Narkissos'un Kırık Aynası ve Şişmiş Egolar Çağı

*

AYŞEGÜL YARAMAN

Toplumsal Değişme ve Kişilik Özellikleri

Bağlam Yayınları

İstanbul 2003

Narkissos’un kırık aynası

ve şişmiş egolar çağı

ALİ ERGUR

Sanayi-sonrası kapitalizminin özellikleri, günümüz dünyasının hızla dönüşen ve çok parçalı yapısının anlamlandırılması bakımından sıkça tartışılan başlıca sosyal bilim konularından birisidir. Sayısız araştırma, farklı disiplinlerin mercekleri altında, bu özerkleşen toplumsal-ekonomik bağlamlar bütününe dikkat çekmekte, merkezsizleşmekte olan yeni toplumsal deneyimin mevcut ve olası veçheleri irdelenmeye çalışılmaktadır. Bunlar arasında göz ardı edilmez miktarda, sınai üretimin dönüşümüyle ilintilendirilen çözümlemeler, finans işlevlerinin öne çıkmasıyla sonuçlanan genel bir temsilî ekonomi üzerine araştırmalar göze çarpmaktadır. Ayrıca, belki de kavramların en cüretkârca kullanıldığı, ama bir o kadar da tanımsızlıklarla dolu modernlik sonrası tartışmaları, diğer bir deyişle kapitalizmin yeni mantığının daha çok kültür boyutunda tebarüz eden kısmı hakkındaki tartışmalar, çağımızın düşünsel tartışmalarının vazgeçilmez uğrağı olmuş durumdadır. Modernlik sonrası yazınında da, genellikle yaygın bir şekilde, ikonografya, söylem, simge ve temsilden geçen bir anlama çabası gözlemlenmektedir. Bir başka genel eğilim de, son derece güncel bir konu olan enformasyon toplumu üzerine yapılan tartışmalardır. Bu yaklaşımlar, ister ekonomik göstergelerin ve üretim ilişkilerinin açıldığı düşünme temelinde bulunsunlar, ister bunların toplumsal-kültürel bağlamına daha ağırlıklı olarak eğilsinler, önemli birçoğunluğunda kaçınılmaz olarak makro yapıların dönüşümü ele alınmıştır. Kuşkusuz bu çağdaş felsefi ve sosyolojik kuram ya da yaklaşımların süregiden tartışmalarından çok değerli eleştiriler türemiştir. Ancak, endüstri-sonrası dünyanın makro yapılarının dönüşümünün incelendiği oranda yaygın bir şekilde tartışılmayan bir diğer yüzü daha var: Bütün bu gelişmelerin ürünü olan, hızlı değişmelerden yayılan bir insan tipolojisi[1] de yeniden biçimlenmektedir. Bu endüstri-sonrası duyarlılıkların doğurduğu insan tipleri bütünü, her ne kadar, tam da zamanın ruhunun özelliği gereği, sanayi toplumundakine oranla çok daha parçalı ve çoğul bir görüntü arz etse de bazı temel ortak bileşenleri olduğu düşünülebilir. Bu ortak payda fikri de bizi ister istemez bir ‘toplumsal karakter’ kavramsallaştırmasına götürür. Bu noktada, sosyoloji kuramlarına bir retrospektif bakış atarsak, toplumsal karakter konusuna derinlemesine giren pek de fazla düşünür olmadığını fark ederiz. Ciddi anlamda kişilik özellikleri üzerine eğilen en dikkate değer kuramların daha ziyade kültüralist eğilimlerden türediği iddia edilebilir. Her ne kadar belirgin bir akım şeklinde görülmeseler, değişik sosyal bilim disiplinlerine dağılmış da olsalar, kültüralistler, bakış açıları gereği, zamanının özelliklerini özetleyen temel bir karakter ya da daha psikolojik bir terminolojiyle ifade edersek kişilik tanımlamak konusunda epeyce ısrarlı olmuşlardır. Örneğin David Riesman’ın ünlü üçlüsü (geleneksel, içe yönelimli, ötekine-yönelimli; traditional, inner-directed, other-directed), modernleşme sürecinin bütün çeşitliliklerinin de sonuçta temel bir karakterde ana hatlarıyla toplanabileceğini kanıtlamaya yöneliktir.[2] 2. Dünya savaşı’ndan bu yana, ama özellikle son yirmi yılda neo-liberal iktisadın baskın söylem ve politikaları, sınai üretimin kökten bir şekilde biçim değiştirmeye başlaması, kuşkusuz böyle bir tipleştirme çabasını daha da zor bir hale sokmuştur. Riesman bugün hayatta olsaydı, belki modernliğin daha ziyade yakın zamanları için kullandığı öteki-yönelimli tipinin nasıl aşamalı bir şekilde ego-yönelimli (içe-yönelimli değil!) bir kişiliğe dönüştüğünü tartışabilirdi. Varoluşunun anlamını üretiminde değil tüketiminde bulan bir kendilik (self), aynı zamanda umutsuzca ötekini silen bir algıyı da geliştirecektir. Bu anlamda, karşıtıyla yüzleşme arzusuna ket vurulan huzursuz ruhların uçuşan gösterenlere dönüşmeleri kaçınılmazdır. Endüstri-sonrası dünyada ‘öteki’ kavramının bunca bıktırıcı bir yavanlıkla vurgulanıyor olması, Narkissos’un kırık aynasındaki nicel çoğulluğu sahte bir diyalektik sanıyor olmamızdan kaynaklanmasın sakın?

Bu yeni toplumsal–ekonomik bağlamın en belirleyici özelliği, üretimin esas olduğu referansların önemli ölçüde geçersizleşmesi, bunların yerini yaygın bir tüketim etkinliğinin alması, kimliklerin bu çerçevede ortaya çıkmalarıdır. Üstelik, kimlik dediğimiz tanım, artık belli bir aidiyet zemini olmaktan ziyade, uçarı ve bağlantısız, bir anlamda tarih-dışılaşmış öznenin hızla birini bir diğeriyle değiştirdiği, hattâ birçoğunu birarada bile kullanabildiği görüntülerden oluşmaktadır. Diğer bir deyişle, kimlik bir belirlenim kertesi değil, bir stratejidir artık. Bu noktada, ideolojik özü buharlaşmış bir ontolojiyle karşı karşıyayızdır. Kimlikler üzerinden sürdürülen bu sahte-özgünleşme sürecinin, kısa sürede bir oyun ve gösterge karnavalına dönüşmesi ise kaçınılmazdır. Elektronik teknolojisinin başdöndürücü gelişmesi sayesinde sanal deneyimin toplumsal yaşamın ihmal edilmez bir parçasını kaplar hale gelmesi, bu genel uçuşma halinin gerçeklik kerterizlerinin bulanıklaşması bakımından önemli bir rol oynamaktadır. İşte Ayşegül Yaraman’ın Toplumsal Değişme ve Kişilik Özellikleri, Prometheus’tan Narkissos’a başlıklı kitabı, tam bu bulanıklaşmanın psişik derinliklerine duyarlı bir sonda indiriyor.

Ayşegül Yaraman, kitabında bir yandan psikoloji, antropoloji, sosyoloji ve tabiî sosyal psikolojide geliştirilmiş kişilik kuramlarına genel bir bakış atıyor, diğer yandan özgün görgül verilerinin de katkısıyla, günümüz dünyasının değerlerine, kişilik özelliklerini tanımlamaya girişmek gibi, pek de kolay olmayan bir işe girişiyor. Kişilik özelliklerinin anlaşılması, yazara göre çoğulcu bir bakış açısını gerektirmektedir. Özellikle günümüzün çok parçalı ve karmaşık dünyasında, gerek makro toplumsal olguları gerek kişilik özellikleri gibi psişik boyutta düğümlenen konuları artık tek bir kapsayıcı kuramsal modelle açıklamanın olanaksız olduğunun bilincinde olarak, Yaraman, çoğul bir çözümleme düzlemi kurmayı öneriyor. Yazar, pek fazla gelişmiş olmadığı düşünülebilecek bir alanda, özgün bir yaklaşım geliştirirken, sosyal bilimlerin en çok gereksindiği şey olan somut veri üzerinden tartışma işlevini de ihmal etmiyor. Nitekim, kitabın üçüncü bölümündeki özgün kavramsallaştırmalar, yine özgün bir araştırmanın sonuçlarına dayanmaktadır. Her ne kadar, daha makro çözümlemeci bir bakış açısından değerlendirildiğinde, örnekleminin görece kısıtlı kalmış olduğu ileri sürülebilirse de, İstanbul’un, gerek toplumsal-ekonomik katmanlaşma açısından gerek kurumsal yapılanması açısından farklı öğrenci profilleri sergileyen üniversiteleri ile çalışan gençlik üzerine yapılmış bir saha çalışmasının verilerini, Yaraman, düz betimlemelerden kaçınarak çözümlüyor; bu verilerin genel toplumsal doku içindeki nitel ağırlığını vurgulayarak yeterince temsil edici bir araştırma nesnesinden çok anlamlı sonuçlar damıtmayı başarıyor. Ayrıca anket çalışmasının derinlemesine mülâkatlarla desteklenmiş olduğunu unutmamak gerek. Benzer bir çalışmanın, daha önce Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin etik değerleri üzerine Veysel Bozkurt tarafından yapılıp kitaplaştırılmış olduğunu belirtmekte yarar var.[3] Ancak Ayşegül Yaraman, Bozkurt’un bu değerli ve türünün ilk örneği olan çalışmasından farklı olarak, kişilik bileşenlerinin psikolojik bir çözümlemesine de girişiyor.

Yeni değerleri, daha doğrusu değer çoğulluğunu, etik çerçeve genişlemesini, kendine dönük bir toplumsallaşmanın koşullarını, esas itibariyle modernlikten modernlik sonrasına (“postmodernleşme”) geçiş sorunsalına yaslayan kitapta, ortaya çıkan yeni ve hâlâ hızla dönüşmekte olan kişilik bileşimlerinin birbirini tamamlayan değişik veçheleri, atasözü ya da belli bir toplumsal çağrışımı olan başlıklarla ayrılmış durumda. 1. Gemisini Kurtaran Kaptan ve/veya Her Koyun Kendi Bacağından Asılır ile bireyciliğin merkezî hale gelmesi; 2. Ayna Ayna Söyle Bana ile çağımızın narsistik yanılsamasının yaygınlaşması; 3. Yaşasın Ağustos Böceği Kahrolsun Karınca ile sınai kapitalizminin doğasındaki Protestan ruhun çözülüşü; 4. Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın! ile ben-merkezciliğin ve onun ardına gizlenmiş depolitizasyonun göstergeleri; 5. Bir Göçmen Kuştu O... ile köksüzleşme olgusu, değinme düzeyinde de olsa ele alınıyor. Özellikle bu başlıklar altında, çağımızın kişilik özelliklerinin mayası sayılabilecek psişik yapıtaşlarını çok çarpıcı örneklerle irdeliyor. Genellikle 1980’lerden 1990’lara doğru toplumsallaşmış gençlerin değer ve ölçütlerinin nasıl ikili bir özellik arz ettiğini ortaya koymak da, Yaraman’ın başlıca amaçlarından birisi; çünkü, bugünün karmaşık, dağılmış ve parçalanmış toplumsal ilişkilerini anlamanın, öncelikle onların çelişkilerini çözümlemek anlamına geldiğini çok iyi biliyor. Hattâ Yaraman, bu çelişkilerin yapısal olduklarını, çağdaş bireyin ruh haline içkin, onu var eden özellikler olduklarını da teşhis ediyor. Zaten kitabın geneline hâkim olan kuramsal yaklaşım, toplumsal değişmenin, mevcut bir modernlik kurgusunu sökerken çelişkilerin nasıl hem sorun hem olanak olarak tezahür ettiklerinin altını çizer nitelikte. Bu nedenle, kitabın sonuç bölümü, neredeyse bir patoloji haline alan modernliğe yergi postmodernliğe övgü yanlışlığına düşmemeyi beceren bir tavrın gerekliliğini savunuyor. Zaten sonuç kısmının başlığı da meramını yeterince net anlatabiliyor: “Hiçbir Şeyin Sonu Değil”. Bu aynı zamanda, bir süredir egemen bir söylem haline gelen neo-liberal sahte iyimserliğe, düşünsel topografyası iyi tanımlanmış bir yanıt oluşturuyor. Bir toptancı modelden kaçıp aslında bir başkasına sığınan, postmodernleşme sürecini ve onunla gelen köksüzleşmeyi tereddütsüz ‘demokrasi’ olarak adlandıracak kadar derin bir yanılsama içinde olan sterilize entellektüeller de pay almasını bilmeli bu tavırdan. Ama ‘arif olma’nın, çağımızın şişmiş egolarında ne denli yeri olduğu da ayrı bir tartışma konusu olsa gerek.

Yazar, bu özgün adlandırmalara ve onlara temel olan saha verilerine gelmeden önce, kitabın başından itibaren son derece net ölçütlerle bir kuramsal bağlam çiziyor. Öncelikle başlıca kişilik ve toplum kuramlarına değinip, norm, değer, toplumsallaşma gibi, kitap boyunca süregiden ana tartışma kavramlarını tanımlıyor. Bu yaklaşım, birçok yayında gördüğümüz eksikliğin tersine bir yaklaşım sergilemekte: Belli temel ama aynı zamanda da tartışmaya açık kavramları tanımlamadan, onları biliniyormuş varsayarak çözümlemeye girişen tavrın aksine, en bilindik sanılanın en anlaşılabilir tarifini yapmaya çalışıyor. Kafa karışıklığının bunca yaygın olduğu ve üstelik erdem sanıldığı bir entellektüel ortamda, bu girişim, aslında net tanımların, özetleyebilmenin önemine dikkat çekiyor. Kitabın, aynı zamanda, özellikle postmodernlik konusuna genel giriş kaynaklarının Türkçedeki kısıtlılığı düşünüldüğünde, toparlayıcı niteliği ağır basan bir yönü olduğu da söylenebilir. Her ne kadar çağdaş kuramsal yaklaşımlar hakkındaki birçok yabancı eser Türkçe’ye kazandırılmış olsa da, Ayşegül Yaraman’ın kitabı, hem konunun az ele alınmış, hele Türkçe’de neredeyse hiç değinilmemiş bir boyutuna temas ediyor (kişilik özellikleri), hem bu özel odaklanma alanını çevreleyen ana sorunsalın bir özetini yapıyor.

Toplumsal Değişme ve Kişilik Özellikleri, bu giriş mahiyetindeki boyutuyla kalmaması gereken, başka araştırmalarla sürekli yenilenip kuramsal çerçevesinin genişletmeyi hak eden bir çalışma. Zira yazarın özet olarak değindiği konuların her biri, derinlemesine ayrı bir çalışma alanı olmaya bile aday sayılabilir. Yaraman, bu kitapta dokunulmamış bir arazide kendisine ve kendisini izleyebilecek çaptaki çalışmalara yeni bir patika açıyor. Bu patikayı genişletmek, hattâ başkalarını açmak, konunun mahiyeti itibariyle kaçınılmaz görünüyor. Ancak yine de, okurunun, o değinilip geçilmiş saptamaların ardındaki geniş kuramsal tartışmayı da yazardan, en azından daha sonraki ürünlerinde talep etme hakkı olduğunu düşünebiliriz. Prometheus’un çalıp getirdiği ilk ateş gibi mütevazı, ama bütün bir gelecek gelişmenin tohumunu barındıran kuramsal derinliğe sahip bir kitap bu.

[1] Son yıllarda, Türkçe’de moda olan yanlış kullanımlardan birisi de ‘tipoloji’ sözcüğüdür. Genellikle ‘tip’ yerine kullanılan, sözcüğün tek heceli olmasından olsa gerek, yeterince gösterişli olmadığı kanısıyla (ne de olsa tipoloji dört heceden oluşmakta ve daha fazla yabancı dilde tınlamaktadır), aynı kökü barındıran, ama elbette başka bir anlama gelen ‘tipoloji’, bozucularınca – yine günümüzün moda sözcüklerinden birisiyle söylersek – daha ‘şık’ olarak algılanıyor olsa gerek! Oysa, özellikle sosyal bilimlerdeki özgül kullanımında bir tipler bütünün oluşturduğu sistem olarak da tanımlanabilecek tipolojinin, tip yerine kullanılması son derece ciddi, temel ve vahim bir yanlıştır. Aksi gibi, günümüzde bu anlam sapmasına, daha çok sahne sanatlarında kullanılan ‘tipleme’ sözcüğü de eklenerek, sorunu daha da karmaşıklaştırmıştır. Düşünce ve eleştiri üretme damarları tıkanmış, belki de hiç gelişmemiş ya da kılcal düzeyde kalmış bir kültür bağlamında böyle anlam sapmalarının fonetik bezeme zanaatına dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor ne yazık ki!

[2] David Riesman (1950). The Lonely Crowd: A Study of the Changing American Character, Yale Un. Press, New Haven.

[3] Veysel Bozkurt (2000). Yeni Çalışma Etiği, Alesta Yayınları, Bursa.