Hasan Bülent Kahraman'ın “ulusal arkeoloji“ İlgisi

Hasan Bülent Kahraman’ın “ulusal arkeoloji” ilgisi

Sanırım, postmodernizm, bir bilgi yaklaşımı olmanın yanında, bir de postmodern ahlâk yarattı. Bu ahlâkın temelini, “benim görmediğim ya da bilmediğim şey, yoktur” ilkesi oluşturuyor. Bunun güzel örneklerinden birini Hasan Bülent Kahraman “ulusal arkeoloji” konusunda 10 Ocak 2003’te Radikal’de yayımladığı bir yazıda verdi. Kahraman yazısında, 2002 yılında katıldığı MESA toplantısında Ortadoğu ülkelerinde ulusal arkeolojiyi konu alan bir kitap gördüğünü, ancak bu kitapta Türkiye’yle ilgili tek bir satırın bulunmamasının dikkatini çektiğini söylüyor. Oysa Kahraman’a göre Türkiye “hem ulusal arkeolojinin sistemleştirilmesi açısından önemli girişimlerde bulunmuş bir ülkeydi, hem de Ortadoğu kültürünün anlaşılmasında kilit rolü oynuyordu”. Bütün bu öneme rağmen Türkiye üzerine herhangi bir çalışma yapılmamıştı. Üstelik bu ilgisizlikte dahli olanlar sadece arkeologlar değil, “belki onlardan daha çok” kültürel çalışmalar/araştırmalar alanında bulunan akademisyenlerdi. Kahraman yazısında, buradan yola çıkarak bir büyük hükmüyle bu olguyu birleştirmekten de geri durmuyordu: “Hiçbir şeyimiz üstüne düşünmediğimiz gibi bu ulusal arkeoloji süreci ve onun diğer açılımları üstünde de düşünmemiştik”! O halde akla Kahraman’ı kolayca böylesine “iri” hükümler vermeye sevk eden bilgisel temel nedir? sorusu gelmeli! Zira Kahraman’ın, öteden beri arkeolojiye ilgi duyduğunu, epeyi bir zamandır kafasında bir yerlerde bu konuyla ilgili bir makale yazmakta olduğunu ve onun gerektirdiği araştırmayı yaptığını açıkça söylediği halde, bu konuda yayımlanmış yazılardan/araştırmalardan habersiz olması oldukça şaşırtıcı. Muhtemelen Kahraman yazmaktan okumaya pek fırsat bulamıyor. Ya da bir konu ancak o ilgilenince entellektüel bir ilgiyi hak ediyor! Hemen bu konuda yazılmış, ama Kahraman tarafından “görülmemiş” birkaç yazıdan söz edeyim: Bir kere akla ilk olarak ünlü Routledge yayınevinden çıkan 1998 yılında basılmış Archaeology under Fire: Nationalism, Politics and Heritage in the Eastern Mediterranean and Middle East (Ateş Altında Arkeoloji: Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da Milliyetçilik, Siyaset ve Miras) adlı kitapta yer alan Mehmet Özdoğan’ın “Türkiye’de İdeoloji ve Arkeoloji” başlıklı makalesi geliyor. 1992 yılında düzenlenen ve 1993 yılında Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Osman Hamdi Bey ve Dönemi Sempozyumu’nda Ufuk Esin’in “19. Yüzyıl Sonlarında Heinrich Schliemann’ın Troya kazıları ve Osmanlılarla İlişkileri”, Mehmet Özdoğan’ın “Arkeolojide Çağdaşlaşma ve Türk Arkeolojisini Bekleyen Tehlikeler”, Günay Paksoy’un “Bazı Belgeler Işığında Osmanlı Devleti’nin Kültür Mirası Politikası Üzerine Düşünceler”, Nur Akın’ın “Osman Hamdi Bey, Âsâr-ı Atika Nizamnamesi ve Dönemin Koruma Anlayışı Üzerine” ve Halil Berktay’ın “Kültür ve Tarih Mirasımıza Bakışta Milliyetçiliği Aşma Zorunluluğu” makaleleri bu konularla ilgili kişilerin mutlaka görmesi geren yazılar... Cogito’nun 28. ve Sanat Dünyamız dergisinin 80. sayılarında bulunan ve tam da Kahraman’ın bulunmadığı için yazıklandığı türden çok sayıda makale de cabası... 2002 yılının bahar aylarında Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce dizisinin Modernleşme ve Batıcılık cildinde (3. cilt) benim, “Batılılaşma Karşısında Arkeoloji ve Klasik Çağ Araştırmaları” ve “Ekrem Akurgal” makalelerim yayımlandı. Ayrıca daha önce Cahit Arf’ın ölümü üzerine Cahit Arf’ın bilim anlayışı ile Ekrem Akurgal’ın bilim anlayışını karşılaştıran bir yazım Kebikeç’te yayımlanmıştı. Özetle bu konuda ilgi ve yönelim küçümsenmeyecek ölçüde, Kahraman’ın “dikkat çekmesinden” çok önce uyanmış bir ilgi... Üstelik güçlenerek devam ediyor. Örneğin Nisan ayında İstanbul’da bütün bu konuların tartışılacağı bir “Toplumsal Arkeoloji” toplantısı düzenleniyor. Başlangıç için hiç de fena sayılmayacak bu ilgi ve etkinlik karşısında Kahraman böylesi hükümleri cesaretle verebildiğine göre, bu konuda hiçbir şey bilmiyor! Demek ki Freud’un odasının ve masasının psikanalizini yapan makaleden yahut Ceram’ın tarih olmuş kitabından başka şeyler de okumak gerekiyor! Türkiye’de Bizantolog olmadığı yargısını ise Semavi Eyice’ye, Yıldız Ötüken’e ve Ebru Parman’a havale ediyorum.

Bu konudaki dikkatsizlik sadece Kahraman’a özgü bir durum değil. Birçok aydın ve gazeteci, bu alan hakkında pek bir şey bilmediği gibi, çoğu zaman yanlış da yönlendirilebiliyor. Ne yazık ki, Türkiye’de aydınların ve gazetecilerin ilgisini Troya ve Çatalhöyük gibi “medyatik” kazılar çekiyor. Bunu, bu kazıların halkla ilişkiler başarısına bağlamalı... Ama bir bilimadamı ya da aydının bu medyatik kuşatmaya dayanan edilgenliği kabul etmesi affedilebilir mi? Oysa Türkiye arkeolojisini evrensel düzeyde öne çıkaran prehistorik buluşların pek çoğundan bu kesimlerin haberi bile yok. Tekrar etmek gerekiyor. Söz konusu olan kesim, edilgen bir biçimde haber almak durumunda bırakılmış halk kesimleri değil... Bu konuda ilgili, hattâ Kahraman’ın yazısından anlaşıldığı kadarıyla “bilgili” olduğu iddiasında olan ve sürekli yazdığına, hattâ ekmeğini buradan kazandığına göre sorumluluk sahibi olması gereken grup. Bu sorumluluk hem halka hem de bu alanlarda dirsek çürütenlere karşı duyulmalı. Bunun dışında bir lâkaydinin gerçekten affedilir yanı yok.

Kahraman’ın yazısından, arkeolojinin doğuşundaki milliyetçi ilgiye dair cilalı lâflar etmesine ve yazının arkeolojinin tarihini “iyi bildiğini” işaret edecek imâlarla süslü olmasına karşın, bu alana hiç de eleştirel bakmadığı izlenimi de alınıyor. Aydın Doğan ödüllerinin bu yıl arkeoloji alanında verilmesinden duyduğu heyecanı ve verdiği desteği söyleyerek Kahraman, bu konuda hiç de eleştirel olmadığını -belki de bu alandaki bilgisizliği nedeniyle olamayacağını- gösteriyor. Çünkü açıklanan jüri, her biri kendi alanında çok değerli kişiler olmakla birlikte, bu konuda Türkiye’deki establishment’i temsil ediyor. Üstelik aralarından biri, Türklerin Anadolu’da otoktonluğu tezini yeniden ısıtan son derecede tartışmalı fikirlerin sahibi; bu teziyle son Türk Tarih Kongresi’nin Türkçü-milliyetçi çevrelerince pek takdir edildi ve Tarih Kurumu Başkanı yakında bu konudaki bir kitabının yayımlanacağı muştusunu verdi. Örneğin jüride Mehmet Özdoğan gibi, gerçekten dünya çapında buluşlara imza atmış bir kişinin neden bulunmadığı sorulabilir.

Burada son olarak bu yazının bir “polemik” yazısı olmadığını belirtmem gerekiyor. Amacım entellektüel lâkaydiye karşı ciddiyeti çağırmaktan başka bir şey değil.

Not: Bu yazı ilk olarak Radikal gazetesine gönderildi. Yayımlanmadığı gibi, herhangi bir cevap da verilmedi. Bu görmezden gelmenin, yazarlarını korumak kaygısından mı, yoksa Aydın Doğan ödüllerine ilişkin eleştirel değerlendirmeden mi kaynaklandığını ise anlamış değilim. Gönderilen sulu-sepken kimi yazıları bile yayımlamaktan geri durmayan Radikal’in bu muhafazakarlığı nasıl tevil edilir, bilemiyorum. Bir gazetede ortaya konulan kamuoyuna açılmış bir fikrin aynı ortamda eleştirilememesini ise hangi iletişim özgürlüğü yaklaşımı ile açıklayabiliriz, onu da bilmiyorum. Bu iletişim özgürlüğü yaklaşımının kendi yazarlarına istediğini, istediği fütursuzlukta söyleme özgürlüğünden ve bu fikriyata ilişkin yansımalara karşı ise suskun kalmaktan, dolayısıyla “iletmemekten” ibaret olduğu anlaşılıyor.

SUAVİ AYDIN