Cornelius Castoriadis, bir söyleşisinde Thuchydides’den bir cümle aktarır: “Dinlenmek veya özgür olmak; bu ikisinden birini seçmek gerekir”. Birikim dergisinin otuz yıllık fikrî serüvenini bir çırpıda özetlemek için bu öneriyi referans alabiliriz. Burada işaret edilen, modern dünyanın girdabı içinde giderek daha fazla çalışmanın, durup soluklanmadan çalışmanın özgürleştirici bir özü olduğu iddiası değildir elbette. Böyle bir çalışma anlayışının en uç ifadesini, Auschwitz temerküz kampının girişinde yer alan trajik tabela özetliyordu: “Arbeit macht frei”. Çalışma özgürleştirir! Zorunlu çalışmanın özgürleştirici olduğu iddiası totaliter rejimlere özgüdür.
Thuchydides’in ifadesi dolayımıyla Castoriadis’in dile getirmeye çalıştığı olgu, demokrasinin zor bir ideal olduğu, çünkü özgürlüğü içerdiği, özgürlüğün ise demokrasi kadar, belki ondan daha zor bir ideal olduğudur. Özgürlük bir çabadır. Hayatın her alanında, her an verilen, bütüncül bir uğraştır. Kendini kapıp koyvermeye gelmez. Özellikle düşün plânında, günün modasına teslim olup, bir soruna kolay tarafından bir yanıt bulup, o yanıtın gölgesine uzanıp, kestirmeye özgürlük izin vermez. Ne de bir kere öğrenip ezberlediğini her durumda tekrar ederek, o tekrarın güvenli kucağına zihnini teslim ederek ona ulaşılır.
Özgürlük televizyonun karşısına geçip programdan programa atlayarak, saatlerce “dinlenmek”, “hoş vakit geçirmek” değildir. Aptalca bir bağımlılık, özgürlük değildir çünkü. Özgürlük, iki televizyon programı arasında, balık lokantasıyla kebapçı arasında, entel barla türkü bar arasında, Tekel 2000’le Marlboro Light arasında, iki otomobil markası veya hazır giyim mağazası arasında yapılan bir seçim de değildir. Özgürlük, insanî dünyayı var edenlerin insanlar olduğu bilinciyle, bu dünyanın sorunlarını tükenmez bir çabayla anlamaya ve çözmeye uğraşmak, insanın her şeyi yapmaya muktedir olduğunun ama tam da bu nedenle insanın her şeyi yapmaması gerektiğinin bilincinde olmaktır. Özgürlük salt bir sınırsızlık değil, aynı zamanda bir öz-sınırlamadır.
İçinde bulunduğumuz döneme damgasını vuran siyasal konsensusun siyasal sorumlulara yüklediği görev siyaset yapmak değil, bulundukları ülkelerde seçmenlere küreselleşme karşısında neden alternatifi olmayan “çözümleri” kabûl etmek zorunda olduklarını anlatmaktır. Bugün sağ veya solda sorumlu siyasetçi figürü, uygulanması gereken yegâne politika reçetesinin neden bir zorunluluk olduğunu anlatmaya dayanıyor. Modern sağ ile modern solun birçok konuda birbirlerine benzemeleri, aralarında anlamlı bir farkın kalmaması bundan. Emeklilik sistemlerinin özelleştirilmesi, kamu hizmeti veren kurumların lağvedilmesi, sağlığın ve eğitimin özel sektör girişimlerine teslim edilmesi ve bunlara toplumsal katılım meşrûiyeti verecek bir “sivil toplum girişiminin” sahnenin görünür bir yerine iliştirilmesi, başka türlü yapılması mümkün olmayan bir gereklilik olarak sunuluyor. Uluslararası finans kuruluşlarının tercihlerini kabûllenerek, bu tercihlere uyumlu politikalar üretmek de, iyi yönetişim adı altında, siyaseti yönetim gereklerine tâbi kılmak da bu “gereklilik söyleminin” alt ürünleri.
Gelişmiş ülkeler kadar, gelişmekte olan ülkelerde de hükmünü sürdüren bu “alternatifi olmayan siyasal program” söyleminin insanlara bıraktığı yegâne seçenek, ya teslimiyet/tevekkül içinde bunları kabûl edip, geriye kalanla yetinmeyi öğrenmek ya da içi boş büyük laflar etmeye dayanan teşhir eylemleriyle avunmaktır. Günümüzde kendini sistem karşıtı olarak tanımlayan bu gürültücü ama kof muhalefetin duruşu sonuçta çaresizliğin üzerinin örtülmesinden başka bir şey değildir. Her konuda sadece sistemin bir bütün olarak sorumlu olduğunu haykırmaya dayanan, dolayısıyla siyasal alanda tutunacak somut bir dal göstermeyen radikal söylemli teşhir hareketleri de siyasal alanın siyasetsizleşmesine katkıda bulunuyor.
Günümüzde kapitalizmin kendini üretme tarzı siyaseti, dolayısıyla demokrasiyi olanaksız kılıyor. Siyaseti, alternatifi olmayan politika paketinin en etkin biçimde uygulanması arayışına indirgeyen küreselleşme gerekçesi, demokrasiyi seçmenlerin belli aralıklarla yapılan ritüel onayların pasif aktörleri olarak sahnede yer almaları gösterisine dönüştürüyor. Bu tür bir demokrasi gösteri toplumunun sık tekrarlanan bir sahnesi artık. Teknokratların, uzmanların belirledikleri seçim konularına ve bu konular içinde ayıkladıkları seçeneğe onay veren veya bazen vermeyen pasif seçmenlerin sandık başına gitmesine büyük ölçüde indirgenen bu gösteride seçimlere katılım çoğu ülkede giderek düşüyor. II. Dünya savaşından beri, OECD ülkelerinin ikisi hariç ( İsveç ve Danimarka) seçimlerde katılım oranları düzenli olarak azalıyor. Fransa’da elli yılda katılım ortalama 19 puan azaldı. Katılım oranlarındaki düşüş ABD’de 16 puan, Japonya’da 15 ve Britanya’da 11 puan oldu. Bugün seçimlere katılmayanlar ise her yerde çoğunlukla alt sınıflar. Bu çerçevede temsilî demokrasinin meşrûiyeti, açıkça pek fazla sorgulanmasa da, fiilen giderek yıpranıyor. Bu haliyle seçimlerin, hukuken olmasa da, mülklülerin veya vergi verenlerin seçim hakkına sahip olduğu bir seçim sistemine benzediğini söylemek abartılı değil. Günümüzde kamuoyu yoklamaları, seçimlerden ve hattâ meclis tartışmalarından daha etkin “demokratik katılım” mekanizmaları haline gelmedi mi? “İyi yönetişim” ideolojisinin giderek daha yaygın biçimde işlediği fikir de, özünde yeni bir korporatizmdir. Bugün sosyal teknokrasinin fetiş kelimesi haline gelen iyi yönetişim ilkelerinin amacı, bir yandan devletle özel arasındaki ayrımı neredeyse ortadan kaldıran bir katılım ve nitel çoğulculuğu önerirken, diğer yandan bu çoğulculuğun içinden etkinlik azaltıcı aykırı unsurları ayıklayarak sürdürülebilir bir nicel katılım boyutu tespit etmekdir. Bu nedenle “aşırı demokrasinin” kurumları ve oradan hareketle sistemi felç etmesinden şikayet etmek bugün “sorumlu ve rasyonel” yönetici prototipinin en fazla paylaştığı doğrulardan birini oluşturuyor. Bu yaklaşıma göre, demokratik bir siyasal sistemin etkin çalışması bazı grup ve kişilerin siyasete katılmamalarını, bu konuda uyuşuk olmalarını gerektirir. İyi yönetişim ilkeleri güleryüzlü bir otoritarizmin etkinlikle sınırlı bir çoğulculuk anlayışını bugün toplumlara öneriyor. Bu durumda Giovanni Sartori’nin, tüm basitliği içinde yönetişim ideolojisinin özünü aydınlatan demokrasi tanımı akla geliyor: “Demokrasi halkın her zaman haklı olduğu anlamına gelmez; yanlış yapma hakkının halka ait olduğunu belirtir”. Önümüzdeki dönemde özgürlükçü sol düşünün sosyal liberal ve sosyal teknokrat hegemonyaya karşı mücadelesinde, halk tabakaları nezdinde meşrûiyet üretme aracı olarak demokrasi kavramının yerini alması tasarlanan yönetişim kavramıyla yoğun bir fikrî mücadele vermesi gerekecek.
Kapitalizmi bir merkezden yönetilen bir sistem olarak tasarlamak ve onun bu yönünü teşhir ederek eleştirmek de sonuçta kolaycılığın, hazırlop düşünün ve alternatifsizlik inancının farklı bir tezahürüdür. Fikrî planda sisteme teslim olmamak, onu bir zikr ritmi içinde lanetlemek kolaycılığına kapılmamayı da gerektirir. Üstelik kapitalizm esas gücünü merkezî olmayan bir sistem olmasından alır. Birkaç odağın, bir avuç insanın, belli kararlar almak için aralarında istişarelerde bulunan bir avuç hükümranın iradesiyle kendini yeniden üreten bir sistem değildir kapitalizm. Kapitalizmin esas gücü, milyonlarca sıradan, gündelik kararın, alternatif bir çözüm olmadığı inancı içinde bazen kerhen, bazen inançla veya çoğu zaman üzerinde hiç düşünülmeden uygulanmasıdır. Bu anlamda, kapitalizmin kendine aralıksız sunulan gösterilere aval aval bakan yurttaşlara ve bu gösteri sağanağından sersemleşmiş halde işine koşan çalışanlara ihtiyacı vardır. Kapitalizm düşünmeden eylemeyi, bol konuşup düşünmemeyi, sahnede gösterinin aralıksız devam etmesini tercih eder. Bu “düşünmeme” eylemi, entellektüel faaliyetlerde bulunanların ezici çoğunluğunun da dahil olduğu bir teslimiyettir. Kapitalist sistemde çalışmanın ana ve egemen biçimi olan başkası için çalışmanın yabancılaştırıcı etkisiyle insanların düşünme yetenekleri sadece körelmez. Bundan daha güçlü olan olgu, gerçekten düşündükleri zaman bunun getireceği sorumluluk yükünden, düşünmenin sonuçlarından korkarak, düşünmeyi bir kenara bırakıp, içinde yer aldığı düzeneğin gereklerine göre az veya çok çalışan insanlar toplumunda, düşüncenin körelmesidir. Böyle bir ortamda siyaset de düşünme eyleminin bir türevi olamaz. Uygun tercihlerin ifade edildiği ve en iyi ihtimalle katılımın yüceltildiği bir onama alanı olarak çalışır.
Kapitalizmin bugün geldiği, aslî konularda alternatifsizliğin bir dogma olarak kabûl edilmesine dayanan evrensel konsensusun özü, siyasetin lağvedilmesi ve bu anlamda demokrasinin gündemden kalkmasıdır. Tek ve uygun düşünü empoze eden, bu anlamda insanları düşünme yükünden kurtararak onları teslim alan egemen düzen, demokrasi idealini de uyuşturur, sıradanlaştırır.
Birikim dergisinin yayıma başladığı yıllarda, demokrasi idealinin bireysel tercihler üzerinden değil, kollektif özneler üzerinden ifade edildiği ve devrimin bu kollektif öznenin toplumsal gidişata bütünüyle el koyma anı olarak tasarlandığı bir “mümkün başka dünya” tahayyülü egemendi. Ama onu izleyen onyılda, kollektif öznelerin birer birer sahneden çekilmesine şahit olduk. O güne kadar tılsımlı bir anlamla varlığına işaret edilen kitleler buharlaştı, sosyal sınıflar giderek görünmez veya konuşmaz oldular. Bu gidişatın bir sonraki adımı ulusların da aslî kimlik kaynakları ve siyasal çözümleme nesneleri olmaktan çıkmasıydı. Bireyselleşme dalgası, iki yüzyılda oluşmuş toplumsal aktör figürlerini dağıttı. Aynı zamanda, bireyselleşme de nitelik değiştirdi. Yeni tür bir siyasallaşmanın, siyasetsiz siyasallaşmanın taşıyıcısı oldu. Bu siyasallaşma siyasetsizdi çünkü o güne kadar adına siyaset yapılan halk ve yurttaşa olan inanç yitirildi, onun yerini hukuka olan inanç aldı. Yeni egemen anlayış, siyaseti yurttaşların yönetenlerle egemenlik paylaşım alanı olarak artık görmüyor. Parlamenter rejimler anlam ve güçlerini kaybettiler. “Halk” da artık iyi, doğru ve güzelin anahtarını elinde tutan mitik bir ortak özne statüsünü kaybetmeye başladı. Hukuk, bireylerin arasındaki ihtilafların düzenlenmesi yöntemi olarak siyasetin yerini almaya başladı. Bireysel hazlarla bireysel başarı tapınmasının toplumsal alanda mümkün olabilmesi için gerekli bir inanç sistemi olarak hukuk, yeni dönemin aslî düzenleyici kertesi konumuna yükseldi. Bireyler toplumu dönemi başladı.
Bu bireyler toplumunu tamamlayan, daha doğru bir ifadeyle onunla paralel gerçekleşen gelişim pazar ekonomisinden pazar toplumuna doğru eğimin giderek artmasıydı. Bu çerçevede bir tür epistemolojik dönüşümün yaşandığını söyleyebiliriz. 20. yüzyılın başından 20. yüzyılın son on yılına kadar bütünün oluşumu, düzenlenmesi ve organizasyonunu temel sorunsal kabûl eden siyasal-toplumsal tahayyül, bundan böyle parçaların bağımsızlığını aslî sorunsal olarak kabûl etti. Siyasal-toplumsal tahayyülde yaşanan bu büyük dönüşüm bütünsel bir alternatif düşünme üzerine inşâ edilmiş sol düşünü de bütünüyle kontrpiyede bıraktı. Reel sosyalizmin ağır hezimeti ve dünya gündeminden beklenmedik bir hızla kaybolmasının ardından, yeni egemen ideal her bireysel ögenin tekilliğini ifade etme ve özgür söz söyleme hakkının tanındığı bir tekiller bütünü etrafında oluştu. Liberal demokrasinin zaferi, bu tekiller bütününü birbirlerine ilintileme aracı olarak pazar modelini toplumsal örgütlenmeye hızla uygulaması ve bir ideal olarak piyasa toplumunu siyasal-toplumsal tahayyüle perçinlemesiydi. Bu çerçevede, bundan böyle kabûl edilebilir, “gerçekçi”, yapılabilir veya son moda tabiriyle sürdürülebilir çözümlerin uygunluğunun ölçüsü piyasa oldu.
İnternetin 1990’larda başdöndürücü gelişimi ve yayılması, parçaların tekillikleri içinde birbirleriyle ilintilenmelerinin en hızlı, en iktisadî ve en kapsayıcı yöntemi olmasındandı. Evrensel birey figürünün mutlak hâkimiyeti için internet inanılmaz bir olanak sundu. Demokrasinin hem ideal hem pratik olarak bu global dönüşümden etkilenmemesi mümkün değildi. 20. yüzyılda demokratik beklentilerin ve özlemlerin bireyleri ezip, ufalayan kollektif diktatörlüklere dönüşmesine şahit olmuştuk. Kitlelerin tarihi yaptıkları inancıyla hareket eden toplumsal hareketlerin kendi üyelerini acımasızca yok etmelerini izlemiştik. Buna tepki olarak, 20. yüzyılın sonunda, bireylerin birey olarak haklarının mutlaklaşması ve kollektif bir güç iradesine dönüşmelerinin engellenmesi her şeyden daha önemli hale geldi.
Böylece bir kez daha demokrasinin hukuki temelleriyle siyasal ifadesi ayrışmaya, birbirlerinden uzaklaşmaya ve hattâ çatışmaya başladılar. Sovyet devriminin totaliter deneyimlere dönüşmesinde yaşananın tersine, bu kez demokrasinin hukukî ilkeleri güçlü biçimde ayakta dururken, onun siyasî ifadeleri, ona hayat veren toplumsal dinamiği sönmeye yüz tuttu.
Bugün, bireyin giderek genişleyen egemenlik alanının rehavetine kapılarak, özgürlük sorunsalını düşünümüzün uzak bir bölgesine belki atabiliriz. Günümüz konsensusu hukuk alanı dışında özgürlüğün soyut, aslında içi boş, dolayısıyla üzerinde vakit kaybetmeyi ve bu dünyadan haz almayı engellemeyi gerektirmeyecek bir tozlu kavram olduğunu düşünmeyi öğütlüyor. Diğer taraftan, demokrasi idealinin içeriğinin, cezbetme kabiliyetinin zayıfladığını görüyoruz. Dolayısıyla Birikim dergisinin gündeminde son dönemde beliren soru, demokrasi pratiklerinin gerçekliği ve etkenliğinin ötesinde, demokrasi idealinin günümüz toplumsal tahayyülünde işgâl ettiği yerdir. Başka bir deyişle, günümüzün sorusu, sadece “içinde yaşadığımız toplumlar ne derece demokratiktir?” sorusu değildir. Bundan daha derinlere giden bir soruyu irdelemek, buna verilebilecek farklı yanıtları sosyalizm ufkunun özgürlük, eşitlik ve dayanışma idealleri kıstasında ölçmek, tartmak gündemimizdedir. Bu soru, “hâlâ demokrasi idealine inanıyor muyuz?” ve eğer hâlâ inanıyorsak, “hangi demokrasiye inanıyoruz?” sorusudur.
Berlin duvarının çöküşünün üzerinden 15 yıl geçti. Totaliter rejimlerden çıkışın yarattığı o iyimser havadan bugün geriye ne kaldı? Büyük illüzyonların nihayet dağıldığına olan inanç mı? Demokratik maceranın nihayet aslî tarihî yatağını bulup, tarihin sonuna doğru sakin akışını sürdüreceği inancı mı? Temsilî demokrasiyle pazar ekonomisinin evrensel birlikteliğinden doğacak evrensel refah ve barış çağı mı?
Son 15 yılın bu sorular ışığında yapılan bilançosu, önümüzdeki dönemde kapitalizmle demokrasinin illâ birbirlerini tamamlamayacaklarına, hattâ kapitalizmin demokrasiyi bastırarak gelişeceğine işaret ediyor. Eşitsizliklerin giderek artması, siyasetin artık sıradan insanların erişemeyecekleri malî kaynaklarla yapılabilir olması, kapitalizmin kalbinde oligarşik bir yapılanmanın hem siyasete hem de ekonomiye hâkim olması, siyasal tartışmanın da alternatifsizlik üzerine inşâ edilmesini, tartışmamanın yaygınlaşmasını beraberinde getiriyor. Siyasal alanın özneleri olarak siyasal parti biçiminin de belki tarihî olarak sonuna gelmeye başlandığı bir dönem yaşıyoruz. Birçok ülkede, sivil toplum örgütlerinin siyasal parti işlevi boşluğunu doldurmaları siyasetin de özelleşmesinin bir aracı değil mi? Belki de demokrasi ideali artık kendi tarihî dinamikleriyle ters düşüyor.
Demokrasi idealinin esas taşıyıcısı, insanî öznelerin eşitlik talebiydi. Siyasal eşitliği bir ilk adım olarak gören bu kadim siyasal mücadele teması, siyasal eşitlik eşiğinden hareketle çok daha derin bir iktisadî ve sosyal eşitliği hedefliyordu. Bu eşitlik talebinin yerini bugün kısmen ve giderek artan bir biçimde, insanların varoluşsal boyutlarında eşit olarak tanınma talepleri aldı. Cinslerin, kültürel-etnik kimliklerin eşitliği idealinin öne çıktığı bu ortamda, demokrasi ideali bir edinimin değil, var olanın eşitliğinin tanınması olarak kendini ifade etmeye başladı. İktisadî ve sosyal alanlarda eşitlik ediniminin yarattığı düzen bozucu boyuta kıyasla, bu varoluşsal eşitlik idealinin düzen bozucu niteliği çok daha zayıf kalıyor. Kültürel-etnik kimliklerin, cinslerin eşitliği, insanların kendi iradeleri dışında oldukları bir veya birkaç özelliğin eşitliğidir. Buna karşılık, iktisadî-toplumsal konumların eşitliği insanların kendilerinin var ettikleri, kendi eylemleriyle elde ettikleri bir eşitlik dinamiğidir. Sadece var olanın eşitliğinin tanınmasını değil, eşitlik koşullarının yaratılmasını, edinilmesini gerektirir. Kimlikler arası eşitlik son tahlilde özel mülkiyet rejimiyle, kapitalist sermaye birikimi rejimiyle çelişkili değildir. İktisadî-toplumsal konumların eşitliği ise çelişkilidir.
İşte bu noktada liberal demokrasinin ortaya çıkışında yatan iç çelişki ve onun Atina demokrasisinin sağlam ilkelerinden bugün nasıl uzaklaştığı daha açık biçimde görülüyor. Liberal demokrasinin ilk ifadesi, parlamentonun haklarını monarşiye karşı savunan İngiliz devrimiydi. Bu devrim özgürlük adına gerçekleştirilmişti. Ama söz konusu olan, mülklülerin mülklerini ve hizmetkârlarını kralın müdahalesi olmadan, istedikleri gibi kullanmalarına dayanan bir özgürlüktü. Bugün de liberal demokrasi savunucuları, devletin iktisadî ve sosyal alandaki düzenleyici işlevlerinin bir an önce tasfiye edilmesini, emek piyasasından devletin çekilmesi gereğini savunurlarken aynı özgürlük anlayışından hareket ediyorlar. Bu özgürlük anlayışı için devlet hukukun sürekliliğini ve uygulanabilirliğini sağlamakla yetinmelidir. Bundan daha ileriye giden bir toplu yönetim örgütlenmesi, bireysel özgürlükler alanına müdahale olacağı için bireyler toplumunda meşrûiyeti tartışmalı olacaktır.
Sorun aslında toplum kavramından ne anladığımızda yatıyor. Bu kavram 19. yüzyılda icat edildi. Sadece bir olguyu, insan toplulukların yeni bir birliktelik tarzını betimlemek için değil, o dönemde özellikle batı Avrupa’da dile getirilen bir ortak kuruluş projesinin taşıyıcısı olarak giderek yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. Sosyal cumhuriyet, sosyal sorun ve sosyalizm bu yeni ortaklık projesini ifade ettiler. Marksizm, bu projeye kuramsal planda sistemli bir temel oluşturma amacının adı oldu. Ortaklık içinde özgürleşme umudunu dile getirdi. Marksizm bu umudun gerçekleşmesi için, 19. yüzyılın ikinci yarısında, pozitivizmin de güçlü etkisi altında, toplumun kendi iç çelişkilerinden arınmasının, özüne dönmesinin, doğasıyla barışmasının insanların özgürleşmesi için yeterli olduğuna inandı. İktisadî sorunu, maddî yaşam organizasyonunu bu özün ifade edildiği ve ana çelişkilerin düğümlendiği alan olarak algıladı. Bunu yaparken, toplumsal olanın anahtarını doğal ihtiyaçların alanı olarak gördüğü iktisada, onun aklına indirgedi. Halbuki, aradan geçen bir buçuk yüzyıllık süre zarfında, bugün, iktisadın aklının iktisatta olmadığını, kültürel ve siyasalın son tahlilde iktisada hükmettiğini daha iyi görüyoruz. Zaten böyle olduğu içindir ki, sosyalizm idealini insanın doğasıyla ve toplumun özüyle barışması ve bu bağlamda bir tür doğal ve kaçınılmaz kader olarak değil, mümkün toplumsal varoluş tarzları arasından bilinçli biçimde tercih edilecek bir gelecek ideali olarak görüyoruz.
Bugüne kadar bu idealin kurucu aktörlerinin iktisadî alanda yaşanan kutuplaşmalarla belirlendiği varsayıldı. Toplumsal sınıfların kurucu ögesinin iktisat aklı içinde yattığı, dolayısıyla toplumsal sorunun çözümünün de iktisat içinde aranması gerektiği genellikle kabûl edildi. Paradoksal biçimde, dogmatik Marksizmle liberalizm bu konuda hemfikir olageldiler. 20. yüzyılın son çeyreğinde Marksizmin siyasal cazibe gücünü kaybetmesi, aynı alanın iki zıt kutbu arasında (kamu-özel) belli bir dengede salınan toplumsal düzenin tek kutuplaşmasına yol açtı. Bir kutbun sönüşünün yarattığı boşluk, liberal demokrasi kutbunun aşırı genişlemesine ama aynı oranda toplumsal derinliğini bütünüyle kaybetmesine yol açtı. Tek yanıtlılık ve alternatifsizlik toplumsal tasarımı köreltti. Bugün liberal demokrasi ve bireyler toplumu modeli de kendini yeniden üretme sorununu artan biçimde hissediyor. Yeni rejim güven değil sosyal güvensizlik yaratarak kendini yeniden üretiyor 21. yüzyılda toplumsal sorunun, yeni ifadeler altında, eskisinden farklı alanlarda, bireyi reddetmeden yeniden dile getirileceğini, bunun da demokrasi idealinin yeniden tasarlanmasına yol açacağını ortalığı saran sis tabakasına rağmen belli belirsiz görür gibi oluyoruz. Sosyal devletin yerini sosyal güvensizlik rejiminin alması karşısında dayanışma ilkelerinin alternatif toplum tasarımı için temel teşkil edeceğini kestirebiliyoruz. Ekonominin iç mantığına hapsolmayan, buna karşılık iktisadî sorunları salt iradeyle çözmenin mümkün olmadığının da bilincinde olan bir özgürlükçü sol tasarımı, içinde bulunduğumuz dönemde, yaşanan büyük yenilginin yıkıntıları arasından kendine yeni bir yol açmaya çalışıyor. Demokrasinin tarihî kökenine dönerek siyasetin insan topluluklarında işgâl ettiği kurucu ve yapıcı işlevin yeni biçimler altında tasarlanması ve hayata geçirilmesi, önümüzdeki özgürlük mücadelesinin en önemli eksenlerinden biri olacaktır. Modernlikten postmodernliğe geçildiği gibi demokrasiden post-demokrasiye geçme çağrılarının kulakları tırmaladığı günümüzde, kapitalizm giderek demokrasiye karşı gelişmektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemin hegemonya mücadelesinin esas alanı, ekonominin toplumu bütünüyle metalaştırma teşebbüsüne karşı, ekonomiye toplumsal tercihler karşısında boyun eğdirilmesi mücadelesi olacaktır. Bu mücadeleyi iktisadî elitlerin kaybetmesi, iktisadın hem içinden hem dışından toplumsal hareketler ve siyasal özneler tarafından denetlenmeyi kabûl etmeleri, demokrasinin toplumun tüm alanlarına hâkim olmasını sağlayacaktır. 19. yüzyılda seçim sosyalizm ve barbarlık arasındaydı. Önümüzdeki dönemde, bu seçimi bu kez kapitalizmle demokrasinin çatışması dile getirecek.
Birikim’in kanımca en önemli varoluş nedeni, ne adına üretiliyor olursa olsun, nereden gelirse gelsin, insanların eşitlik, özgürlük ve dayanışma içinde birlikte var olma idealini düşünülemez kılanla, yorulmadan, bıkmadan usanmadan mücadele etmektir. Bu mücadelenin sadece hedefi değil, kendisi özgürleştiricidir. Otuz yıl sonrası için kendi adıma bir şey diyemem ama önümüzdeki yıllarda da Birikim’in benim için bu özgürleşme çabasının merkezinde yer alacağından emin olduğumu söyleyebilirim.