AB sürecine ilişkin yapılan tartışmalarda son günlerde öne çıkan vurgu, sendikal-sosyal haklar açısından “lehte düzenlemeler bir yana var olan hakların geri çekileceği” yönündedir: Emekçiler, sendikalar Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabilirler! Birikim’in 184-185. sayısında yayımlanan “AB Sürecinin En Uyumsuz Alanı: Sosyal Haklar” başlıklı yazımı takiben Yüksel Akkaya’nın yönelttiği eleştirilerin temel savı budur.[1] Dolaysıyla bu yazının temel amacı bu savı tartışmak olacaktır. Yazıda, “AB sürecinin sendikal-sosyal haklara bir yararı yok mu” ve “AB ile birlikte var olan haklarımız geriye mi çekilecek” sorularına cevap aranacaktır. “Lehte düzenlemeler bir yana var olan hakların geriye çekileceği” savı ülkemizdeki mevcut sendikal-sosyal hakların AB’den daha ileri olduğu savını zimnen de olsa içerdiği için aynı zamanda bir sendikal-sosyal haklar karşılaştırması yapmak zorunludur.
Yazıda, Yüksel Akkaya’nın eleştirileri ve soruları izlenerek AB’nin sendikal-sosyal haklara etkisi analitik olarak ele alınmaya çalışılacaktır. Birikim’de yayımlanan söz konusu yazımda özetle, Türkiye’nin sosyal politika-sendikal haklar alanında AB standartlarının gerisinde olduğu ve sosyal uyuma direndiği vurgulanmış; AB sürecinin bir sihirli değnek olmadığı ancak sosyal haklar açısından önemli olanaklar ve potansiyeller içerdiği görüşüne yer verilmiştir. Akkaya, söz konusu yazımı; zina meselesi ile paralellik kurarak “Yetiş ya Avrupa Birliği” yazınına son katkı olarak niteledi ve yazının “kapitalizmin yasalarının işleyiş kurallarından bihaber”ce yazıldığını iddia etti.[2] Aynı vurgu yazarın Birikim’in bu sayısında yer alan yazısında da dile getirilmektedir. Konu gerçekten bu kadar basit mi? Aynı kapitalizmin Atlantik’in iki yakasında nasıl bu kadar farklı işlediği atlanarak, “kapitalizmin yasalarının işleyiş kuralları” anlaşılabilir mi? Kapitalizmin AB’de nasıl bir hal aldığı; piyasanın dizginlenme düzeyi bir diğer ifade ile Anglo-Amerikan kapitalizmi ile Avrupa kapitalizmi arasında, benzer kapitalist gelişme düzeyine sahip ülkeler arasındaki sosyal farklar sadece nüanslardan ibaret midir? “Kapitalizmin yasalarının işleyiş kuralları” yanında bunların lafı olmaz mı? Oysa AB’yi ve Kıta Avrupa’sını farklı kılan bunlardır. Yoksa AB’nin kapitalist bir birlik olduğunu söylemek, Türkiye’nin kapitalist olduğunu söylemekle eşdeğerdir. Konumuz “kapitalizmin aslına rücu ettiği” iddia edilen son çeyrek yüzyılda nasıl oldu da Avrupa sosyal modelinin temel unsurlarının -neo-liberal taarruza karşın- ayakta kalmaya devam ettiğidir.
Konuyu, Akkaya’nın iddia ve sorularını izleyerek ele almaya çalışacağım. AB’de sosyal politikanın gelişimine önceki yazıda yer verdiğim için, burada tekrar etmeyeceğim. AB sosyal politikasının ikili karakteri; yeni-liberalizm ile sosyal korumacılık arasındaki çekişme için Birikim 184-185’teki yazıya bakılabilir.
Öncelikle “AB bütünleşme sürecinin geriye çektiği sosyal politika alanı”, iddiasını ele almak istiyorum. AB düzeyinde (Avrupa ülkeleri düzeyinde değil) sosyal politika, 1980’lerin ortasına kadar son derece tali bir alandır. Sosyal politika, Tek Avrupa Senedi (1986), İşçilerin Sosyal Hakları Topluluk Şartı (1989) ve Sosyal Politikaya İlişkin Anlaşma-SPİA (1992) ile gelişmeye/genişlemeye başlamış ve AT Antlaşmasını değiştiren Amsterdam Antlaşması ile daha geniş bir alan edinmiştir. Kapitalizm aslına rücu etmeye çalışırken, neo-liberal taarruz artarken AB sosyal politikayı gündemine almıştır. Nitekim bu yüzden yeni-liberalizmin koç başı İngiltere, uzun yıllar AB düzeyinde sosyal politika önlemlerine direndi ve direnmeye devam ediyor. Bu düzenlemelerin yetersiz olması ayrı bir konudur. Ancak AB, genel olarak sosyal haklara karşı bir taarruz yaşandığı dönemde, sosyal politikayı ulusal-üstü bir sorun olarak ele almaya başlamıştır. Bu noktada, yeni üye ülkelerden kaynaklanan sosyal damping korkusu önemli bir rol oynamıştır.[3] Neo-liberal direnişler nedeniyle en ileri haklar düzeyinde bir harmonizasyon sağlanamamış ancak, her ülkeyi bağlayacak asgari standartlar gündeme gelmiştir. Ancak neo-liberaller bunlara da itiraz etmiştir.
ASLINA RÜCU EDEN KAPİTALİZM MESELESİ
Akkaya, kapitalizmin aslına rücu ettiğini bu nedenle de artık AB’den sosyal haklar konusunda bir şey beklenemeyeceğini, AB’nin “kâr alanlarını daraltacak bir sürece onay vermeyeceğini” belirtiyor. Konuyu elbette sosyal haklara onay verilmesi olarak ele alırsak hiçbir zaman kapitalistler kar oranlarının düşmesinden mutlu olmazlar, onay vermezler.[4] Kâr oranlarının fiili ölçüsü, diğer bir deyişle ücret düzeyi sermaye ile emek arasında kesintisiz bir mücadele ile belirlenir.[5]
Son çeyrek yüzyılda sosyal haklara karşı girişilen neo-liberal taarruz bir vaka. Bu noktada sorun, neo-liberalizmin AB ülkelerinde ne kadar “başarılı” olduğu, sosyal korumayı ne kadar gerilettiğinde düğümlenmektedir. Bunun için somut verilere bakmak gereklidir.
AB’nin dayandığı Avrupa Sosyal Modeli, neo-liberalizmin boy hedefi olmaya devam ediyor. ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan, Avrupa modelini aşırı koruyucu mekanizmaları ile büyüme ve rekabet konusunda bir ayak bağı olarak nitelendirmektedir.[6] Uluslararası Para Fonu (IMF) Avrupa sosyal sisteminin koruma seviyesinin ABD seviyesine çekilmesiyle yüzde beş oranında bir büyüme sağlanacağını, işsizliğin de yüzde üç oranında düşeceğini iddia etmektedir. IMF, sosyal korumanın iktisadi etkinliği sınırlayarak Kıta Avrupası ekonomilerinin rekabet gücünü zayıflattığını ve Avrupa sosyal sisteminin ABD’deki sistem yönünde reformunun gerekli olduğunu ileri sürmektedir.[7] Demek ki Avrupa kapitalizmi yeteri kadar aslına rücu etmemiş.
1980 ve ’90’ların neo-liberal taarruzundan sonra sosyal devlet ne durumdadır? 1980 sonrası güç kazanan neo-liberal yaklaşımlar sosyal devletin etkinliğini ortadan kaldırdı mı? Sosyal devlet gerçekten çöktü mü? Kapitalizm Avrupa’da aslına döndü mü?
Neo-liberalizmin sosyal devlete yönelik tahrip edici adımları olmakla birlikte, sosyal devletin çöktüğünü iddia etmek fazla ileri gitmek olacaktır. Çünkü sosyal devleti ölçebileceğimiz alanlarda dramatik gerilemeler yaşanmadı. Genel olarak devlet harcamaları ve özel olarak da sosyal koruma için yapılan harcamalarda azalma bir yana, artışlar yaşandı.
Sosyal koruma için yapılan harcamalar hâlâ AB ülkeleri içinde ekonominin en büyük alanını oluşturuyor. Tablo 1’de görüldüğü gibi AB ülkelerinde sosyal koruma için yapılan kamu harcamaları ortalaması 1980’de yüzde 20 civarında iken 1998’de yüzde 24.5’a yükselmiştir. Aynı sosyal koruma amaçlı kamu harcamaları 1960’larda yüzde 10’lar düzeyindeydi.
Bu gelişimi başka sosyal politika alanlarında da izlemek olasıdır. Örneğin kamusal istihdam (17 OECD ülkesi ortalaması) 1870’lerde toplam istihdamın yüzde 2.4’ü iken, 1937’de 5.2’ye, 1980’de yüzde 17.5’a ve 1994’te yüzde 18.4’e ulaşmıştır. Eğitim-sağlık harcamalarına GSMH’den ayrılan pay da benzer bir gelişim göstermiştir. 1910’larda yüzde 1.6 olan eğitim-sağlık harcamaları, 1930’larda 2.6’ya, 1960’larda 5.9’a, 1980’de 11.6’ya ve 1994 yılında 12.5’e ulaşmıştır.[8] Tek başına bu göstergeler bile liberalizmin başarılı olamadığını, piyasayı düzenleme ve dizginleme düşüncesinin ise başarısını göstermektedir.
1970’lerden bu yana devam eden bütün kriz teorilerine rağmen yüzyılı aşan bir dönem içinde kurulan ve iki dünya savaşından sonra da ayakta kalmaya devam eden Batı Avrupa refah devleti, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca hem harcama, hem de yararlananlar açısından büyümeye devam etti. Avrupa’da sosyal devletin çöktüğü söylencesi maddi verilerle uyuşmuyor. Sosyal devlet saldırı altında ancak büyük ölçüde ayakta kalmayı başardı. Bununla birlikte piyasa ile onu dizginleyen güçler arasındaki kavga devam ediyor.
“Refah devleti uygulamalarına alışmış ve bununla bireysel/toplumsal açıdan oldukça gelişmiş bulunan Batı Avrupa toplumlarında, zaten sosyal demokrat politikaların birçoğunun topluma mal olduğunu, artık onların sahibinin büyük ölçüde toplumun kendisi olduğunu unutmamalı. Bu anlamda, İngiltere hariç, Avrupa’da refah devleti anlayışı ve politikalarında radikal politika değişikliği görülmediği gibi, sosyal demokratlar iktidar olmasa da, politikaları ciddi ölçüde iktidardadır demek mümkün.”[9]
Avrupa ülkelerinin yurttaşları dünyanın diğer bölgelerindeki seçmenlere, özellikle ABD seçmenine göre devletin sosyal yönüne büyük bir önem veriyorlar ve sosyal harcamaların kısılmasını istemiyorlar.[10] Yurttaşların siyasal tercihleri yanında örgütlü sosyal güçler de Avrupa’nın sosyal geleneğinin korunması için mücadele ediyor. Almanya’da, Hollanda’da diğer AB ülkelerinde sokağa çıkıyorlar, greve gidiyorlar. Mesele AB’nin ya da bir başka gücün “sosyal haklarda daha ileri düzenlemeler yapmasını beklemek” değil, bu sosyal hakları koruyacak sosyal güçlerin var olup olmamasıdır. Devletin kendisi, kapitalist bir yapının kendisi, kendiliğinden sosyal devlet olmaz. Sosyal devleti yaratan sosyal hareketler ve güçlerdir.[11]
AB düzeyinde işçi haklarının kısılmasına, çalışma ilişkilerinin kuralsızlaştırılmasına yönelik pek çok girişim gündeme gelmektedir. Neo-liberal saldırıdan, AB gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin başını çektiği bir bütünleşmenin etkilenmemesi düşünülemez. Ancak bu noktada somut verilere bakmalıyız. Evet sendikalaşma oranlarında gerilemeler yaşanıyor. Ancak Kıta Avrupa’sı hâlâ sendikalaşmanın en yüksek seyrettiği bölge. Öte yandan toplu iş sözleşmesi kapsamındaki nüfus son derece yüksektir (Tablo 2).
Bir başka karşılaştırmayı gelir dağılımı ve yoksulluk ölçütüne göre yapmak mümkündür. Örneğin Kıta Avrupa’sı ülkelerinde en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10 arasındaki fark ortalama 4 kat iken, Anglo-Amerikan ülkelerde bu fark 7-8 kattır.[12] Avrupa’da sosyal devletin yeniden bölüşüm mekanizmaları gelir eşitsizliğini azaltıcı bir sonuç yaratmaktadır. Aynı durum yoksulluk için de geçerlidir. Amerikalıların yüzde 17’si yoksul iken bu oran Finlandiya’da yüzde 5.1, İsveç’te 6.6, Almanya’da 7.5, Fransa’da yüzde 8, Hollanda’da yüzde 8.1’dir. ABD “fırsat eşitlikleri” ülkesi iken “sonuçların eşitliği” ile ilgilenmemektedir. Hakim felsefe “yüz ya da bat” olarak ifade edilmektedir.[13] Bir başka nokta ise sosyal güvenlik konusunda söylenebilir. 15 AB ülkesinde sosyal güvelik giderleri içinde devlet katkısının payı ortalama yüzde 36 düzeyindedir.[14] Ülkemizde ise devletin doğrudan sosyal güvenliğe bir katkısı yoktur. Sosyal güvenlik özellikle SSK doğrudan ve dolaylı işçilerden kesilen primlerle finanse edilmektedir. AB ülkelerinde sosyal güvenlik reformuna ilişkin tartışmalar (yaşlanan nüfus ve artan işsizlik baskıyla) giderek artmaktadır. Ancak sosyal güvenlik temel bir kamusal yükümlülük olmaya devam etmektedir. Son olarak en kısa çalışma sürelerinin yine AB ülkelerine ait olduğunu vurgulayalım. İsveç’teki yıllık çalışma saati Güney Kore’den 1000 saat/yıl daha düşüktür. Yıllık çalışma süresi İsveç’te 1485, Almanya’da 1605, İngiltere’de 1720, ABD’de 1914, Japonya’da 1965, Tayvan’da 2368 ve Güney Kore’de 2454 saattir.[15]
AB hakkında, itiraz edilemez pek çok eleştiri dile getirilebilir. Ancak tüm bunlara rağmen AB, hâlâ insanlığın yeni bir yol, yeni bir varoluş biçimi, dünyasal-insani bir bakış oluşturabilme arayışının, dünyanın sorunlarına ilişkin en yakın ilgi ve sorgulamaların yapıldığı en etkin ve merkezi platform olma vasfını sürdürüyor.[16] Akkaya, “ILO varken neden AB” sorusunu dile getirirken, ILO Genel Müdürü Juan Somavia, Avrupa sosyal modeli için, “Dünyanın sosyal geleceği Avrupa’dadır; Avrupa sosyal modelini sürdürebilirse, bu Dünyanın geri kalanı için bir umut ışığı olacak ve o zaman daha eşitlikçi bir küreselleşmenin kapısı açılacak” görüşünü dile getirmektedir.[17] Avrupa sosyal modeli, günümüzde karşılaştığı tehditlere ve geçirdiği tereddütlere rağmen sosyal korumacı bir seçenek olarak varlığını sürdürmektedir.
ILO VARKEN AB’YE GEREK YOK MU?
ILO ve AB farklı nitelikte örgütlerdir. ILO uluslararası bir örgüttür. AB ise ulusal-üstü yetkileri olan bir yapıdır. ILO üçlü bir yapıdır. Her ülke iki hükümet, bir işçi ve bir işveren temsilciyle sürece katılır. Ve ILO yaptırım mekanizması son derece zayıf bir örgüttür. ILO sözleşmeleri sosyal haklar açısından ileri kazanımları ifade etmelerine rağmen unutulmaması gereken bu sözleşmelerin işverenler ve kapitalist devletlerin de katıldığı bir mekanizmayla kabul edildiğidir. ILO’nun kuruluşuna üç temel etkenin yol açtığı kabul edilmektedir. Birincisi, çalışma yaşamı koşullarının iyileştirilmesine yönelik insani motiftir. İkincisi, siyasi istikrar yoluyla reformist eğilimleri güçlendirmek ve böylece sosyal barışı sağlamaktır. Bu noktada, 1917 Sovyet Devrimi’nin etkilerinin, sanayileşmiş ülkelerde yaygınlaşmasını engelleme kaygısı önemli bir rol oynamıştır. Ve üçüncüsü, uluslararası ticarette avantaj elde etmek için sosyal hakları ve standartları düşük tutma eğilimini (sosyal damping) önleme isteğidir.[18]
AB zaten Türkiye’den ILO sözleşmelerinin uygulanmasında ısrar etmektedir.[19] Ancak Akkaya, AB’nin bunu illüzyon yaratmak amacıyla, emekçilerin kafasını karıştırmak için yaptığını savunuyor. AB süreci, ILO sözleşmelerinin uygulanmasını etkinleştirmektedir. Bunun kanıtı AB süreci ile birlikte onaylanan uluslararası sözleşmelerdir.[20] “ILO varken AB’ye ne gerek var” sorusunun yanıtını yukarıda aktarılan görüşleriyle bizzat ILO Genel Müdürü vermektedir.
SENDİKAL HAKLAR AB HUKUKU DIŞINDA MI?
AB-sendikal haklar konusunda en sık dile getirilen iddia “AB’nin sendikal haklar konusunda yetkisinin olmadığı” yönündedir. Bu iddiaya göre AB sürecinin sendikal haklara bir yararı olmayacaktır.
Akkaya da yazısında SPİA’ya atfen (doğru atıf AT Antlaşması olacak, Akkaya yürürlükte olmayan bir belgeye atıf yapmaktadır)[21] AB’nin örgütlenme, toplu iş sözleşmesi ve grev konusunda yetkisi olmadığını vurgulamaktadır. Doğrudur; AT Antlaşmasının 137/5 maddesine göre AB Konseyinin ücretler, örgütlenme hakkı, grev hakkı konularında bağlayıcı karar alma yetkisi yoktur. Konsey, ücretler, örgütlenme ve grev hakkı konusunda üye ülke mevzuatlarını tekleştirici kararlar alamaz, bu konularda tüzük ve yönerge çıkaramaz. Ancak bu kural, sadece üye ülke mevzuatlarını tekleştirici karar alma konusunda sınırlama getirmekte olup; genel olarak örgütlenme, toplu sözleşe ve grev hakkının AB hukuku dışında olduğu anlamına gelmemektedir. Mesut Gülmez’in de yerinde saptamasıyla, 137/5’te yer alan kural bir istisna niteliği taşımaktadır ve dar yorumlanması gerekir.[22] Çünkü AB’nin kurucu antlaşmalarında “insan hakları ve temel özgürlüklerine saygı” ilkesine yer verilmiş olması, sosyal ve sendikal hakların çerçevesini evrensel boyutlarda genişletmiştir ve bu nedenle sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarına ilişkin değerlendirmenin ILO sözleşmeleri, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS), ASŞ, göz önüne alınarak yapılması gereklidir.[23] (Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için Mesut Gülmez Avrupa Birliğinde Sosyal Politika kitabının -Ankara: Türkiye-AB Sendikal Koordinasyon Komisyonu Yayınları, 2003- dördüncü bölümüne bakılabilir.) Toplu sözleşme ve grev hakları temel hak ve özgürlükler bağlamında antlaşmasal düzeyde, siyasi kriter olarak güvence altındadır ve yönergelerden çok daha üst bir yere sahiptir. Bu nedenle bu konularda yönerge çıkarılamayacağını söylemenin, hakların özü açısından bir önemi yoktur.
Bu konularda AB’nin yönerge yetkisinin olmaması ile bu hakların AB’ye üye olacak ülkelerce kabul edilmiş ve uygulanıyor olması zorunluluğu ayrı ayrı sorunlardır. AB’nin örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkı konusunda tekleştirici düzenleme yetkisinin olmaması, AB ülkelerinin ya da aday ülkelerin bu hakları ihmal ya da ihlal edebileceği anlamına gelmez. AB bir siyasi kriter olarak aday ülkelerden bu hakları güvenceye alınmasını ve uygulanmasını istemekte, ancak bu hakların hangi araçlarla ve nasıl uygulanacağına ilişkin tekleştirici karar alamamaktadır.
Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup, bu konuda İHAS’ta yer alan haklar esas alınmaktadır. Kopenhag Kriterlerinin, siyasi kriterler bölümü aday ülkelerdeki sosyal/sendikal hakları da ilgilendirmektedir. Çünkü sosyal/sendikal hak ve özgürlüklerin eksiksiz varlığı bir siyasi kriter olarak değerlendirilmekte ve bu çerçevede Konsey tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri ile Komisyon tarafından hazırlanan Düzenli İlerleme Raporlarında sendikal/sosyal haklar siyasi kriterler bölümünde ele alınmaktadır.
2004 İlerleme Raporu’nun sendikal haklar ile ilgili çerçevesi, 137/5 maddesinin nasıl yorumlanması gerektiği konusunda aydınlatıcıdır. 2004 İlerleme Raporu, (daha önceki İlerleme Raporları gibi) sendikal hakları açıkça insan hakları ve temel özgürlükleri kapsamında ele almış ve bu hakların ILO standartlarına ve Avrupa Sosyal Şartı’na uygun olması gerektiğini vurgulamıştır. Komisyon, bu konuda ILO standartlarına atıf yaparak, ILO standartlarını AB üyeliği için bir çeşit siyasal kriter haline getirmiştir. AB, İlerleme Raporu ile, Türkiye’den grev hakkına saygı istemektedir. Bunun neresi sendikal haklarının geriye götürülmesidir? Türkiye’de 2000 yılından bu yana grev yapılamamaktadır. Grevler milli güvenlik nedeniyle ertelenmektedir. Ama AB ülkelerinde sanayi işçileri bir yana Dışişleri Bakanlığı çalışanları dahi greve gidince “millî güvenlik” sarsılmamaktadır.
AB sürecinde, ülkemizin en uyumsuz ve en çok kısıtlama yaşanan alanı sendikal haklardır. Ancak bu konuda atılan sınırlı adımlar da AB sürecinin ürünüdür. Son derece sınırlı bir uygulama alanı olsa da, iş güvencesi; Sendikalara siyaset yasağının, serbest bölgelerde grev yasağının ve özel güvenlik görevlililerine sendika yasağının kalkması; Ve en önemlisi insan hak ve özgürlükleri ile ilgili uluslararası sözleşmelerle çelişen yasaları geçersiz sayan Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklik AB sürecinin ürünüdür.
BİREYSEL İŞÇİ HAKLARI VE AB YÖNERGELERİ
Yazıda yer alan diğer bir konu bireysel işçi hakları ile ilgili yönergelerdir. Şunu vurgulamak gerekir ki AB’de bireysel işçi hakları ağırlıkla ülke düzeyinde düzenlenmektedir. Topluluk düzeyinde sosyal politika düzenlemelerinin tekleştirilmesi yavaş gelişmektedir. Bazı ülkeler (liberaller) buna ısrarla karşı çıkmaktadır. Sosyal politika ile ilgili yaklaşık 70 yönerge söz konusudur ve bu yönergelerde iki tip düzenleme yer almaktadır: Uyulması zorunlu alt sınırlar ve uyulması zorunlu olmayan tercihe bağlı düzenlemeler.
AT Antlaşması’nın 137. Maddesinin ısrarla göz ardı edilen çok önemli bir hükmü vardır. Madde, çalışma koşulları konusunda asgari koşulları belirleyecek yönergeler çıkarılmasını öngörmektedir. Madde açıkça asgari koşullardan söz etmekte ve kabul edilen yönergelerin üye devletlerin “daha sıkı [stringent] koruyucu” hükümleri sürdürme veya yürürlüğe koyma hakkını saklı tutmaktadır. Üye ülkeler, yönergelerin öngördüğü sınırlamaların altına inemeyecekler ancak daha koruyucu hükümleri uygulayabilecekler ya da daha koruyucu düzenlemeler yapabileceklerdir. Bu hükümler esasen daha düşük standartlara sahip yeni üye ülkeleri asgari sınırlara çekmeyi ve böylece sosyal dampingi engellemeyi amaçlamaktadır; yoksa var olan ileri standartları aşağı çekmeyi değil.
AB sosyal politika yönergelerinin hemen hemen hepsi (istisna bazı hükümler hariç) Türk iş hukukundan ilerdedir. Son birkaç yılda iç hukuka aktarılmaya çalışılan yönergelerin içeriği ortadadır: İşçi sağlığı standartlarının yükseltilmesi, kadın-erkek ayırımcılığının ve ayırımcılığın yasaklanması, toplu işçi çıkarma ve iflas durumunda işçinin korunması, ebeveyn izni, yıllık ücretli izin, işçilere danışılması ve onların bilgilendirilmesi bu yönergelerin belli başlılarıdır.
AB SÜRECİNDE SOSYAL HAKLAR GERİLİYOR MU?
Son dört yıldır gerçekleştirilen AB uyum reformları içinde sosyal politika ve sendikal haklara ilişkin düzenlemeler son derece sınırlı bir yer tutmuştur. Ancak sendikal haklara ilişkin bir gerilemeden değil, yasal alanda sınırlı da olsa bir gelişmeden söz etmek mümkündür. Uyuma direnç vardır, uyumsuzluk vardır. Ancak sendikal hakların AB sürecinde yasal düzeyde geriye gittiğini söylemek mümkün değildir. Bunun için somut düzenlemeler bakılmalıdır:
Anayasa’nın 13. Maddesi’nde yapılan değişiklik ile temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilecektir. Bu hüküm sendikal hakları da ilgilendirmektedir.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı ile ilgili 34. maddede yapılan değişiklik ile “dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler” ibareleri madde metninden çıkarılmıştır. Böylece sendikaların faaliyetlerinde bir genişleme sağlanmıştır.
Anayasa’nın 51. maddesinde yer alan “işçiler” ifadesi “çalışanlar” olarak değiştirilmiştir ve Kamu çalışanlarının sendika hakkı daha belirgin hale getirilmiştir. Ancak 1995 Anayasa değişikliği ile Kamu personelinin sendikalaşmasına olanak tanındığı için bu değişiklik anlamlı bir katkı sağlamamıştır.
Anayasa’nın Geçici 15. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırıldı. Buna göre, 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 döneminde çıkarılan yasalar, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasa’ya aykırılığı öne sürülebilecek. Bu değişiklik 12 Eylül askeri yönetimi döneminde yürürlüğe giren 2821 ve 2822 sayılı yasaların Anayasa’ya aykırılığının denetlenebilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
2004 Anayasa değişiklikleri[24] doğrudan sosyal haklarla ilgili düzenlemelere yer vermemiştir. Ancak Anayasanın 90. maddesine eklenen bir fıkra ile sosyal ve sendikal hakları olumlu yönde etkileyecek bir düzenleme yapılmıştır: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”.
Bu hükmün sendikal hakları da içeren pek çok BM, Avrupa Konseyi ve ILO sözleşmelerinin doğrudan uygulanmasının yolunu açtığı ve yargının artık bu sözleşmeleri esas alarak karar vermesi gerektiği belirtilmektedir.[25] Bu değişiklik sendikal hakların önündeki pek çok engelin kaldırılmasının başlangıcı olabilir. Peki bunların neresi geriye gidiş? Uyumun son derece yetersiz olduğunu söylemek ve eleştirmek başka, geriye gidiş olduğunu söylemek başkadır.
Uyum paketi içinde sendikal hakları doğrudan etkileyen düzenlemeler serbest bölgelerdeki grev yasağının ve özel güvenlik görevlilerine sendika yasağının kaldırılması oldu. Ancak uyum yasa paketleri ile Dernekler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Medeni Yasada yapılan bazı değişiklikler ve uyum yasaları dışında yapılan bazı yasal düzenlemeler sendikal hakları dolaylı olarak etkilemektedir. Sendikalar yasasında hüküm bulunmayan hallerde, Dernekler Yasası ve Medeni Kanun hükümlerinin uygulanması nedeniyle bu değişiklikler önemlidir.
İŞ YASASI VE AB UYUMU İDDİASI
Gerek 4857 sayılı İş Yasası’nın genel gerekçesinde gerekse işveren örgütlerinin yasa ile ilgili değerlendirmelerinde, yasanın AB ve ILO normları doğrultusunda hazırlandığı iddia edilmektedir.[26] Yüksel Akkaya da İş Yasası’nı AB uyumunun bir gereği olarak değerlendirmekte ve buradan hareketle AB sürecinde işçi haklarının geriye gittiğini vurgulamaktadır.
Ancak 4857 sayılı İş Yasası’nın AB düzenlemelerine göre hazırlandığı ya da bu düzenlemelerin AB uyumu gereği yapıldığı savları gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. AB’nin Türkiye’den uyum sürecinde talep ettiği sosyal-sendikal düzenlemeler ile iş yasasında yapılan pek çok değişikliğin ilgisi yoktur.
Hükümetler, AB ve ILO normlarının gereği olan sendikal haklar konusunda gerekli adımları atmazken, bireysel iş hukuku alanında var olan işçi haklarının sınırlandırılmasında, AB’ye uyum bahanesine başvurmaktadırlar.
Her şeyden önce 4857 sayılı iş yasasının oluşturulma biçiminin AB tarafından benimsenen “sosyal diyalog” yaklaşımına uygunluğu tartışmalıdır. AB’nin sosyal politikaya ilişkin normlarını oluşturmada kullandığı yaklaşım ve mekanizma tarafların uzlaşmasını esas almaktadır. AB Konseyinin çalışma hayatı ile ilgili yönergelerinin bir bölümü doğrudan sosyal taraflarca (ETUC, UNICE ve CEEP) hazırlanan metinlere dayalıdır ya da onların görüşleri doğrultusunda hazırlanmaktadır. Oysa hükümet, İş Yasası’nı çıkarırken, sendikaların ısrarlı eleştirilerini dikkate almamış; onların mutabakatı olmadan İş Yasasını Meclisten geçirmiş hatta daha önce sosyal tarafların üzerinde anlaştığı hükümler bile Genel Kurul’da son dakikada değiştirilmiştir.[27]
1475 sayılı eski İş Yasasında daha koruyucu nitelikteki hükümler 4857 sayılı yasa ile işçi aleyhine daraltılmıştır. Bu noktada, bir uyum zorunluluğundan değil ideolojik-politik bir tercihten hareket edilmiştir. Öte yandan yapılan kimi düzenlemeler ile AB emredici normlarına yeni aykırılıklar ortaya çıkmıştır. Yeni İş Yasası’nın çalışma süreleri, fazla mesailer ve yıllık izinler ile ilgili bölümleri AB yönergelerine diğer bir deyimle AB asgari normlarına açıkça aykırılık göstermektedir.[28]
İşveren çevrelerinin AB ile ilgili lobi örgütü olan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) tarafından hazırlanan bir rapora göre 1475 sayılı eski iş yasasının AB yönergeleri ile uyumsuz olan ve değiştirilmesi gereken hükümleri çalışanların korunmasına ilişkin asgari standartlara ilişkindir.[29] İddia edilenin aksine, 1475 sayılı İş Yasası’nın işçileri koruyucu ve işveren örgütlerine göre “katı” olarak nitelenen hükümleri, yönergelerin asgari ve uyulması zorunlu kurallarına aykırılık taşımamaktaydı.
Yeni İş Yasası’nda sınırlı ölçüde yer verilen işçiyi koruyucu düzenlemeler, AB yönergelerinde yer alan zorunlu düzenlemelerdir. Kadın-erkek eşitliği, ayırımcılık yasağı, kadın ve genç işçilere yönelik koruyucu düzenlemeler, yıllık izinlerin ve doğum izninin kısmen artırılması, iflas durumunda işçi alacağının korunması, toplu işçi çıkarmada bilgilendirme mekanizması gibi. Ancak yasada yer alan esneklik hükümlerinin bir kısmı AB yönergelerinde yoktur bir kısmı ise tercihe bırakılmıştır, uyulması zorunlu değildir. Bunu somut bir yönerge bazında ele alabiliriz.
93/104 sayılı Çalışma Süresinin Belirli Yönlerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönerge: 4857 sayılı İş Yasası’nın en fazla uyumsuzluk gösterdiği ve aykırılık taşıdığı AB düzenlemesi 93/104 sayılı yönergedir. Yönerge çalışma ve dinlenme süreleri ile yıllık ücretli izinler hakkında uyulması zorunlu alt sınırlar saptamakta ve çalışma sürelerinin denkleştirilmesine olanak vermektedir. Dikkat edilmesi gereken nokta çalışma, dinlenme ve izin sürelerine ilişkin alt sınırlar zorunlu iken yönergede yer alan “denkleştirme süreleri”nin ilgili ülkenin tercihine bağlı olmasıdır.
1475 sayılı (eski) İş Yasası’nın 93/104 sayılı yönergeye göre “daha sıkı koruyucu” düzenlemeleri (çalışma sürelerinin haftanın çalışılan günlerine eşit bölünmesi gibi) yeni yasa ile esnetilmiştir. 4857 sayılı yasada yer alan “denkleştirme çalışması” bir uyum zorunluluğundan değil bir tercihten kaynaklanmaktadır.
Yönerge haftalık çalışma süresinin fazla çalışmalar dahil 48 saati aşamayacağı hükmünü içermektedir. Bu uyulması zorunlu bir kuraldır. Yasa bu düzenlemeye yer vermemiştir. Taslak ve Tasarıda yer alan bu hüküm yasama sürecinde metinden çıkartılmıştır. 4857 sayılı yasaya göre haftalık çalışma süresi 45 saattir. 93/104 sayılı yönerge fazla çalışma dahil haftalık çalışmayı 48 saat olarak düzenlediği için yönerge hükümlerine göre ülkemizde haftalık fazla çalışma süresi 3 saati aşamaz. Ancak yasanın 63. maddesi, normal çalışmalar için bir sınır ön görürken fazla çalışmalar ile ilgili bir sınıra yer vermemiştir. Yönergeye göre ülkemizde yıllık fazla mesai süresinin 144 saati aşmaması gerekiyor. Ancak yasanın 41. maddesi yıllık fazla mesai süresini 270 saat olarak saptamıştır. Yasada yer alan fazla mesai süresi Yönergeden 126 saat daha fazladır. Üstelik günlük, haftalık ya da aylık bir sınırlamaya tâbi değildir. Yasa yıllık 270 saat fazla mesai öngörürken 1475 sayılı eski yasada yer alan nispi koruyucu bir düzenlemeyi (günde 3 saat yılda 90 gün sınırlaması) de kaldırmıştır. 93/104 sayılı yönerge yıllık ücretli izin süresini en az dört hafta olarak düzenlemiştir. Bu alt sınır belirten; uyulması zorunlu bir hükümdür. Ancak yeni yasa alt sınırı 14 gün olarak belirlemiştir. Bu hüküm de 93/104 sayılı yönergeye aykırıdır. Özetle, 93/104 sayılı yönergenin zorunlu hükümlerine uyulmazken tercihe bağlı hükümleri (denkleştirme süresi) yeni yasaya aktarılmıştır.
4773 sayılı yasa ile gerçekleştirilen ve daha sonra 4857 sayılı yasa ile sınırlanarak da olsa devam ettirilen iş güvencesi konusu AB sosyal politikasına uyumun önemli alanlarından biridir. Her ne kadar işveren örgütleri, iş güvencesinin AB uyumunun bir gereği olmadığını ileri sürmekteyse de,[30] iş güvencesi AB sosyal politikasının önemli bir unsurunu oluşturmaktadır.
AB Anayasa taslağının 2. bölümünü oluşturan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartının 30. maddesi keyfi işten çıkarmaya karşı işçilerin korunmasını öngörmektedir.
Topluluk Antlaşmasının 136. maddesinin doğrudan atıf yaptığı Avrupa Sosyal Şartının Çalışma Hakkını düzenleyen 1. maddesi; çalışanların özgürce edindikleri bir işle yaşamlarını sağlama haklarını etkin biçimde korunmasını öngörmektedir. Avrupa Sosyal Şartı 1996 yılında gözden geçirilerek geliştirilmiş bu belge, iş güvencesiyle ilgili daha detaylı hükümler içermektedir. Gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın 24. maddesi iş akdinin sona erdirilmesine karşı korunma hakkı başlığı altında 158 sayılı ILO sözleşmesine paralel düzenlemeleri içermekte ve geçerli sebepler olmaksızın yapılan fesihlere karşı işçinin korunma hakkını tanımaktadır. İş Güvencesi AKP tarafından budanmıştır ve işlevi sınırlanmıştır. Ancak yine de çalışanları koruyucu sınırlı bir ilerleme, geliştirilebilecek bir alan olarak değerlendirilmelidir.[31]
Görüldüğü gibi AB sürecinde, sendikal ve sosyal haklar açısından AB normlarından ve mevzuata uyumdan kaynaklanan bir gerileme yoktur. İş Yasası ile getirilen esneklik hükümleri ise AB uyumunun gereği olarak değil, işveren talepleri karşısında bunları dizginleyecek bir sosyal muhalefet olmadığı için gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak 4857 sayılı İş Yasası ile getirilen esnek çalışmaya ilişkin hükümlerin AB normlarına uyum zorunluluğundan kaynaklandığını söylemek mümkün değildir. Aksine işçiyi koruyucu kimi konularda AB düzenlemelerinin gerekleri yerine getirilmemiştir.
AB SENDİKAL HAKLAR KONUSUNDA NE İSTİYOR?
2004 İlerleme Raporu, sendikal hakları açıkça insan hakları ve temel özgürlükleri kapsamında ele almış ve bu hakların ILO standartlarına ve Avrupa Sosyal Şartına uygun olması gerektiğini vurgulamıştır.[32] Rapor ILO standartlarına atıf yapmış ve Türkiye’nin ILO standartlarını karşılamaktan uzak olduğunu ve toplu sözleşme ve grev hakkına ilişkin sınırlamaların varlığı koruduğunu vurgulamıştır. 2004 İlerleme Raporu tereddütsüz bir biçimde Türkiye’nin önüne sendikal hak ve özgürlüklerle ilgili tamamlanması gereken siyasi ölçütler koymuştur. Komisyon bu konuda ILO standartlarına atıf yaparak, ILO standartlarını AB üyeliği için bir çeşit siyasal kriter haline getirmiştir
İlerleme Raporunda sendikal hakların tam olarak sağlanması gereğine yapılan vurgu sosyal politika alanında uyumu müktesebatla sınırlı gören ve özellikle işveren çevreleri tarafından dile getirilen[33] ve 59. hükümet tarafından benimsenen dar sosyal politika yaklaşımına kapıları kapamaktadır.
İlerleme Raporu’nun siyasi kriterler başlığında yer alan sendikal ve sosyal haklarla ilgili saptamalar şöyle sıralanabilir:
• Sendikal haklarla ilgili olarak, örgütlenme hakkı ve grev hakkının da içeren toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamalar varlığı korumaktadır.
• Grevlerin ve gösterilerin ertelenmesi ya da iptali gibi sendikal hakları kısıtlayıcı çok sayıda uygulama vardır.
• Türkiye hâlâ ILO standartlarını karşılamaktan uzaktır.
• Türkiye henüz Avrupa Sosyal Şartı’nın örgütlenme hakkı ile ilgili 5. maddesini ve grev hakkını da içeren toplu pazarlık hakkıyla ilgili 6. maddesini henüz onaylamadı.
• Kamu görevlileri sendikaları yasası kamu çalışanlarının bir bölümünün sendikalaşmasını engelliyor ve grev ve toplu pazarlık hakkını içermiyor. Yasada sendika üyelik işlemlerini basitleştirmek amacıyla yapılan son değişikler bu hak kısıtlamalarını gidermemiştir.
• Özel sektörde sendikalaşma prosedürü elverişsiz ve pahalıdır.
• Sendikalar yetki alabilmek için işyeri düzeyinde yüzde 50 ve işkolu düzeyinde yüzde 10 barajı aşmak zorundalar.
BUNLAR İŞÇİ HAKLARININ, SENDİKAL HAKLARIN GERİYE GÖTÜRÜLMESİ MİDİR?
Şimdiye kadar sendikal-sosyal haklar AB uyum sürecinin en ihmal edilen alanı olarak kalmıştır. 59. hükümet daha önceki ilerleme raporlarında dile getirilen sosyal-sendikal uyum kriterlerini ısrarla göz ardı etmiştir. Hatta grev hakkı konusunda sistematik bir ihlal süreci yaşanmış ve 2000 yılından bu yana hiçbir etkili greve izin verilmemiş, sendikalara kapatma davası açılmış ve memurların sendikal hakları tanınmamıştır. Böylece Hükümet, sosyal boyutu olmayan neo-liberal bir Avrupa bütünleşmesi yönünde irade göstermiştir.
İşveren örgütleri de AB sürecini öncelikle iktisadi bir bütünleşme süreci olarak ele aldılar ve sosyal uyumu rekabet gücünü zayıflatan bir faktör olarak gördüler. Nitekim hükümete baskı yaparak Ulusal Raporun (UP) revizyonu sırasında “sendikal hakların ve ILO standartlarının UP’den çıkartılmasını sağladır. Hükümet kendi siyasal öncelik ve kaygılarının da etkisiyle AB uyum sürecini klasik siyasal hak ve özgürlüklerle sınırlı görmüştür.
2004 İlerleme Raporu, sendikaların da çabalarını artırmalarıyla AB sürecinde sendikal hakların daha fazla ön plana çıkmasının olanaklı olduğunu göstermiştir. Ülkemizdeki sendikalar, AB içinde de devam eden neo-liberalizm ve sosyal korumacı eğilim arasındaki mücadeleye etkili bir biçimde katılmalıdır. AB süreci ikili bir yapı arz etmektedir. Süreç bir yandan temel hak ve özgürlükler ve sendikal hakların geliştirilmesine katkı sağlarken öte yandan sürecin ekonomik karakteri, neo-liberal politikaların etkisini artırması nedeniyle çalışanları olumsuz etkileyebilecek yanlar içermektedir. Bu nedenle sendikalar müzakere sürecinde etkin bir baskı gücü oluşturmalı hem AB düzeyinde hem de ülke düzeyinde sosyal boyutun güçlendirilmesi için çaba harcamalıdır. Bu süreçte Avrupa sendikal hareketi ile bağların güçlendirilmesi özel bir önem taşımaktadır. Yoksa AB sürecinin kendiliğinden demokrasi ve kendiliğinden sendikal haklar sağlamayacağı bilinmelidir.
AB sürecinin, “lehte düzenlemeler bir yana var olan hakları da geriye götüreceği” kaygısı ve saptaması yersizdir ve somut gelişmelerle uyuşmamaktadır. Bu nedenle, “AB sürecinin en uyumsuz alanı olan sosyal hakların” uyumlu hale getirilmesi hedefi, anlamlı bir mücadele alanı olarak, bunu gerçekleştirecek sosyal güçleri beklemektedir.
[1] Yüksel Akkaya, “Polemiğin İğvasında Netameli Bir Konuda Tartışmak: AB ve Biz-II”, 14 Ekim 2004, www.sendika.org (Erişim: 14.10.2004); Yüksel Akkaya bu fikri önceki çalışmalarında da dile getirmiştir. Yüksel Akkaya, “Avrupa Birliği ve Sendikacılık”, AB Türkiye Gerçekler Olasılıklar, Editör: Mehmet Türkay, İstanbul: Yenihayat Kütüphanesi, 2003, s. 238; Yazarın Birikim’in bu sayıda yayımlanan yazısı.
[2] Yüksel Akkaya, “Yetiş Ya Avrupa Birliği”, 23 Eylül 2004, www.sendika.org (Erişim: 11.10.2004).
[3] Meryem Koray, Avrupa Toplum Modeli İstanbul: TÜSES, 2002, s. 270.
[4] Devletin, piyasaya yönelik müdahale girişimleri, kar oranlarını düşürecek her girişim, her dönemde sermayenin tepkisini çekmiştir. Charles Dickens, sermaye sahiplerinin bu ayak direyişlerini 150 yıl önce şöyle hicveder: “Emin olun, Coketownlu fabrikatörler kadar narin bir porselen bulamazsınız. Onlardan çocuk işçileri okula yollamaları istenince hemen iflasın eşiğine gelirler. Fabrikalarını denetlemek için müfettişler atanınca iflas ederler. Müfettişler, makineleri ile insanları doğramaya pek hakları olmadığını söylediklerinde mahvolurlar. Bu kadar çok duman çıkarmak zorunda olmadıkları ihsas edildiğinde tümüyle yıkıma uğrarlar”, Aktaran Ahmet İnsel, Neo-Liberalizm, Hegemonyanın Yeni Dili, İstanbul: Birikim Yayınları, 2004, s.52.
[5] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret, Fiyat ve Kâr, Beşinci Baskı, Çeviren: Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 146-153.
[6] The New York Times, “Trade Support Is Dwindling, Fed Chief Says”, 26 Ağustos 2000.
[7] IMF, World Economic Outlook, Nisan 2003, Washington DC, s 129-150.
[8] Vito Tanzi ve Ludger Schuknecht. Public Spending in the 20th Century. Cambridge: Cambridge University Press, 2000, s. 26-34.
[9] Meryem Koray, “Marjinaleşmeden çıkmak”, Radikal gazetesi, 20 Mayıs 2004.
[10] Stein Kuhnle, Survival of the European Welfare State, Arena Working Papers WP 99/19, www.arena.uio.no/publications/wp99_19.htm (Erişim: 5 Şubat 2004).
[11] Ahmet İnsel, “Cumhuriyet’in yol ayırımı”, Radikal Cumhuriyet Eki, 29 Ekim 2004.
[12] Human Development Report 2004.
[13] Jeremy Rifkin, The European Dream, Cambridge, Polity Press, 2004, s. 41-44
[14] Recep Kapar, “Sosyal Güvenlik Sistemine Reform Önerisi”, Sendikal Notlar, Sayı 23, Ağustos 2004, s. 33.
[15] David Coates, Models of Capitalism: Growht and Stagnation in the Modern Era. Oxford: Polity Press, 2000, s. 238.
[16] Ömer Laçiner, “Ruhumu Asla mı”, Birikim 184-185, s.17
[17] Juan Somavia, “L’avenir mondial se joue en Europe”, Le Libre Belgique, 2 Şubat 2003, Internet Baskısı,http://www.lalibre.be/article.phtml?id=10&subid=83&art_id=101936 (Erişim 30 Aralık 2003)
[18] The ILO, What It Is, What It Does, s.4. http://www.ilo.org/ public/english/bureau/inf/brochure/index.htm (Erişim: 12 Şubat 2004).
[19] Commission of The European Communities, 2004 Regular Report On Turkey’s Progress Towards Accession, Brussels, 6.10.2004 http://europa.eu.int/comm/enlargement/turkey/docs.htm#regular_reports (Erişim: 7 Ekim 2004)
[20] BM Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, BM Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (İkiz Sözleşmeler), 182 Sayılı ILO En Kötü Biçimde Çocuk İşçiliğinin Önlenmesi Sözleşmesi ve BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi İhtiyari Protokolü.
[21] Teknik bir ayrıntı gibi gözükse de bu nokta çok önemlidir. Çünkü Akkaya, SPİA’dan, “AB’nin asli hukuk kurallarından biri” olarak söz etmektedir. Akkaya’nın yazısında, Sosyal Politikaya İlişkin Anlaşmaya (SPİA) atfen, AB’nin “ücret, örgütlenme özgürlüğü ve grev konularında düzenleme getirme yetkisi olmadığını” belirtiliyor. SPİA, bu anlaşmanın hükümlerinin Amsterdam Antlaşmasına aktarılması nedeniyle 1997’de yürürlükten kaldırılmıştır. Dolayısıyla AB’nin sosyal politika yetkileri ile ilgili atıf SPİA’ya değil AT Antlaşmasına yapılmalıdır. AT Antlaşmasının sosyal politika ile ilgili hükümlerinde SPİA’da yer almayan hükümler de yer almaktadır. Öte yandan Avrupa Birliği Antlaşması (ABA)’ya yapılan atıflar da yerinde değildir. Sosyal politikaya ilişkin hükümler Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşma (Roma) yapılmalıdır. AB’nin halen yürürlükte olan (yapılan çok sayıda değişikle birlikte) iki temel Antlaşması vardır. AT’yi kuran Antlaşma ATKA (Roma, 1957) ve AB’yi Kuran Antlaşmaya (ABA) Maastricht,1992. Sosyal politika düzenlemeleri ATKA içindedir. ABA içinde değil.
[22] Mesut Gülmez Avrupa Birliğinde Sosyal Politika. Ankara: Türkiye-AB Sendikal Koordinasyon Komisyonu Yayınları, 2003s.40.
[23] Gülmez, s. 161.
[24] Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun, Kanun No. 5170, Resmi Gazete 22 Mayıs 2004, sayı. 25469.
[25] Mesut Gülmez, “Anayasa Değişikliği Sonrasında İnsan Hakları Sözleşmelerinin İç Hukuktaki Yeri ve Değeri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, sayı 54, Eylül-Ekim 2004, s.154-160.
[26] TİSK, İşveren Dergisi, Eylül 2002; TBMM. İş Kanunu Tasarısı ve Sağlık Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu (1/534). Ankara, 2003 (Çoğaltma), s. 1-2.
[27] Aziz Çelik, “Yeni İş Yasasının Anlamı, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 15, Sayı 48, Eylül/Ekim 2003, s. 42-50.
[28] Erol Taymaz, Avrupa Birliği Sürecinde Yeni İş Kanunu: Bir değerlendirme, Çoğaltma, 2003.
[29] İKV, Avrupa Birliği’nin Sosyal Politikası ve Türkiye’nin Uyumu, İstanbul: İKV Yayını, 2001. s. 42-50.
[30] TİSK. 21. Genel Kurul Çalışma Raporu, Ankara, 2001, s. 108-110.
[31] Akkaya’nın yazısında yer alan “eskiden işçiler kıdem tazminatı ödenmemek için on birinci ayda işten çıkarılıyordu, şimdi altı ay dolmadan işten çıkarılıyor tekrar yeni sözleşmelerle işe alınıyor “ saptaması doğru değildir. Yasaya göre aynı işverene bağlı çalışılan süreler birleştirilecektir.
[32] Önceki İlerleme Raporlarında da gerek ILO standartlarına gerekse Avrupa Sosyal Şartı ve Gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’na yollama yapılmıştı.
[33] TİSK, İşveren Dergisi, Cilt XXXVIII, Sayı 6, Mart 2000; TİSK, 21. Genel Kurul Çalışma Raporu, Ankara, 2001, s. 108