımızla, onun merkezinde yer aldığına işaret ettiğimiz “güce”, “güçlülüğe” hayranlıkla, savaşa, savaşçılığa üstün değer verişimizle mi ilgilidir? Örneğin o Ermeni ve Kürt sorunlarına ilişkin devlet politikalarına karşı “sorumluluk”, bu politikaların bizim “güçlülüğümüz ve savaşçılığımız”ın kanıtı, eseri ve nişanesi olmalarından; eğer bu politikalarda bir yanlışlık olduğunu ifade edersek, kendi “millî değer”imizi zedelemiş olacağımızdan, bundan kaçınmak için mi duyulmaktadır? O politikaların yanlışlığını demokrasi, hukuk ve insanî değerlere referansla ifade etmemiz, bunların “güçlü”lükten, savaşçılıktan daha üstün ve önemli olduğunu kabûl anlamına gelmesi, bunun da bizim değer yargılarımızla çelişmesi midir? Demokrasiyi, hukuku, insanî-vicdani değerleri öne ve üste çıkaran bir “millî kimlik” bize büyüklük ve güçlülük hissi değil, aksine bir zayıflık ve küçümseme hissi verdiğinden midir bu?
Çok daha “güçlü”ye savaş kudreti, çok daha fazla olana biat etmeye koşullu bu tür bir güçlülük saplantısına sahip olanlar, “daha güçlü”nün çağrısına riayet edip onun en yakınında yer aldıklarında bir yandan kendilerini biraz daha güçlenmiş sayarlarken, öte yandan da onun kanatları altına bu kadar sokulmanın tedirginliğini duyarlar. Çünkü “daha/en güçlü” olan bu durumda ağırlığını onun sorunlu olduğu bir “güçsüz”den yana daha rahat koyabilecektir. Kendisini yanına çağırırken de bunu ima etmiştir zaten. Ama “güc”e koşullu, güçle saplantılı mantık buna rağmen reddedemez o çağrıyı.
Türkiye’nin yarım yüzyıldır devlet ve her türlü iktidar sahipleri aracılığı/dolayımı ile ABD’yle ilişkisinin özeti de budur. ABD’nin yanıbaşında saf tutmuşken vaktiyle güçle, “güçlülük”le halledilmiş sayılan -Kürt, Ermeni- sorunlar ile ilgili hassasiyetlerin bu denli depreşmesi de o yüzden. “Güc”e saplantılı olmanın “kader”i, kısır döngüsüdür bu.
Şimdi AKP hükümetini eleştiren, onun ABD taleplerine boyun eğmesini “eşkiyaya yardım” gibi ifadelerle topa tutan CHP de aslında farklı bir yerden ve zihniyetten konuşmuyor. Yakın zamana kadar hükümetin politikasını usulen eleştiren CHP, öyle anlaşılıyor ki AB’nin, Almanya-Fransa ittifakının ABD-İngiltere aksına açıkça muhalefete geçmesinden sonra, buradan cesaretle ABD’nin Irak’a saldırı politikasına ve AKP hükümetinin tutumuna karşı muhalefetini sertleştirmeye başladı. CHP’nin “daha güçlü”müz konumuna - AB’yi yerleştirmiş tutumu, “devlet sorumluluğu” ve “ulusal çıkar” bahsinde AKP’den farklı değil. O da AKP gibi şu konjonktürde ordunun Irak sınırına yığınak yapmasını, örneğin Irak’ta Kürtlerin de yer alacağı federatif bir düzen kurulabilme ihtimali belirdiğinde K. Irak’a “müdahale” etme opsiyonunu onaylamaktadır. Irak’a el koymuş bir ABD’nin varlığında bu opsiyonu kullanmanın, ABD iznine tabi olduğunu, hem “devlet” hem de AKP ve CHP gayet iyi bilmektedirler.
Uluslararası hukuku, bizzat kendi ülkesinden de yükselen “uluslararası kamuoyu”nun dile getirdiği siyasi, ahlâki ve vicdani kaygıları hiçe sayabileceğini açıkça ilân etmiş bir ABD’nin, rakipsiz ve dehşetengiz bir askerî-parasal güç ile, kendince bir “yeni dünya düzeni” kurmanın ilk adımı ve parçası olmak üzere Irak’tan başlatacağı ve kaçınılmaz olarak, içiçe daireler yaratarak tüm bölgelere yayılabilecek olan operasyonlara egemen olan yaklaşım, güç politikasının mantığıdır. Bu mantık doğası gereği önceden yapılmış pazarlıkları, verilmiş sözleri sadece geçici araçlar olarak görür. ABD bu mantığıyla, doğrudan veya dolaylı güçleri ile bu bölgeye girdiğinde -ki Irak istilası başlamadıysa, ileri tarihe ertelense bile artık girmiş sayılmalıdır- onunla işbirliği yapacak halklar, yönetimler veya hareketler ya da ona karşı pozisyon almış olsalar da aynı güç mantığıyla yol, yöntem ve araç kullanacak olanlar bilmelidirler ki; böyle bir ortamda kendilerini kazançlı sayacakları bir duruma gelmiş olsalar bile, bu durumları asla kalıcı olamayacak; daha da önemlisi eğer insanî, hukuki bir amaçları varsa durumlarına, düzen ve hayatlarına bu amaçlar kesinlikle damgasını vuramayacaktır.
Modern çağ kazanımlarının çoğunu edinememiş olmakla birlikte, bütün eksikliklerine rağmen, bir dinler, kültürler, halklar harmanı olarak dünyamızın en zengin parçası olan ve bu vasfıyla göreli olarak insanlık tarihine yine de en dikkate değer bir ortak yaşama, büyük siyasal-toplumsal birliktelikler oluşturabilme kültürü ve mirası sunabilmiş Ortadoğu, şu son yüzyıl boyunca, o güç mantığının, güce dayalı egemenlik hesaplarının en fazla çilesini, mağduriyetini çekmiş halkların toprağıdır. Şu anda bir kez daha o mantık ve hesapların çok daha kanlı, kahredici ve insafsız biçim ve araçlarla işletileceği bir dönemin eşiğinde, hattâ içindedir. Ve daha kötüsü bu dönemin girdaplarından kaçınmak için vakit de geçtir. Bu girdapta bir noktaya kadar savrulmak da ne yazık ki kaçınılmaz gözükmektedir.
Ama eğer o noktayı atlatabilecek kadar direnç ve bilinç varsa; sadece Ortadoğu’yu değil, aslında tüm insanlığı kuşatan “güç” zihniyetinin, mantığının tüm uygarlık tarihimiz boyunca işleyebilmiş kısır döngüsünü kırabilecek bir momenti yakalamak da mümkün olabilecektir.
Özünde insanlığı, doğaya, yaratıklara özgü o güç yasalarından, onun “mantığı”ndan sıyırma, kurtarabilme süreci olan uygarlaşmanın, şimdiye kadar bu yönde kaydettiği her aşama, insanî değerleri, hak ve vicdan duygusunu, ölçütlerini geliştirebildiği oranda, o güç mantığının da daha etkili araçlar kullanabilmesine elverecek biçimde teşekkül etti. Böylece bir yandan “barbarlıktan uzaklaşmanın” gururunu yaşadığı düzeylere ulaşırken, güç mantığının işlediği, onun çarkına kapıldığı noktada, bir öncekini mumla aratan bir barbarlık durumunun içine düşmüş bulabildi kendini. O safhadaki uygarlık edinimlerimizle baş edemediğimiz, dizginleyip geriletemediğimiz bir barbarlık potansiyeli de yaratıyor olmak uygarlık sürecimizin en çetin çelişkisi olarak yaşanageldi.
Bugün, daha doğrusu uygarlığımızın şu son yarım yüzyılında giderek daha da belirginleşen biçimde, o çelişkinin zirvesinde, artık katlanılamaz haliyle yaşamaktayız. Uygarlığın maddi ürünlerini “güç araçları”na dönüştüren, egemenlik savaşlarının güç mantığının hizmetine koşan ezeli çark maddi ve manevi tüm anlam ve yüklemleriyle insanî varoluşun tamamını, tüm varlık koşullarını yok edebilme potansiyeli ve tehdidiyle dönmektedir artık çünkü.
Modern ve modern ötesi çağın güç araç ve imkânlarını “insanî” olan adına kullanabilme yaklaşımının da tıkanması demektir bu. İnsanî olanın, salt kendisi olarak, tamamen kendine özgü araç ve yöntemler türeterek “güc”e ve güç mantığına karşı durmasının; onu geçersiz kılabilme, yol ve imkânlarını yaratmanın; kadim politikaya, bunun türlerine karşı, böyle bir politika’yı oluşturmaktan, bunun zaferinden başka çaremiz ve umudumuz kalmamıştır, artık.
Ortadoğu, yani uygarlığın başladığı yer, uygarlığın barbarlığa karşı nihai zaferinin kazanıldığı yer olamazsa bile, böyle bir iradenin oluşumu için ilk kıvılcımın doğmasına yol açabilecek bir sarsıntıyı yaratmış gözükmektedir. ABD’nin ultra modern tüm araçlarla donanmış, sınırsız güç mekanizmasıyla meydan okuyuşu karşısında sinmeyen ama bildik karşı çıkış yol ve yöntemlerinin çaresizliğini de derinden duyan o tüm kıtalara yayılmış “uluslararası kamuoyu” bu iki zıt duygunun elektriğinde mutlaka yolumuzu aydınlatacak bir ışık üretecektir. Yeter ki gözlerimiz ve aklımız “güc”ün çelik ve ateş parıltılarından körleşmesin.
ÖMER LAÇİNER