ABD Emperyalizminden ABD İmparatorluğu'na

Irak’ta rejim, Saddam Hüseyin yönetimi, ABD-İngiltere askerî gücünün saldırısına sadece üç hafta dayanabildi. Gerçi saldırganların ultra modern tahrip ve imha gücü karşısında Irak askerî varlığının yenileceği zaten kesindi, ama özellikle Güney Irak Şiî Arap halkının gösterdiği sert direniş, Basra, Necef ve Kerbela’da günlerce süren şiddetli çatışmalar, saldırganların Bağdat önlerinde ve bilhassa içinde daha çok zorlanacakları izlenimini vermişti.

Ve Irak’ın askerî yenilgisinin ilân tarihinin en azından Mayıs ortalarına kadar sarkabileceği konuşuluyordu. Derken Bağdat kuşatmasının daha ilk haftası dolmadan Irak askerî direnişi birdenbire çözüldü, çöktü ve birkaç gün içinde Irak fiilen teslim oldu ve ülke tümüyle işgâl edildi.

Bu ani çözülmenin ikna edici bir açıklaması hâlâ yapılmış değil. Saddam Hüseyin ve oğulları şöyle dursun, rejimin en üst düzey mensuplarının çoğunun ne teslim olmuş ne ölü-sağ ele geçirilmemiş oluşu, neredeyse tam takım halinde ortadan kaybolmuş olmaları, akıbetleri hakkında hiçbir bilginin verilmiyor olması da dikkat çekici. Daha da ilginç ve manidar olan nokta, ABD otoritelerinin bu konulardan sanki teferruatmışçasına söz etmeleri, geçiştirmeye, gündeme getirtmemeye hattâ unutturmaya çalışmaları.

Hatırlanacağı üzre Afganistan’da da tutumlar böyleydi, ama bu konu hiç de teferruat değil. Çünkü Afganistan’da Taliban yönetim kadrosu ve Usame Bin Ladin; Irak’ta Saddam Hüseyin ve üst yönetimi şahsen “savaş nedeni” idiler. Bu yönetim ve kadrolar halklarının onayı ve bilgisi olmaksızın biri 11 Eylül terörünü tertipleyerek, öbürü kitle imha silâhları edinerek ABD’nin ülkelerine savaş açmasına neden olmuşlardı. İddia ve gerekçe buydu. Ve o yüzden ABD de o savaşları açarken söz konusu “suçlu”ları cezalandıracağını, o ülkelere de “özgürlük” getireceğini söylemekteydi. Hareketinin meşrûiyetini uluslararası hukuka değilse bile, bu söyleme dayandırıyordu. O nedenle eğer herhangi bir meşrûiyet kaygısı varsa, hem iddialarını kanıtlamak hem de suçluları bu kanıtlarla birlikte dünya kamuoyu önüne çıkarmakla yükümlüydü.

Oysa, bilindiği üzre ne Taliban yönetimi ne Usame Bin Ladin’in ele geçirilmesi için çok özel bir çaba sarf edildi ne de işgâl edilmiş Afganistan’da ABD’nin 11 Eylül’e ilişkin iddialarını doğrulayacak ek kanıtlar bulundu. O iddiaların sadece bir bahane olduğu artık apaçık belli ve Afganistan’a getirilen “özgürlük” de birkaç kadının burkalarını atmasından, Şah’sız bir 1970’ler Afganistan’ına -üstelik etnik çatışma riski daha da artmış olarak- geri dönüşten ibaret kaldı.

Irak’ta da benzer bir durum ve tutum söz konusu. Irak’ı neredeyse iki haftadır tamamen işgâli altında tutan ABD, varlığını iddia ettiği kitle imha silâhlarını hâlâ bulabilmiş değil. Bulacağa da benzemiyor ve dahası bulmuş gibi yapmayı bile önemsemez görünüyor. Saddam ve üst kadrosunun sıvışmasına göz yummak veya belki de anlaşmalı biçimde ortadan kaybolmalarını sağlamış olmak da bu tutumun uzantısı ve gereği. Çünkü onların ele geçirilmiş olmaları, Irak’a açılan savaşın meşrûiyeti sorusunu gündemde tutar ve ABD’yi iddialarını kanıtlama yükümlülüğüne zorlardı. Ortadan kaybolmaları ise ABD’ye meşrûiyet sorununu erteletme, giderek unutturma imkânı verir. Dahası Afganistan örneği üzerine bu örnek de binince “ABD’nin meşrûiyetinden sual olunmaz” gibi bir “ilke” de biraz daha yerleşmiş olur. Asıl istenen de galiba budur.

ABD’nin Irak’a özgürlük getireceği vaadini ciddiye alan bazı safdiller var idiyse bile bunlar dahi, ABD yönetiminin beyinlerinden Rumsfeld’in, Bağdat ve öteki şehirlerdeki yağmalamalara karşı ABD işgâl gücünün niye müdahale etmediği sorusuna karşı verdiği cevap karşısında ürpermiş ve akılları başlarına gelmiş olmalıdırlar. Bu zatın “yağma da özgürlüğün bir parçasıdır” mealindeki sözleri ABD’nin Irak -gibi ülkelere- nasıl bir “özgürlük” reva gördüğünün de ötesinde, aslında ABD’nin halihazır yönetiminin nasıl bir “özgür dünya” tasarımı olduğunun da önemli ipuçlarını vermektedir.

Erken bir hükme vardığımızı sanmıyorum. ABD’nin şimdi yürürlüğe koymuş olduğu “emperyal vizyon”un harcını oluşturan başlıca faktörlere, bunların karışımına baktığımızda şunu söyleyebiliriz ki bu “vizyon”, bir önceki dönemin emperyal vizyonlarından çok önemli, hayatî bir noktada ayrılmakta; ortaçağa, hattâ ilkçağa özgü emperyal vizyonları daha fazla andırmakta, onların ultra modern araç ve tekniklerle donatılmış bir biçimde hortlaması gibi gözükmektedir.

Bu Pax Americana, 19., 20. yüzyıl emperyalist modellerinde olanın aksine, hâkimiyeti altına aldığı ülkelerde düzen değil bir düzensizlik durumunun sürüp gitmesini öngörüyor gibidir.

19. yüzyıl sonlarından itibaren, yani hammaddelerin (zor) alımı-mamûl madde ihracına dayalı sömürgecilik döneminin yerini malî sermaye ihracının önplana geçtiği kapitalizmin kendine özgü emperyalizmine bırakmaya başlaması, emperyal güçlerin bağımlı veya sömürge ülkelerde istikrarlı düzenler kurmaya yönelmesinin de başlangıcıdır. Daha önce sadece ilgilenilen hammadde veya tarımsal ürünün metropollere güvenli biçimde ulaşması ve kendi mallarının satışı önündeki engellerin kaldırılması için bağımlı veya sömürge ülkelerdeki mevcut ekonomik-siyasal düzeni tahrip etmekten çekinmeyen, iç siyasal-toplumsal çatışmaları körükleyen, sık sık da zora başvuran ve o ünlü “böl-yönet” doktrinine göre işletilen sömürgecilik politikasının yerini, elbette denetimli bir “kalkınma” projesini uygulayacak siyasal-idari kadrolar, kurumlar ve bunların dayanacağı bir yerli/işbirlikçi mülk-sermaye sahibi kesimin oluşturulması süreci alır. Bazen orta vadede bağımsızlık vaadi ile de desteklenen bu politika, şüphesiz o ülkelerin emperyalist boyunduruktan kurtulma talep ve gayretlerini söndürmemiş, bunun yarattığı bir “istikrarsızlık” sürüp gitmiş, ama öte yandan bu düzenlemeler eskiye göre bir iyileşme duygusu ve uyarlanma isteği doğurduğu ölçüde, ülke bir kurtuluş savaşı ile bağımsızlığını kazanmış olsa bile emperyalist metropol ile ilişkiler tamamen kopmamış, koptuysa dahi bir süre sonra bu “müktesebat” üzerinden güçlü ekonomik-siyasal-kültürel ilişkiler -bağımlılık- yeniden kurulabilmiştir. Nitekim 2. Dünya Savaşı ertesinde sömürge imparatorluklarını çoğu kez kurtuluş savaşları ile peyderpey tasfiye eden Avrupa’nın kapitalist/emperyalist ülkeleri eski sömürgelerinin çoğuyla bugün hegemonik bir iktisadî-kültürel siyasal ilişkiyi sürdürebilmektedirler.

Daha önceki bir yazıda (Birikim, sayı 156) da işaret ettiğimiz gibi ABD emperyalizmi başından beri böyle bir özelliği pek taşımamıştır. Avrupa emperyalizminin ilk sömürgecilik çağının zorla iktisadî “ilişki”sini kapitalist ilişkiye evriltmesine eşlik eden veya bu ilişkiyi evrensel -siyasî, hukuki kültürel, ideolojik- değer ve kurumlarla bezeyerek empoze etmeye çalışan tutumuna karşılık, ABD kendi “arka bahçeleri”nde ne böyle bir özendiriciliğe soyunmuş ne de o ülkelerin kendisiyle ekonomik-toplumsal-kültürel rezonansını güçlendirecek bir “düzen” oluşturmaya gayret etmiştir. Orta ve Güney Amerika’yı kendi “arka bahçesi” olarak ilân eden 1821’deki Monreo Doktrini’nden neredeyse günümüze kadar sayısız darbeler, iç savaşlar, ardarda gelen dikta yönetimleri ile çalkalanıp duran Orta ve Güney Amerika’da ABD kendi somut iktisadî çıkarına, sömürü kaynaklarına dokunulmadığı sürece kayıtsız kalmayı, çıkarı zedelendiğinde ise doğrudan zor kullanmayı veya yerel bir zorba kliği aracılığı ile çıkarını güvence altına almayı yeğleyegelmiştir. ABD, kendi isteği ile iktidarı ele geçiren ve tüm rakiplerini tasfiye edip veya sindirerek “istikrar”ı sağlamış bir zorba yönetimin, bu gücünden cesaret alarak ABD’nin iktisadî çıkarlarından bir parça ödün talep etmeye yönelmesi halinde, o “istikrar”ı bozmakta da tereddüt etmez.

Bu özelliği ile ABD emperyalizmi, kendine doğal sınırlar çizen ve o sınırların ötesindekileri, örneğin “barbar” diye niteleyerek, bunların “düzen”den yoksun sürekli iç çatışmalarla meşgûl bir halde yaşamalarını kendi “uygar dünya”sını korumanın ilk şartı sayan kadim imparatorluklara benzer. O imparatorlukların barbarlarına karşı “dış politika”sı, bir kısmına geçici imtiyazlar, rüşvetler vererek, entrikalar tertipleyerek onları bölünmüşlük ve çatışma halinde, yani özetle sürekli bir düzensizlik durumunda tutmaktır. İmparatorluk örneğin Çin’in ve Roma’nın ünlü cezalandırma seferleri gibi güç gösterilerine girişerek “barbarlar”ın kendisine kafa tutma eğilimlerini belli aralıklarla ezmeyi de ihmal etmez. Bu yöntemin imparatorluğun “yenilmezliği”ni tescil ettirmenin yanısıra barbarlar dünyasındaki düzensizliği arttırma gibi bir işlevi de vardır. Kadim imparatorlukların yanı başlarındaki “barbar” denilemeyecek yerleşik toplumlara veya komşu (rakip) imparatorluklara ilişkin “dış politikası” da esasta aynıdır ve “düzensizlik” yaratmaya yöneliktir.

Şüphesiz, ABD emperyalizminin bağımlı ülkeleri ile kurduğu kadim imparatorluklarınkine benzer bu dış politikası, ABD 2. Dünya Savaşı ertesinde kapitalist-emperyalist kampın liderliğini üstlendiğinde bir hayli değişmiştir. Kapitalizmin reel sosyalizmle rekabet zorunluluğunun gerektirdiği, sosyal/refah devleti olma iddiası ile de paralelliği olan bu değişiklikler sonucunda ABD emperyalizmi, Avrupalı emperyalizmler kadar geniş açılı olmamakla birlikte, bağımlı, periferik ülkelerde, dikta rejimleriyle sağlanmış olsa bile yine de istikrarlı bir düzenin var olmasını gözetmekteydi.

Ancak bu tutum, reel sosyalizmlerin çöküş alametlerinin belirdiği 1980’lerle birlikte terk edilmeye başlandı. Burada belirleyici faktör neo-liberalizmdir. Çünkü neo-liberalizm sadece bir iktisat politikası, kapitalizmin mümkün işleyiş biçimlerinden herhangi biri değildir. O, kapitalizmin insanı doğal güdü ve ihtiyaçlarının yönlendirdiği bir iktisadî çıkarlar kompleksi sayan ayırdedici zihniyet tarzının en katışıksız ifadesi, “insan=ekonomik hayvan” denkleminin nihai varış noktasıdır. Reel sosyalizmler tarafından ne denli gölgelenmiş olursa olsun, sosyalizmin temsil ettiği salt insanî eğilim ve ihtiyaçların, yani ahlâki, sosyal, moral talep ve iddiaların meydan okuyuşu karşısında bunlara ödünler vermek zorunda kalmış kapitalist mantığın kendini nihayet “tamamiyle özgür” sayarak sergilenmiş halidir neo-liberalizm.

Neo-liberalizmin kapitalist/emperyalist kurum, ilişki ve uygulamalar dünyasında belirleyici olmaya başlaması, postmodernite dediğimiz “durum”u yarattı ve bu “durum”da ABD emperyalizmini, Amerikan imparatorluğuna dönüştüren sürece girildi. 1990’lardan günümüze kadar gelen bu süreçte, önce ABD’nin hiper bir ulus-devlet emperyalizmi olarak, eşitler arası en birinci görünümü verdiği, dünyanın “Kuzey”in egemenliğinde ama aynı zamanda demokrasi, insan hakları gibi temel kural ve kurumlar çerçevesinde düzenlenmesine çalışıldığı bir ara evreden geçildi. Ama daha bu geçiş evresinde iken bile, ABD’nin dünya ölçeğinde organize edilmiş devlet aygıtlarına, rakipsiz denilecek kertede üstün askerî teknolojik gücüne yaslanan, neo-liberalizmin mantığını olduğu gibi yansıtan yeni bir dünya egemenliği projesinin ayak sesleri işitilmekteydi. Bush ekibinin yönetime gelişi ve 11 Eylül’ün verdiği ivme ile fiilen yürürlüğe sokulan işte bu projedir. Ve Alain Joxé’ın gayet yerinde tanımıyla bu bir “kaos imparatorluğu”dur. Çünkü az önce yaptığımız özet açıklamaların devamı olarak şunu söyleyebiliriz ki, bu Amerikan -kaos- imparatorluk modeline kadim imparatorluklar gibi ne salt kendi “medeni dünyası” sınırları içinde yerleşik kurum ve kurallara dayalı bir “Pax” öngörmektedir ne de bir önceki dönemin emperyalizmi gibi kendi “anavatanı”ndaki düzeni, egemenliği, hegemonyası altındaki dünya bölümüne tedrici olarak yansıtmak gibi bir yönseme içindedir. “Kendi anavatanı”, kendi “uygarlık havzası” da dahil tüm dünyanın kuralsızlaştırılmasını -deregulation- öngörür. İdeali kural, hukuk ve düzen koruyucu -ulus-devlet gibi- tüm “birim”lerin ve -siyaset, ideolojiler gibi- tüm düzeylerin bu işlevlerini imparatorluğun iradesini temsil edecek aygıtlara bırakmasıdır. Ulusal pazarların toplamı olarak işleyen bir önceki dönemin kapitalist-emperyalist dünya pazarından global piyasaya geçiş bunun önkoşulu, zemini olacaktır, olmaktadır.

Neo-liberalizm, toplum diye bir kategori varsaymadığı bireylerden oluşan bir insanlık manzarasını esas aldığı ve bu bireyleri de birer ekonomik çıkar ve güdü biriminden ibaret saydığı için mevcut toplum ve ülkeleri birer piyasa gibi görmek, piyasaya dönüştürmek eğilimindedir. Bu, toplumları ve ülkeleri (ulus-devletleri) oluşturan ekonomi dışı faktörleri, kurum, kural ve değerleri yok saymaya, “aşındırmaya”, hattâ tahribe dönük bir eğilim demektir. Şüphesiz toptan ve bir hamlede gerçekleştirilecek bir “temizleme operasyonu” öngörülüyor değildir. Neo-liberal Amerikan İmparatorluğu, onun global pazar önkoşuluna adapte olmuş ulus-devletleri, toplum ve uygarlık-kültür havzalarını ya “terörizmle mücadele” bayrağı altında ya da “medeniyetler çatışması” gibi teoriler eşliğinde seferber ederek geçireceği ilk safhalardan sonra nihai hedefi olan para-meta mülk ilişkilerinin, hareketlerinin arenası olacak bir insanlık durumuna ulaşma rotasındadır. Bu hedef ve rota sadece toplum ve toplulukların atomize olmasına değil, insan ilişkileri piyasa ilişkileri haline geldikçe o mahût “piyasanın gizli eli”nin, yani piyasanın güçlülerinin, global ölçekli şirketlerin, şirket organizasyonlarının -kelimenin tüm anlamıyla- egemenliği ele almasına götürecek süreçtir. Bu sürecin son yıllarda bir şirket kimliği oluşturarak personeline, müşterilerine bir aidiyet duygusu kazandırmaya özel bir önem veren azman şirketlerin dünün ve günümüzün millet, devlet kategorilerinin yerine geçirebilecek yönde işleyebileceği dahi öne sürülebilir. Amerikan İmparatorluğunun son Afganistan ve Irak seferlerinin kendi ulus-devlet organları ve öteki ulus-devletlerle danışmaktan daha çok bu ülkelerle “iş”i olan dev şirketlerle “savaş”ın kendi işlerine etkisini hesaplayan diğer dev şirketler arasındaki müzakerelerle tertiplendiği yolundaki haberlere ve her iki savaşta da “yeniden yapılanma” denilen şeyin yüz milyonlarca dolarlık “iş”ler bazında konuşulduğuna bakılırsa yukarıda sözü edilen ihtimalin hiç de gerçek dışı sayılmayacağı sonucuna varabiliriz. Kaldı ki yine her iki “savaş”ta savaşılan (?) ülkenin kaynaklarından tahsil edilecek bir faturanın önceden hesaplandığını gördük. Bu fatura sadece Amerikan silâh şirketlerinin, “savunma endüstrisi”nin ciro ve kazançlarının yanısıra Pentagon’un “payı”nı da içeriyor mu bilinmez ama savaşa da bir “iş”, bir piyasa olarak bakıldığının kanıtıdır ve bu bakış neo-liberalizme hiç de aykırı düşmediği gibi, bu tür piyasaları “geliştirmeyi” de gayrimeşrû saymaz. Yağmacılığı özgürlüğün bir parçası, tezahürü olarak niteleyebilen ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, savunma endüstrisinin yeni savaşlar için göstereceği çabaları da “iş alanı” açma, işini geliştirme, piyasayı hareketlendirme terimleriyle pekâlâ tanımlayabilir.

Afganistan’a, özellikle de Irak’a karşı açılacak -ve nihayet açılan- savaşın, hemen bütün ülkelerde çok geniş halk yığınlarınca ve pek çok ulus-devletçe onaylanmamasına karşın, yine bütün ülkelerdeki “büyük iş çevreleri” medya tröstleri ve “borsalar” tarafından “desteklenmesi” de ilginç, anlamlı bir göstergedir. Bu destek, bu kesimin bazıları için özel iktisadî çıkar veya çıkar beklentisine bağlı olabilir. Ama, piyasalar dünyasının güçlüleri olarak gösterdikleri bu total tutum, Amerikan imparatorluğunun dünya ölçeğindeki köşe taşlarının tam bir manzarasını verir. Türkiye örneğinde “büyük iş çevreleri”nin ABD’nin savaşına destek konusunda Türk devlet ve hükümetine eşine ender rastlanır açıklıkta yaptıkları baskı ve devlet politikasının konuyu sadece “iş” -taşeronluk- ve ekonomik getiri açısından ele alması gerektiğine dair şirretçe vurgu, bunların Amerikan İmparatorluğu “vizyonu”nu sıradan ABD yurttaşından çok daha fazla “kendisininki” saydığını yeterince duyumsatacak ölçüde idi.

Bu noktanın yakın gelecekte daha da berraklaşacağını şimdiden söyleyebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki, ABD İmparatorluğunun kendisine istediği desteği vermeyen ulus-devletleri cezalandıracağı yolundaki tehdidi, o ulus-devletin temsil ettiği ülkeyi toptan cezalandırmak biçiminde değil, devletlerine ABD lehine baskı yapmış “büyük iş çevreleri”ni muaf tutan hattâ “yeniden yapılandırma” ihaleleri ile mükâfatlandıran bir program ile yerine getirebilir örneğin. Dev sermaye gruplarının neredeyse tamamının bir biçimde uluslararasılaşmış, kozmopolitleşmiş oluşu bunu haliyle kolaylaştıracaktır. Ve bu aynı zamanda ulus-devletlerin siyasal kaygılarla koyduğu sınırlamaları zaten aşındırmış ve aşabilir duruma gelmiş büyük sermayelerin pusulalarını Amerikan İmparatorluğunun güç merkezlerine göre ayarlamaları sürecini de hızlandırmaları demektir.

Bu süreç, büyük sermayeleri siyasal kaygıları da gözetmek zorunda olan ulus-devletlere mecbur olmaktan kurtaracak bir süreçtir. Özellikle son on yıllarda sermayenin artan akışkanlığı karşısında siyasal-sosyal dengeleri ekonomik istikrarı koruma bahsinde giderek zorlanan ulusal devlet ve hükümetler artık hayatî bir seçim yapma noktasındadırlar. Ya “piyasalar” imparatorluğunun yerel inzibati-idari organları derekesine düşmeyi kabullenecek veya ulus-devlet blokları içinde yer alarak imparatorluğa karşı alternatifin zeminini oluşturacaklardır. “İmparatorluk öncesi” dönemde kurulmuş ulus-devlet bloklarını, hattâ daha da ileriye gitmiş AB gibi oluşumları dahi çatlatan bir karar noktasına gelinmiştir.

Hemen belirtilmelidir ki, söz konusu kararlardan hangisi verilecek olursa olsun bu, ulus-devletin fiilen tasfiyesi anlamına gelecektir. Birinci halde yani neo-liberalizmin öngördüğü inzibati-idari bir aygıta indirgenme bir siyasal örgütleniş olan ulus-devletin bu niteliksel vasfını, dolayısıyla meşrûiyet zeminini terk etmesi, fizik gücü ve işlevselliği ile var olabilen herhangi bir organizasyon haline gelmesidir. İkinci halde ulus-devletler onlara tarihsel hattâ yapısal olarak damgasını vurmuş, “refleksleri”ne kadar sinmiş milliyetçiliklerden olabildiğince arınmak zorundadırlar. İmparatorluğa karşı direnişin ve alternatifin ulus-devlet bloklarınca hazırlanacak zemini alabildiğine siyasal olmalıdır. Çünkü neo-liberal imparatorluğun panzehiri gerçek bir siyasal toplumdur. Siyaset kavramı, özü itibariyle, ekonomik çıkar ve güdüleri konu alsa dahi, onları salt insanî olan değer, duyarlılık ve ihtiyaçları tatmin edebilecek çözüm biçimlerini tartışmak, karar ve uygulama süreçlerini şekillendirmek demek olduğu için böyledir bu. Neo-liberalizm ise insanın salt insanî olan varoluş hallerini geri plana, özel ya da manevi alana havale ederek, onların doğal varlıklar da olma özelliklerinden kaynaklanan ekonomik çıkar güdüsü ve ihtiyaçları ile yer alacakları bir insanlar arası ilişkiler dünyası öngördüğü için siyaseti dışlar, işlevsizleştirir veya onu idari-teknolojik yöntemlerle ikâme etmeye yönelir. Bu yöneliş henüz bütün radikalliği ile kendini göstermiyor ise halen başlangıç aşamasında olduğu ve hâlâ -hiper de olsa- siyasetin temellendirdiği ABD ulus-devlet kabuğunun içinden, o kabuğu kullanarak iş görme zorunluluğuna katlandığı içindir. Neo-liberal imparatorluğun merkezî aygıtı olmaya yönlendirilen ABD ulus-devlet aygıtının siyasal temellerinden dolayı verdiği refleksler bile kırılabilmiş değildir henüz. Bu bakımdan neo-liberal imparatorluğa karşı direniş ve alternatifin zeminini hazırlamayı seçecek blok(lar) harcı din ve milliyetçiliklerle de karılmış ulus-devlet yapılarının siyaset ve siyasallaşmayı kısıtladığı, budadığı gerçeğini gözardı etmeye kalkışsalar dahi, onları şu son Irak vak’asında ulus-devlet ötesi çabalara zorlamış olan ülke kamuoyları özellikle bu nokta üzerinde yoğunlaşmalıdırlar. Amerikan saldırganlığına karşı savaşın insan dışılığı ekseninde biraraya gelen her kıtadan her din ve milletten milyarlarca insan sağlıklı bir başlangıç noktası üzerinde buluşmuş olmaktadırlar böylece. Bu tutumu, savaş kadar gayri insanî olan her şeye yöneltebildikleri ölçüde insanî bir varoluşun ve ilişkiler alanının da ne denli genişleyebileceğinin bilincine varabilecek, ekonomik çıkar ve güdülere kilitlenmenin insan(i)liğimizi iptal anlamına geldiğini fark ettikleri gibi siyaseti din ve milliyet referanslarına tâbi kılmanın öteki (din ve milliyet mensuplarının) insanîliğini yok sayma tehlikesini içerdiğini de görebileceklerdir.


Postmodern imparatorluğun, modern çağların kazandırdığı kadarıyla evrensel, uluslararası hukuk ve kurumları hiçe sayan politikası, bu hukuk ve kurumların kurucu özneleri olan ulus-devletlerin de hiçe sayılması anlamına gelir. ABD’nin rakipsiz askerî gücünün, belirleyici ekonomik ağırlığının baskısına rağmen mevcut ulus-devletlerden pek çoğunun ABD’nin safında yer almayışının aslî nedeni de budur. ABD’nin kendisi ile “koalisyon” oluşturan ulus-devletlerle bile müttefikliğin gerektirdiği ilişki tarzını kurmayışı da bunun göstergesidir. ABD, kurumsal bütünlüğü ile değil, sadece kendisine gerekli yönetim ve askerî aygıtı ile muhatap aldığı bu ulus-devletlerin kamuoyu ve öteki devlet organlarından gelen güçlü muhalefet dalgalarını yatıştırmak için çaba sarf etmek şöyle dursun, o muhalefetleri daha da körükleyecek bir tutumu bilhassa benimsemiş görünmektedir. Dolayısıyla ABD’nin “siyasî bir davranış tarzı”ndan bilinçli olarak uzak durduğu söylenebilir.

Öyle anlaşılıyor ki daha Irak operasyonunun gündemin baş köşesine oturduğu aylar öncesinden beri Türkiye de dahil diğer devletler bunun farkına varmışlardı. Ve galiba o nedenledir ki, bildiğimiz o siyasal gerekçelerle ABD safında fiilen yer almaya en teşne kuruluş olan ordu bu duraksamış, “siyaset karar vermeli” argümanının arkasına çekilerek ağırlığını tam kullanmaktan imtina etmiştir. ABD’nin müttefiklik, “stratejik ortaklık” gibi devletler arası ilişkilerde siyasal bir zemini ve göreli de olsa bir eşitlik hukukunu gerektiren birliktelikler kurmaya hiç niyeti olmadığı, bunun yerine “iş” bazında ve kendisinin “işveren” konumunda olacağı bir ilişki tarzını ikâme etmeye kararlı olduğu anlaşılmıştır. Konum ve ağırlıklarını toplumsal-siyasal bir meşrûiyete dayandırmak zorunda olup, bu zorunluluktan henüz “özerkleşmemiş” olan ulus-devletler veya ulus-devlet organlarının hemen ve kolayca uyabilecekleri bir teklif değildir bu. Reddedilmiş de değildir henüz. Bütün ağırlığı ile ortadadır ve öyle görünmektedir ki, önümüzdeki aylar Türkiye’sinde siyasal gündem hangi konu üzerinde yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, tartışma ve çatışmaları kendine doğru çekecek konu bu olacaktır. Türkiye’nin imparatorlukla ilişkisini, ona karşı tutumunu, nasıl bir alternatifin içinde yer alabileceği, bunun imkân ve koşullarını, imparatorluğun Ortadoğu’ya çöreklenmiş askerî gücünün gölgesinin üzerimize vurduğu bir ortamda konuşmak, tartışmak durumunda, zorundayız.

Şüphesiz dünyanın neresinde olursa olsun her ülkenin, toplumun karşı karşıya olduğu ve cevabı geleceğini belirleyecek soru budur, şu dönemde. Neo-liberalizmin empoze ettiği olabildiğince kuralsızlaştırılmış bir rekabet ortamında bireylerin, örgütlü çıkar gruplarının ekonomik güç maksimizasyonuna kilitlenmiş halde yaşadıkları bir dünya, yalnızca büyük sermayenin katıksız egemenliği anlamına gelmez. Bu aynı zamanda hiyerarşinin geniş tabanının en alt bölümlerinin yine katıksız bir cangıl yasasına terk edilmeleri demektir. Hiyerarşinin tepelerde en rafine biçimleriyle geçerli olacak güç mantığı aşağılara doğru indikçe kılıflarından soyunup tıpkı doğadaki gibi hiçbir suçluluk duygusu vermeksizin geçerli olabilecektir. Neo-liberalizmdeki tam da bu yüzden bir kaos imparatorluğudur ve onun mantığında sadece bu olabilir.

Irak’taki ABD işgâli bunun küçük ama yeterince anlamlı bir göstergesidir. Doğal zenginliğine -petrolüne- el konulduktan sonra, saldırganın gözünde hiyerarşinin en altlarında bir yere layık sayılan Irak halkının “özgürlüğü” talan fırsatı saymasını normal karşılayan ABD, o halkın özgürlüğü gerçek anlamıyla, yani kaderine egemen olabilme içeriğiyle talep eder gibi olduğunda, inanç ve değerleri olan insanlar olarak davranmaya kalkıştıklarında nasıl fütursuz bir şiddet, güç kullandığının daha şimdiden yığınla örneği, bir mezarlık dolduracak kadar kanıtı oluştu. Irak’ın bu ulus-devlet olarak varlığına ne denli titiz ve saygılı olduğunun kanıtını ise adı dillere düşmüş bir dolandırıcıyı “özgürleşmiş Irak”ın başına geçirmeyi öngören “yeniden yapılanma” projeleri ile vermekte. Irak’ın zenginliğinden göz diktiği payı alabilmesini güvenceleyecek teknik ve inzibati koşulları sağladıktan sonra, Irak halkının artakalan zenginliğinin kapışılması için etnik, mezhepsel bir kördövüşünün kaosuna yuvarlanmasına da aldırış etmeyecektir elbette.

Ama önemle bilinmelidir ki, bu daha yarısı anlatılmış hikâye ne Irak’a ne de Afganistan’a özgüdür. Şu anda ezici ekonomik askerî gücüyle, kuvvet(li)nin yasalarını egemen kılma kararlılığı ile meydan okuyan imparatorluğun yeryüzünü tarayan gözleri için hiçbir ülke Irak olmaktan o kadar da ırak gözükmemektedir. Kendisi dünyayı defalarca mahvedebilecek büyüklükte ve emsalsiz çeşitlilikte bir kitle imha silâhları cephaneliğini elde tutuyor ve geliştiriyorken, Irak’ı hâlâ kanıtlanamamış bir “kitle imha silâhlarına sahip olma” suçuyla itham ederek ezip geçen bir imparatorluğun iradesine ve diskuruna teslim olarak, dilin, kavramlarımızın bu amansız çarpıtılmasını kabullenerek dilsizleşmek, insan kimliğimizden istifa etmektir.

O nedenle de, bu imparatorluğa direnmek, bir ulusa, dine veya kültüre ait olmayla belirlenen ve sınırlanan bir kimliği, o kimlikle örülmüş bir siyasal varoluş formunu korumaktan ibaret olamayacağı gibi, bu türden koruma çabalarının toplamı da olamaz. İnsanlığın, insan olma serüveninin çeşitli aşamalarına, yollarına tekabül eden ve her biri de kazandırdıkları yanında yarattığı sorunları nedeniyle neo-liberal saldırı karşısında çatlayan büzüşen veya nihilist bir tepki türetebilen bu kimlikler ancak kaynaklarındaki insanî(lik) arayışının gerçekten evrensel bir sentezinde “nihai” bir buluşmayı sağlayabildikleri takdirde kaosu bertaraf edebilecek ışığı yaratmış olacaklardır. Bu imparatorluğunki kadar ağır ve kesin bir tehdidin asla hayal bile edilemediği tarihsel koşullarda oluşmuş millî, dinî kimlik biçimleri ve tüm siyasal ideolojilerin eğer insanlık diye bir kaygı ve idealleri varsa, bu kaygı ve ideali sahiplenmeleri ölçüsünde yeni baştan düşünmek ve harmanlanmaya açık olmaları varoluşsal bir zorunluluk ve yükümlülüktür bugün.