Irak Savaşı Sonrası Ortadoğu

İLK CEPHE: AMERİKA

Irak Savaşı daha başlamadan protesto edilen ilk savaş oldu. Çünkü savaşın ilk cephesi Irak’ta değil Amerika’da açıldı. 11 Eylül’ü takip eden günlerde Afganistan işgâliyle başlayan Amerikan saldırganlığı, Ortadoğu’nun politik İslâmcıları tarafından en çok nefret edilen lideri Saddam’ı, “terörist İslâm”ın baş destekleyicisi olarak göstermeye başladı. Irak gizli servisiyle Bin Ladin’in nasıl buluşup, demokrasi ve özgürlük karşıtı sinsi planlar yaptıkları, ana haber kanallarının en çok reklam alan spotları arasına girdi. İlk oynak hedef Bin Ladin oldu.

Ancak bu bağlantı tutmadıkça, ABD yönetiminin ilgi odağı yeni bir oynak hedefe, kitle imha silâhlarına kaydı. Bu kez Saddam, İslâmcıları destekleyen şer odağı olarak değil, Müslüman komşularını tehdit eden ve Ortadoğu’yu terörize eden bir diktatöre dönüştü. Birleşmiş Milletler silâh denetçilerine Irak’ta açılmadık kapı bırakılmaması bile, kitle iletişim silâhlarını susturamadı. Bu kanıtsız itham, kamusal alana çeşitli şakalarla yansıdı. Hikâyeye göre BM silâh denetçilerinin Irak’ta bulduğu tek kitle imha silâhı, Bağdat’ın bir kenar mahallesinde korkunç sağlıksız koşullarda kebap satan bir seyyar lokantaydı.

ABD’nin savaş planlarının karşısına iki ana güç çıktı. İlki inanılmaz bir kitleselliğe ulaşan, aynı zaman diliminde ayrı mekânlarda, farklı siyasî ajandaları tek bir amaç altında birleştiren uluslararası barış hareketi oldu. Küreselleşme karşıtlarının son on yıl içerisinde kurdukları ulusötesi politik destek ağları üzerinden yükselen dalga, savaşa karşı çıkan ikinci koalisyona daha yüksek bir ahlâki standarttan konuşma fırsatı verdi. Ancak Fransa, Rusya ve Almanya’nın savaş karşıtı tutumu, savaş karşıtı hareketin kategorik reddiyesinden değil, Irak’la kurulan karlı ilişkilerin varlığından ve Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzenindeki iktidar yarışının dinamiklerinden besleniyordu.

Meselelerin ilki, 115 milyar varillik dünyanın ikinci büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip Irak’ın ABD’ye bırakılıp bırakılmayacağıydı. 1970’den beri Irak’ta hiçbir genel jeolojik araştırma yapılmamış olması, birçok petrol şirketinin Irak’ın gerçek potansiyelinin, bu 115 milyarlık rezervin çok daha üstünde olduğu sonucuna varmasına neden olmuştu.

Ambargo boyunca Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin resmî olarak Irak’ta çalışması ve hattâ temaslarda bile bulunması engellenmişti. Ancak 1994’ten başlayarak, Fransız petrol şirketleri Irak’la 18 milyar varillik bir üretim potansiyeline sahip sözleşmeler yapmış, Mejnun ve Nahr Bin Umar petrol kuyuları alanını kendilerine kapatmışlardı. Batı Kurna kuyuları ise bir Rus konsorsiyumuna emanet edilmiş ve Irak yönetimiyle 15 milyar varillik bir anlaşma imzalanmıştı. Ambargoyu delen bir diğer ülke Çin olmuş, Irak yönetimiyle inşaat, gıda ve hizmet sektörüne yönelik anlaşmalar yapmıştı.

İngiltere ve ABD iktisadî ambargonun en sıkı takipçisi olmuştu. Eğer ortalama iki haftada bir Irak’a düzenledikleri hava saldırılarını katmazsak, diyebiliriz ki son yedi yıllık takipleri Rusya, Çin, Suriye ve Fransa’nın kısmen Gıda İçin Petrol Anlaşmaları üzerinden, kısmen de bu anlaşma zemininin dışında, ambargoyu nasıl deldiklerinin envanterini çıkarmakla sınırlı olmuştu.

Aslında Irak sorunu, Soğuk Savaş sonrası uluslararası iktidar tansiyonlarının küçük bir evreni gibi görülebilir. Bir taraftan odak elbette Irak’ın petrol rezervlerini kimin kontrol edeceği sorunudur. Ancak bu sorun daha geniş dinamiklerin bir görüngüsü ancak. Zira Irak, Ortadoğu’nun, Ortadoğu da Amerika’nın iktisadî, politik ve askerî hegemonyasını kurumsallaştırmaya çalıştığı yeni dünya düzeninin bir parçasıdır.

ABD’nin Ortadoğu politikasını şekillendiren iki dinamikten söz edilebilir. İlki Suudi Arabistan’ın uluslararası petrol piyasasındaki gücünün sınırlanması, ve bunun sonucu olarak ABD’nin bölgede istediklerini daha rahat dayatabileceği bir yapının oluşturulması. İkincisi ise ABD’deki siyonist örgütlerin şekillendirdiği İsrail politikasının gerektirdiği dayatmacılığa karşı örgütlenecek bir iktidarın daha kolayca bertaraf edilebilmesi.

ABD’nin kullandığı politik müdahale aygıtlarının değişmesi ise, Clinton yönetimiyle karşılaştırıldığında, Bush idaresindeki ABD’nin uluslararası hukuk ve cemaatle daha keskin kopuşlar yaşaması ve yeni Amerikan sağının yumuşak neo-liberal piyasa retoriğinden, doğrudan müdahaleci militer tavra savrulmasından kaynaklanıyor. 11 Eylül ertesinin açtığı ideolojik imkânlar, bu yeni sağ politikanın kendisine koyduğu hedeflere daha hızlı ulaşmasının da önünü açıyor. Zira 11 Eylül, bu ideolojik sapmanın nedeni değil, kendisini 11 Eylül’den çok daha önce kurumsallaştırmış ve 10 yıllık bir larva dönemi geçirmiş Amerikan yeni sağının amaçlarına daha kolay ulaşmasının bir aracı oldu.

İKİNCİ CEPHE: IRAK VE SAVAŞ SONRASI DİNAMİKLER

Savaş sona erdiği halde, şu anda ne Saddam, ne de Saddam’ın kitle imha silâhları bulunabilmiş değil. ABD ve İngiliz orduları işgâle başladıktan yaklaşık bir ay sonra ciddi bir askerî direnişle karşılaşmadan, ve hattâ herkesin yer yer umutla beklediği ve Baas tarafından örgütlendiğine inanılan şehir gerillalarıyla bile uğraşmak zorunda kalmadan Irak’ı kontrol altına aldılar. En azından televizyon ekranları öyle söylüyor. Iraklılar’ın devirdiği Saddam heykelleri, sokaklarda sürüdükleri Saddam resimleri, Necef’teki Şii imamların Saddam karşıtı ve ABD yanlısı fetvaları, emekli general Jay Garner’ın çiçeklerle karşılanması vs. Irak halkının kendilerini kurtarmaya gelmiş ABD ve İngiltere’ye karşı ne kadar minnet duyduklarının göstergesi olarak sunuluyor.

Ancak bu savaş hikâyelerinin ilginç tutarsızlıkları var. Öncelikle vurgulanması gereken nokta savaşın formel olarak İngiltere tarafından hiç ilân edilmemiş olması. Zira savaş sonrası dinamiklerin nereye savrulacağından emin olamayan, dünyanın sömürgecilik konusunda en deneyimli ülkesi İngiltere, Irak’a formel olarak savaş ilân etmeden saldırdı. ABD ise formel olarak savaş ilân ettiğinden, savaş sonrası Cenevre Antlaşmasının gerektirdikleriyle sınırlanmamak için, savaş bittiği halde savaşı bitirmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Irak’ı doğrudan yönetebileceği siyasî mekanizmaları kurmadan ve çalışıp çalışmadıklarını denemeden savaş ortamının konforundan vazgeçmek istememesi.

Savaş hikâyelerinin bir diğer ilginç tutarsızlığı, Iraklılar’ın kendilerini özgürleştirmek amacıyla Amerikalıların Irak’ı bombaladıklarına dair duydukları minnettarlığın sahnelendiği amatör piyeslerde ortaya çıkıyor. Zira savaşın ilk günlerinde Guardian gazetesine konuşan bir İngiliz askerinin bu konuda söyledikleri çok manidar. “Buraya gelmeden önce, Iraklıların bizi çiçeklerle karşılayacakları söyleniyordu. Ama burası hiç öyle değil. Kendimi Kuzey İrlanda’daymış gibi hissediyorum.”

ABD’nin asker-gazetecilerinin tüm çabalarıyla göstermeye çalıştıkları ve koalisyon tarafından savaşın kazanıldığını duyurdukları Saddam’ın heykelinin devrilmesi sahnesi bu tutarsızlığın bir diğer göstergesi. Ancak Reuters’ın dağıttığı geniş perspektifli görüntülerde görülenler, bütün alanın ABD askerlerince kuşatılmış olduğu, kendilerinden Saddam karşıtı tepki ısmarlanan 100 kadar Iraklı’nın ABD askerleri tarafından meydana girmesine izin verildiği ve yine Saddam heykelinin ABD askerî araçları tarafından yıkıldığı, ve hattâ hızını alamayan bir ABD askerinin Saddam’ın koca büstüne Amerikan bayrağı örtmesi ve bunun sloganlarla protesto edilmesi neticesinde, ABD bayrağının Irak bayrağıyla değiştirilmesi.

Saddam karşıtı ve ABD yanlısı olarak sunulan Irak halkının ABD’yi dört gözle beklediğine inanılan %60’lık Şii kesimi de “aman iyi ki bombalanıp işgâl edildik de kurtulduk” tavrından çok uzakta.[1] ABD’nin en dikkatli savaş sonrası senaryolarında bile, en azından Şiilerden muhalif bir kitlesel hareket beklenmiyordu. Evdeki hesap çarşıya uymadı, zira Irak’ı kontrol etmenin, Saddam’ı devirmekten çok daha zor olduğu yavaş yavaş anlaşılıyor. Saddam’dan kurtulmanın ekranlarda üretilen sevinci öyle kısa sürdü ve o kadar cılız kaldı ki, ABD daha işgâl keyfini sürmeye başlayamadan, işgâl karşıtı gösterileri bastırmaya koyuldu. Bu ABD için ciddi bir sürpriz olmadı, ama bu kadar erken beklemiyorlardı.

Gençliğinde hırslı bir güreşçi, sonrasında petrol şirketi yöneticisi ve şu anda Amerikan Savunma Bakanı olan Rumsfeld, Şiileri potansiyel bir müttefik olarak görüyor, yardımcısı Wolfowitz ise Şiileri, Suudi Vahhabilerle karşılaştırıp, daha seküler bir eğilime sahip olduklarını ve ABD’ye de sempatiyle baktıklarını savunuyordu. Şiilerin aralarındaki bölünmeler yavaş yavaş su yüzüne çıktıkça, ABD yeni arayışlara yöneliyor.

Iraklı Şiilerin eğitimli orta sınıfları ve hattâ işçi sınıfının birçok kesimi gerçekten seküler bir eğilime sahip. Ancak bu seküler eğilim, aynı zamanda yerleşmiş bir Irak milliyetçiliğiyle beraber gelişmiştir. Bu yüzden dinî retorik ve kurumlar üzerinden bir ilişki ağına sahip olmayan, kentli, ve sosyal devletten en çok yarar görmüş Şii gruplar, henüz hiçbir şekilde ABD minnettarlığı göstermemiştir. Ancak Baas baskı rejiminden örgütsel olarak en zayıf olarak çıkmış gruplar da bunlar olduğundan kitlesel tavırları daha yavaş belirecektir.

Şu anda politik duruşları daha belirgin ve örgütlenmeleri diğer Şiilere göre daha sağlam kalabilmiş üç gruptan bahsedilebilinir. Bunların ilki Irak İslâmi Devrim Yüksek Konseyi (İDYK). Muhammet Bekir El-Hekim liderliğindeki konsey, kendisini önceleyen İslâmi Dava Partisi’nin bir devamı. Saddam, partinin önde gelenlerini 1980 sonrası öldürtmeye başladıktan sonra El-Hekim Tahran’a kaçıyor ve İDYK’nın Hamaney çizgisindeki siyasî profili örgüt içerisinde bu zamanlarda kurumsallaşıyor.

Bu grubun Irak krizindeki seyri ABD’nin çifte standartlı tutumunun en güzel örneği. Zira ABD’nin şer güçlerin başı olarak gördüğü İran’ın desteklediği bu grup, ABD tarafından örgütlenen Iraklı rejim muhaliflerinin sürgündeki Milli Kongrelerine alınıyor ve hattâ Aralık 2002’de, Kongre’nin 65 kişilik ana temsil heyetinin, 15 kişisi İDYK’dan seçiliyor. Hattâ yine bu grubun muhtemelen İran İslâmi Devrim Muhafızları tarafından eğitilen 10.000 kişi civarındaki paramiliter gücünün, ABD askerleri ile birlikte, Saddam’a karşı savaşması planlanıyor.[2]

Ancak El-Hekim liderliğindeki İDYK’nin, Ahmet Çelebi’nin nominal liderliğindeki Irak Milli Kongresi içerisinde giderek güçlenmesi ve Irak’taki güçlü sosyal ittifakının daha da belirginleşmesi sonucunda, Millî Kongre içerisindeki gücü sınırlanmaya çalışılıyor. Başarısız olununca Ocak 2003’te ABD Millî Güvenlik Danışmanı Zalman Halilzad Iraklı muhaliflerle Türkiye’deki toplantısı sonrasında Irak’ın savaş sonrasında yerel bir hükümet kurulana kadar ABD tarafından doğrudan idare edileceğini açıklıyor. Bu son nokta, İslâmi Devrim Konseyi’nin ABD tarafından dışlandığının göstergesi. El-Hekim bu siyasî tavrın kabul edilemez olduğunu ve tüm milislerinin bu karara direneceğini açıklıyor.

Her ne kadar ABD dışlamış olsa da şu anda Irak’taki en örgütlü Şii grupların başında geliyor İDYK. Bu durumun ilk siyasî göstergesi de Batı medyasında dinî özgürleşmenin göstergesi olarak paketlenen Kerbela yürüyüşü. Yüzbinlerce Şii’nin Kerbela’ya akması büyük ölçüde İDYK’nın devamlı tamirat işini yaptığı ilişki ağının harekete geçmesi sayesinde oldu. Sembolik olarak, ABD ile İmam Hüseyin’i öldürtüp halifeliği ele geçiren Sünni Yezid’i aynı kefeye koyan Kerbela mesajı, işgâl karşıtı, reaksiyoner ve köktenci bir tona sahip. Yani Irak’ın liberal demokrat özgürlüklere doğru attığı adımların göstergesi değil.

Kerbela dışında, İDYK İran sınırındaki Bakuba kentini de fiilî olarak 17 Nisan’dan beri yönetmekte ve ortadan kalkan sosyal devletin yerini doldurmakta. Kut’ta kendini durup dururken belediye başkanı ilân etti denilen, ve Irak’taki başıboşluğun örneği olarak gösterilen Seyit Abbas da İDYK’nın bir parçası. Kut’un idaresini mümkün kılan milis gücü İDYK’nın paramiliter yandaşları. Abbas’ın bu kadar açık ve rahat ABD karşıtı bir retorik kullanması da bu güç sayesinde mümkün oldu. ABD askerleri duruma müdahale ettiklerinde ise, 1000 kişilik silâhsız bir direnişle karşılaştılar. Grup, Ahmet Çelebi ve ABD karşıtı sloganlar atıyordu. Sonuçta, gerginleşen ortamı ABD askerleri terk etti. Abbas’ın talepleri elbette liberal demokrasiyi pek andırmıyor: İşgâle son ve teokratik bir devlet.

İDYK’nın ikinci adamı olarak görülen Abdül Aziz El-Hekim 16 Nisan’da İran’dan Irak’a döndü ve Kut’ta büyük bir mitingle karşılandı. Ertesi gün verdiği röportajlarda İDYK’nın öncelikli hedefinin ulusal bir siyasî sistem kurulması olduğunu, ama Irak’ın geleceğinin İslâmi Cumhuriyet olduğunu söyledi. Hareketin lideri, abisi Bekir El-Hekim hâlâ İran’da. Küçük kardeş El-Hekim’in geri dönmesi İDYK için hem uzun vadeli bir siyasî gövde gösterisi, hem de ABD’nin tavrını görmek için tertiplenen bir imtihan.

Şiilerin bir diğer örgütlü tavrı Necef merkezli. Ancak İDYK’dan hem ideolojik hem de örgütlenme mantığı açısından ayrı. Necef’in politik şebekesinin merkezinde 1300 yıl once kurulmuş El-Havaza medresesi bulunuyor. El-Havaza’nın ayetullahı Ali Sistani İDYK’dan daha ılımlı ve İran’ı eleştirmekten çekinmeyen bir ideoloji benimsiyor. Sistani’nin bu dikkatli tavrı, işgâlin ilk günlerinde ABD yanlısı bir tavır olarak gösteriliyordu. Sistani de olaylar yatışana kadar ABD karşıtı bir duruş almaktan çekinmişti. Zira Necef işgâl edildiğinde halkın askerlere silâhlı olarak direnmemesi gerektiğini söylemiş ve bu nasihat ABD tarafından bir fetva olarak yorumlanmıştı. Ancak bir hafta sonra ayni Sistani Irak’ın yönetiminin hemen Iraklılara bırakılmasını söylüyordu.

Şii ulemanın yetiştiği en önemli merkez olan El-Havaza’nın sözcüsü Muhammet El-Assadi de Sistani’nin tavrını örnekleyerek, dinî merkezin politik bir güce dönüştürülmemesi gerektiğini söylüyor. Yalnızca bu açıklama bile aslında El-Havaza’nın ne kadar güçlü bir politik merkez olduğunun göstergesi.

Bunun farkında olan ve bu gücü kullanmak isteyen en önemli Şii lider Muktada El-Sadr. Henüz 30 yaşındaki El-Sadr’ın babası büyük bir olasılıkla Saddam Hüseyin tarafından öldürtülen ve yerini Sistani’nin aldığı Muhammet Sadık El-Sadr. Muktada El-Sadr babası kadar dinî otoriteye sahip olmasa da, bir “Şii şehidinin” oğlu olmasının gücünü kullanıyor. Babasının ölümünden sonra kamusal alandan çekiliyor ve Necef, Kufe ve Doğu Bağdat’ın “Saddam City” diye anılan Şii yoksul mahallelerinde siyasî paramiliter bir güç örgütlüyor. Sistani’yi Saddam’la işbirliği yapmakla suçlayan Muktada El-Sadr, Ahmet Çelebi’yle Sistani’yi ve hattâ ABD’yi aynı kefeye koyuyor. Giderek gelişen sosyal tabanını da, El-Havaza’yı daha da politikleştirerek genişletmek istiyor.

Şu anda Iraklı Şiilerin en militer ve otoritaryen eğilimli gücü Muktada El-Sadr tarafından örgütlenmiş durumda. Londra’dan apar topar getirilen ve ılımlı mesajlar vereceğine inanılan Saddam karşıtı Şii lider El-Khoi’ye 10 Nisan’da Necef’te düzenlenen suikastın El-Sadr taraftarları tarafından düzenlenildiğine inanılıyor. El-Sadr’ın toplumsal tabanı, ismi “Saddam City”den “Sadr City”ye değiştirilmiş olan Doğu Bağdat’ın 2.5 milyon nüfuslu işçi mahallelerine dayanıyor. Sadr yandaşı milisler İDYK’nin iktisadî gücünü kullanarak “Sadr City”de hastaneleri desteklemesini engelliyorlar ve caddelerdeki güvenliği kendileri sağlıyorlar.[3]

Muktada El-Sadr’ın otoritaryen ve militarist eğiliminin bir diğer örneği de Necef’te yaşanıyor. Sadr taraftarları hem Sistani’nin hem de El-Hekim’in Necef’teki evlerini suikast sonrası sarıp Necef’i terk etmelerini buyuruyorlar. Paramiliter güçlerinin çapı ABD’nin doğrudan müdahalesini geciktiriyor ve bu “ayaklanma” El-Hekim ve Sistani taraftarı 1500 civarındaki Şii milisin Necef’i basması ve kuşatmayı kaldırmasıyla sonuçlanıyor.

Şiiler’in bir diğer örgütlü gücü İslâmi Dava Partisi (İDP). Kendisinin devamı olan İDYK ile birleşmekten kaçınan örgüt Saddam iktidarı sırasında şebekesini kısmen Londra ve Tahran’dan kısmen de Irak içinden bir arada tutmaya çalışıyordu. Diğer Şii örgütler gibi İDP de savaş sonrası Irak’ta kendisine daha geniş bir politik alan açmaya çalışıyor. İDP’nin liderlerinden İbrahim El-Caferi de diğer Şii liderler gibi hem Saddam’ı hem ABD’yi eleştiriyor. Nasıriye’de ABD’nin emekli general Jay Garner’ın otoritesi altında düzenlediği Irak’ı sözde temsil eden toplantıyı eleştiriyor ve 15 Nisan Nasıriye protestolarını örgütlüyordu.

İDP bu muhalif kimliğine rağmen, kullandığı retoriğe çok dikkat ediyor. Zira bir taraftan işgâlcilere karşı çıkıyor görünmek isterken diğer taraftan da diğer Şii örgütler kadar radikal görünmek istemiyor. İktisadî ve askerî gücü ne Sadr ne de İDYK ile karşılaştırılacak kadar sınırlı olan İDP savaş sonrası Irak’ta giderek marjinalleşmemek için yakın gelecekte daha ılımlı bir yola doğru kayabilir ve İslâmi Cumhuriyet taleplerinden en azından retorikte vazgeçebilir.

Kısaca özetlemek gerekirse şu sonuçlardan bahsedebiliriz: Baas formel olarak iktidarını kaybettikten sonra, Kuzey Irak dışında genel Irak coğrafyasında oluşan boşluğu Şii dinî liderler ve partiler doldurdular. Bunlar yalnızca bir temsiliyet ilkesiyle değil, halkın günlük ihtiyaçlarını da karşılayarak toplumsal güçlerini pekiştiriyorlar. Özel olarak Şiileri genel olarak da tüm Irak’ı temsil ettiğine inanılan ya da bu role ısındırılan Ahmet Çelebi ve Irak Ulusal Kongresi, halk içine çıkmaya çekiniyor. Zira ne zaman ortalarda görünseler, halk Ahmet Çelebi diye değil, El-Sadr, Sistani ve El-Hekim vs. diye slogan atıyor. Daha da ilginci Çelebi’nin ABD yanlısı tutumu gün geçtikçe kendisinin Iraklılar gözünde daha da marjinalleşmesine neden oluyor. Bu nedenle Çelebi bile yer yer uslu uslu da olsa ABD karşıtı bir retorik kullanmaya başlıyor.

ABD’nin önünde çok fazla seçenek yok. Bir taraftan Şiilerin İslâmi toplumsal tabanlarının gücü ile nasıl başa çıkacaklarının hesaplarını yapıyorlar. Zira en azından retorikte militan İslâmın destek merkezlerine karşı yürütülen savaşın bir parçası olarak gösterdikleri Irak müdahalesi, yeni bir teokratik devlet doğurma yolunda. Bunu kontrol edebilmelerinin tek koşulu Şiileri silâhsızlandırmak. Ancak bunun sonuçlarını kestirmek pek zor değil. Zira Ahmet Çelebi Amerikan askerleri tarafından korunuyor. Şu anda 1000 kişiyi aşmış milis gücü Amerikan silâhları ve teçhizatıyla donatılmış durumda. Kuzey Irak Kürtler’i de ABD destekli bir militarizasyonun içerisindeler. Türkiye’nin mini emperyal desteğini alan, bayrakları bile Türkiye’de basılan Irak Türkmen Cephesi de hızlı bir militarizasyon sürecine girmiş durumda. Irak rejiminin eski gücünün toplumsal tabanını oluşturan Sünni azınlık da hâlâ silâhlı. Zira Saddam ordusunu alıp, Rusya’ya gitmedi. Ordu mensupları şimdi evlerinde, hafif silâhları da yanlarında. Bu Baas merkezli ilişki şebekesi, artan Şii militarizmine, hâlâ çözülmemiş siyasî ve paramiliter ilişki ağını ortalık bir süre durulduktan sonra harekete geçirerek karşılık verebilir.

Aslında bu durum ABD için gerçek bir kabus değil. Zira artık herkesin bildiği gibi müdahalenin amacı Irak’a demokrasi getirmek değildi. Bunu zaten ABD Nisan ortasında Musul’daki işgâl karşıtı göstericilere ateş açıp 18 kişiyi öldürüp, 30 kişiyi yaralayarak göstermişti. Daha sonra Filistin Oteli’nde kalan ve Bağdat’taki insan hakları ihlâllerini belgeleyen Voices in the Wilderness barış girişimini otelden atması Irak’a getirilen demokrasinin ilk örneklerinden biri oldu.

Afganistan’ın savaş sonrası durumu Irak’ın geleceğine dair ipuçları veriyor. Aynı Afganistan’da olduğu gibi, var olan sosyal güç haritasını pek değiştirmeden eski iktidar koalisyonlarını yeni liderlik altında yeniden birleştirmek ana strateji. Ancak Irak’ta bunu başarmak daha güç.

ABD var olan aşiret ve dinî fraksiyon yelpazesinde bir konsensus yaratamazsa, oluşan kaosu kontrol altında tutmak için Irak’ta devamlı bir güç bulunduracaktır. Bu kısmen, inanılmaz derecede silâhlanmış Irak halkını kendisinden koruma retoriği içerisinde, kısmen de ordusu hafif silâhlı bir polis gücüne dönüştürülecek Irak’ın komşuları tarafından rahatsız edilmesini engelleme retoriği ile makyajlanacaktır. Kuzey Irak’ta otonom Kürt bölgelerinin korunması da devamlı askerî varlığına bir başka sözde meşrûiyet zemini sağlayacaktır. Yani hem gerçekleşmesi gitgide daha da zorlaşan parlamenter demokrasi, hem de militer kaos durumundan ABD kârlı çıkacaktır.

ÜÇÜNCÜ CEPHE: FİLİSTİN

Irak’taki bu dengesiz dengenin bir başka benzeri Filistin’de yaşanıyor. ABD’nin İngiltere’den devraldığı eski sömürgelerin 2. Dünya Savaşı sonrası polisliği görevinin bir başka coğrafyası Filistin. Her ne kadar Filistin meselesi Irak savaşından bağımsız gibi tartışılıyor olsa da iki mesele birbirleriyle ciddi bir şekilde bağlantılı.

İsrail ve ABD, Filistin meselesi ile Irak işgâlini birbirinden ayırmak için öylesine yaygın bir ideolojik kampanya düzenlemiş durumda ki, her bağlantısızlık deklarasyonundan sonra, basın toplantıları yeni bağlantılara işaret ediyor. Saddam’ın devrilmesinden sonra İsrail’in ilk açıklamalarından biri Suriye’nin Saddam’ın kitle imha silâhlarını ele geçirdiği yönündeydi. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktı. Öncelikle Irak’ın tutarlı ve yer yer askerî müdahaleye bile vardırılmış anti-Siyonist tavrı bertaraf edilmişken, bir de üzerine kitle imha silâhlarının bulunamamasının nedeni açıklanıyor ve de İsrail’e karşı bir diğer tehdit merkezi olan Suriye hedef gösteriliyordu. Rumsfeld’e kalsa ABD çoktan Suriye’ye de girmişti. Ancak uluslararası diplomasi bu kez ABD’yi sınırladı ve ABD’nin müttefikleri İngiltere ve İspanya’nın baskısıyla Suriye müdahalesinin “şu anda” mümkün olmadığı Powel tarafından açıklandı.

Irak Savaşı’nın İsrail için bir başka yararı da, ilgisini Irak’a çevirmiş uluslararası kamuoyu savaş hsleriyle meşgûlken, olabildiğince Filistinli direnişçinin öldürülmesi yönündeydi. Hattâ bu alan öylesine hunharca kullanıldı ki yalnızca Filistinli direnişçiler değil, özellikle Uluslararası Dayanışma Hareketi’den yabancı barış gönüllüleri de vuruldu.

Artan intihar eylemleri ve gittikçe militerleşen İkinci İntifada, terör retoriğinin daha sık kullanılmasını da mümkün kılıyor. Ancak anımsanması gereken bir şey var. Hem intihar eylemlerinin hem de git gide daha da militarize olan direnişin sorumlusu İsrail sömürgeciliği ve 1967’den beri devam eden işgâl.

Bu “teröre karşı kendimizi koruyoruz” retoriği öylesine zayıf bir nedensellik üzerine kurulu ki, toprakları işgâl edilmiş bir halkın İsrail’e güvenlik borcu olduğunu savunacak kadar çaresiz. Bir süre sonra ABD, Irak’ta Iraklılar bize karşı terör eylemlerine devam ettiği sürece burada kalacağız ve yargısız infazlara devam edeceğiz, bu güvenliğimiz için ana koşul derse şaşmamak gerekiyor. Yavuz hırsız ev sahibini uluslararası ilişkilerde böyle bastırıyor.

ABD’nin, İngiltere’nin baskısıyla yeniden ısıtıp pişirdiği Yol Haritası barış girişiminin arka planı da bu. Yol Haritası’nın üç önemli maddesi var. İlki, İsrail’in bir an önce Yahudi yerleşimlerini durdurması, ikincisi, Filistin’in İsrail’in güvenliğini “%100” sağlaması, ve üçüncüsü bu iki maddenin taraflara öncelik sıralaması verilmeden, ve Arafat yeni kabineyi açıklar açıklamaz aynı anda dayatılması. Her ne kadar haritanın formel yapısını bu üç madde özetliyor olsa da, barış sürecinin girdiği yol başka bir yere doğru gidiyor. Zira Bush geçen hafta Arafat’ın İntifada’dan soyutlanma girişimine direnmesi üzerine Yol Haritasının rafa kalkabileceğinden ve uygulanması için Filistinliler’in terörü durdurması gerektiğinden bahsederek, gaflarına yeni bir gaf ekledi ve kendi planının maddeleriyle çelişti.

Ancak uluslararası platformda böylesine sorunlu bir yol haritasına bile tutunmak zorunda kalan Filistin yönetiminin çaresizliği ve AB’nin araya girmesi Arafat’ın direnişini kırdı Abu Mazen (ya da gerçek adıyla Mahmut Abbas) Fatah ile ortak bir noktada buluştu. 13 Nisan’daki Fetih Merkez Komite toplantısında Arafat, Abu Mazen’in 13 Nisan’daki hükümet değişikliği önerilerini kabul etti ve Yaser Abed-Rabbo ve Saeb Ereket’i bakan olarak atadı. Ancak Abu Mazen, İçişlerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na kendi adamı Muhammet Dahlan’ı getirdi. Bu FKÖ ve Filistin İdaresi’nin güvenliğinin kendi kontrolüne geçmesi anlamına geliyor. Dahlan, Hamas ve Fetih karşısında sert olabilecek bir konumda. Çünkü pragmatik tavrı ve neo-liberal eğilimleri kendisini İsrail ve ABD gözünde daha çekici kılıyor. Ancak kabine değişikliğinin esas amacının Arafat’ın liderliğinin yok edilmesi olduğunu bilen Filistin halkının güveni de sarsılıyor. Son yapılan kamuoyu yoklamalarına göre Filistinliler’in %43’ü Abu Mazen’in kendilerini temsil ettiğini düşünmediklerini gösteriyor.

Bu kısa yol haritasının esas amacı İntifada’nın gücünü iyice kırmak, Arafat’ın kurumsallaşmış liderliğini yıpratmak ve bu barış planının Filistinlilerce reddedilmesini sağlayarak, İsrail’in yayılarak sürdürdüğü işgâlini meşrû göstermek. Ancak Filistin yönetimi bu ayak oyunlarının farkında. Askerî şiddetin dayanılmaz bir hal aldığı bu aylarda kendisi için dezavantaj olduğu halde, miyop yol haritasını sahiplenmesi bu yüzden. Filistin meselesi de İsrail’in en tercih ettiği statükoda kurumsallaşıyor: kontrollü çözümsüzlük hali ve artan şiddet.

MAVİ, KIRMIZI, BEYAZ

18. yüzyıl biterken, 1789’un bu üç rengi dünyaya özgürlük, eşitlik ve kardeşlik getireceğini müjdelemişti. Fransa’dan sonra özgürleştirilen ilk kardeş ülke Mısır olmuş, Napolyon’un orduları 9 yıl içinde soluğu İskenderiye’de almıştı. Mısır’ın sömürgeleştirilmesi Batının ilk demokrat darbelerinden biriydi.

19. yüzyıl biterken yine aynı renkler, ki bu kez Büyük Britanya bayrağı üzerinde, yine aynı kardeş ülkeyi, yine aynı sözlerle 1882’de işgâl etmiş, “Mısır’ı Mısır’ın oğulları yönetsin” diyen Urabi’nin devrimci hareketini, yine İskenderiye’den başlayarak bastırmış, ve ülkeyi “özgürlüğüne” kavuşturmuştu.

Bu üç renk hâlâ bizimle, ve hâlâ aynı şiarlarla. Irak savaşı emperyalizmin bir başka görüngüsü yalnızca. Yine özgürlük öneriliyor Üçüncü Dünya’ya. 21. yüzyılın kurtarılan ikinci kardeş ülkesi Irak oldu. Nasıriye’de, bu kez Amerikan bayrağı üzerinde doğuya uzanan bu üç renge karşı duran pankartların biri “Irak’ı Irak’ın Oğulları Yönetsin” diyordu.

Amerika’nın heykellerini devirip, resimlerini bir iskambil destesinin maça ası kartına bastırdıkları ve tüm Irak’a dağıttıkları Saddam Hüseyin El-Tikriti’nin iktidar araçları havadan düşmedi. Sömürgeci güçlerin mirasıydılar. Saddam kontrolden çıktıktan sonra yeni bir emperyal dinamik yaratıldı. Yine aynı araçlar kullanılarak benzer koalisyonlar üzerinde bir iktidar inşa edilecek. Ve bu statüko yeni bir darbeye ihtiyaç duyulana kadar devam edecek. Uzun vadede daha az güvenli, daha az müreffeh ve daha çok acı dolu bir Doğu Akdeniz bizi bekliyor. Barış hareketinin daha yüksek bir ivmeyle çalışmaya koyulması gerekiyor. Hemen.

[1] Iraklı Şiiler’in sosyal ve politik örgütlenmeleri için bkz. Juan Cole. 2002. Sacred Space and Holy War: The Politics and History of Shiite İslâm. I. B. Tauris.

[2] Irak Ulusal Kongresi’nin nasıl bir kırılgan birliktelik olduğunu, Mete Çubukçu Birikim’in Ağustos-Eylül 2002 sayısında tartışmış, ve İDYK’nın gruptan kısa bir süre sonra soyutlanacağını doğru bir şekilde öngörmüştü.

[3] Babasının oğlu olmasının dışında dinî otoritesi olmayan El-Sadr, kendisine özellikle en önemli din adamı kabul edilen Ayetullah Ali El-Sistani’den gelebilecek eleştirileri göğüsleyebilmek için, İran’da sürgünde bulunan Ayetullah Kadhem El-Haeri ile işbirliğine girmiş durumda. El-Haeri, Sadr’ı temsilcisi olarak atadığını belirten bir mektubu Necef’e gönderiyor, fakat görünen o ki asıl güç genç ve hırslı El-Sadr’da. Unutmamak gerekir ki Sadr’ın babası ulemanın aktif olarak yönetime katılımını öngörürken, Sistani bunun karşısındaki akımın temsilcisi olagelmiştir. Bu noktaya dikkatimi çektiği için Sabri Ateş’e teşekkür ediyorum.