Gündelik Hayat ve Ritmleri

Henri Lefebvre, geniş bir yelpazede uzanan konuları ele almış olsa da, en değerli katkısının yeni bir Marksist sosyoloji oluşturması olduğu söylenebilir. Bu Marksiyoloji’nin merkezi, klasik Marksizmden farklı olarak, homo economicus değil, homo quotidianus: Üretim ilişkileri değil, günlük hayat. Lefebvre’e göre gündelik olan, tekrar tekrar ortaya çıkan, sıradan olan, şu nedenle incelenmeye değerdir: “Karşı karşıya olduğumuz en çetin sorunlardan birini, tekrar sorununu” gündeme getirir. Modern dünyada günlük hayatı ıralayan tekdüze, tekrarlamalı hareket, planlı bir harekettir, doğal düzeni taklit ettiğinde bile onu ihlal eder. Lefebvre, “yönlendirilmiş tüketimin bürokratik toplumu”nun, günlük hayatı ne dereceye kadar yeniden yapılandırdığını ve ritmlerini ne dereceye kadar belirlediğini görmek için üç ciltlik eseri The Critique of Everyday Life’ı yazmış, otuz yılı aşkın bir süre bu konu üzerinde çalışmıştır. Kariyerinin sonunda bile, bu mesele hâlâ zihnini meşgul etmeye devam ediyordu. Catherine Régulier’yle birlikte kaleme aldığı, “Ritm Çözümlemesine Dayanan Proje” adlı makalede, günlük hayatı ıralayan zamansallık yapılarını masaya yatırırlar. Makale, Lefebvre’in, yine Catherine Régulier’yle birlikte yazdığı ve başta The Critique of Everyday Life’ın dördüncü cildi olarak tasarlanan éléments de rythmanalyse (1992) adlı eserine giriş niteliği taşıyor, hattâ bu eserin yoğunlaştırılmış bir özeti olduğu bile söylenebilir.

Lefebvre ile Régulier’ye göre, günlük hayat, aldatıcı bir benzerlik taşıyan iki tür tekrarı ortaya çıkarıyor: Biri döngüsel, diğeri doğrusal tekrar. Günlük hayatın her zaman, bütün toplumların temeli olarak var olduğu doğru, ama modern çağda olduğundan çok daha farklı şekillerde. Sanayi öncesi toplumlarda günlük hayat doğanın döngüleri etrafında döner. Döngülerle ilişkili zamansallık tipi, ne birikimsel ne de daireseldir (iki mevsimin asla birbirine benzememesi anlamında); düzenli ve tekrar tekrar ortaya çıkan bir zamansallık tipidir. Döngüsel zaman, varoluş düzenine (yani ölümün ve hayatın hareketine) bağlı olan bir sıra içerisinde kendini açar. Gelgelelim, planlama ve ölçülebilirlik üzerine kurulu bir toplumda, günlük hayatı yönlendiren doğal döngüler, hâkim üretim tarzının gerekleri doğrultusunda köklü bir şekilde değişikliğe uğradı. Modern çağı tanımlayan zaman, duvar ya da kol saatlerinin ölçebilirliğine, işgününün rutinine tâbi. Saatlerin, günlerin, haftaların, ayların, mevsimlerin, yılların gerisinde, işbölümünün ve üretimin otomasyonunun damgasını vurduğu bir modus vivendi’yle giderek daha da fazla altı oyulan bir deneyim var. Aklın hâkimiyetindeki bir çağda, doğal döngüler ve kendiliğinden hareketler, her yönüyle programlanmış bir günlük hayata uyduruluyor. Başka deyişle, döngüsel zaman, adım adım, işlevsel kategoriler halinde yeniden yapılandırılmıştır: Sözleşmeyle tahsis edilmiş zaman (işte geçirilen zaman), boş zaman (serbest zaman) ve zorlayıcı zaman (ufak tefek işleri yapmak, bir yerden bir yere gitmek gibi, kent hayatının diğer gereklerine ayrılan zaman).

O halde, günlük hayatın rutinleşmesini incelemek, kapitalizmin hareketine yapısı itibarıyla benzeyen bir zaman kipini mercek altına aldığı için önemlidir. Kapitalizmin hegemonyasıyla birlikte, döngüsel zaman giderek derinliğini yitirdi, daha doğrusal bir zamana bıraktı yerini - ya da, Lefebvre ile Régulier’nin terimleriyle, belirsiz bir ilerleme zamanına. Günlük hayat hâlâ tekrar etrafında dönüyor gerçi, ama bu değişimin bir sonucu olarak ortaya çıkan ritm mekanik üretim çağına özgü bir ritm. Kapitalizmin temelinde yatan tekrar zorunluluğuyla -net olarak söyleyecek olursak, üretim için üretim ilkesi uyarınca- işleyen bir ritm bu. Artı değer üretimi etrafında yapılanmış bir toplumsal-simgeselin gerekleri, döngüsel zamanın daima bağlı kaldığı birikimsel olmayan süreci, birikimin İlksel-tekrar [Ur-repetition] haline geldiği birikimsel bir sürece dönüştürdü. Kapitalizmin hareketinin döngüsel münavebelere nüfuz ettiği akışkan bir toplumda, üretim ve yıkım süreci (değer kanunu), yaşam ile ölümden oluşan hareketin (doğanın kanununun) altını durmadan oymaktadır.

Bu hareket noktasından baktığımızda şunu görürüz ki, iktisadî çıkar günlük hayata hâkim olmakla kalmaz, günlük hayatın kendisi, giderek yayılan kapitalizmin gerekleri uyarınca yaratılmış yeni bir sektördür. Lefebvre’e göre, kapitalizm, vaktiyle kendisinden büyük ölçüde uzak durabilmiş bir alanı -günlük hayatı- ele geçirdiği noktada son evresine girmiştir. Günümüz toplumunda insanlar kendi hayatlarına ilişkin programlanmış bir öz-düzenlemeye uymak zorunda. Daha iyi yaşama, daha sağlıklı beslenme, modaya uygun giyinme, evlerini dekore etme -kısacası var olma- yolları konusunda kendilerine sürekli ve ayrıntılı bir şekilde yol gösteriliyor. Bunun bir anlamı da şu: Günlük hayat tamamen manipüle edilmiş durumda: “Gündelik (the everyday), yalnızca bir üretim tarzı değil, aynı zamanda toplumu yönetmenin bir tarzı. Her iki durumda da, tekrarlamalı olanın, zaman içindeki tekrarın hâkimiyetine işaret eder. Tekrarlamalı olanın hâkimiyeti de bir hayat biçimidir. Bir sömürü ve tahakküm zeminidir. Ama aynı zamanda, insanların dünyasıyla kurulan bir ilişkidir.” O halde, Lefebvre ile Régulier’nin günlük hayat üzerine düşünceleri, gelişmiş kapitalist toplumlardaki yabancılaşma kavramını yeniden düşünme çabasının ürünü. Yabancılaşma artık yalnızca iş yeriyle sınırlı değil, her yerde mevcut. Hatta, kapitalizm de üretim için üretim şeklindeki iktisadî ilkeyle sınırlı değil. Hayatî etkinlik alanlarının hepsine işlemiş durumda. Tekrarlamalı olanla, tekrar tekrar ortaya çıkanla, totolojik olanla, fazlalıkla [pleonastic] ilişkili. Bu anlamda, günlük hayatın ritmlerini incelemek, kapitalizmi en sinsi etkileri çerçevesinde incelemek demek.

Bu tür bir çözümleme, örtük olarak, Marx’ın formülasyonlarının sınırlarına işaret eder. Lefebvre’e göre, Marx’ın kuramları yararlıdır, ama yeterli olmaktan çıkmıştır. Kapitalizmin evrimi ve yersiz-yurtsuzlaşması, Marksizmin hem yeniden canlandırılmasını hem de yeniden düşünülmesini gerekli kılar: “Marksizm bir araştırma ve keşfetme aracıdır, ancak ondan faydalandığınız müddetçe yararlıdır. Marx’ın düşüncesi ‘saf’ bir bilgi nesnesi olarak düşünülemez. [...] Eğer dünyayı düzeltmek ve dönüştürmek istiyorsanız, modern dünyada olup bitenleri anlamak için yararlanacağınız bir kaynaktır. [...] Dünyadaki yenilikleri keşfetmek için kullanmalıyız onu. [Marx’ın düşüncesi] ne bir sistem ne de bir dogma, bir referans.” Postmodern ya da geç kapitalizmi olanca karmaşıklığı içinde kavramak için, Marksizmi yeni fikirlerle, yeni kavramlarla zenginleştirmek şart. Lefebvre’in, Marksist terminolojiye ilave ettiğini iddia ettiği kavram, “gündelik”tir [the everyday]. Bu temel kavramı daha iyi tanımlamak için, günlük hayat [daily life/la vie quotidienneté] ile gündelik [the everyday/le quotidien] ve onun uzantısı olan gündelik olma hali [everydayness/la quotidienneté] arasında ince ve önemli bir ayrım yapar: “Günlük hayat için basitçe şöyle diyebiliriz: Her zaman var olmuştur, ama hep değerlerle, mitlerle iç içe. Gündelik kelimesi, bir programlama nesnesidir ve işleyişi piyasa tarafından, eşdeğerlilikler sistemi tarafından, pazarlama ve reklamcılık tarafından dayatılır. ‘Gündelik olma hali’ne gelince, günlük hayatın türdeş, tekrarlamalı, fragmanlara ayrılmış kısımlarını ifade eder. Lefebvre ve Régulier’ye göre gündelik, bireylerin üstün körü ve kayıtsız bir biçimde yerine getirdiği işlevlere göndermede bulunmaz, bu işlevlerin ortak paydasına işaret eder; bunların içeriğinden ziyade sıralanışıdır.

Başka ifadeyle, gündelik belli bir gerçekçilikle kuşatılmıştır; ama bizatihi gerçekle iç içe geçemez, bireyin her gün iştigal ettiği sıradan işlerin sıralanmasına da indirgenemez. Lefebvre ile Régulier bu ince ayrımı çok iyi yakalar:

Zamanın kullanımı, günü küçük birimler halinde fragmanlara ayırmayı gerektirir. Gerçekçi bir yaklaşım, bu birimlerin ayrıntılı tarifini sunar; bu zaman fragmanlarının içini dolduran (yemek, giyinme, temizlik, gezme vb.) gündelik faaliyetleri, kullandığımız şeyleri sayar. Bu yaklaşım, ne kadar bilimsel olursa olsun, yetersizdir. Gündeliğin esasını yakalayamaz. Nedeni basit: Gündelik olan, geçip giden zaman dilimlerinden değil, bu geçip gitmelerin birbiri ardı sıra diziliminden oluşur: Onların [...] ritmidir.

Gündelik, günlük hayatın etrafında döndüğü tekdüze gerçekliklerde ya da bireylerin yerine getirdiği sıradan faaliyetlerde yatmaz. Günlük hayattaki tekrara işaret eder. Gündelik olanın incelenmesinde önemli olan, insanların giriştiği faaliyetler yelpazesi değil, bu faaliyetlerin sıralanışıdır; onların toplamı değil, ritmidir.

MOHAMED ZAYANİ


Yakında çıkacak olan bir kitapta, gündelik hayat ile ritmler arasındaki ilişkiyi, daha özgül olarak somut toplumsal zaman kiplerini inceliyoruz. Bu ritmolojik inceleme, gündelik hayat incelemesine sıkı sıkıya bağlı. Gündelik hayat soyut, nicel bir zaman etrafında döner: Batı’da, duvar ve cep saatlerinin icat edilmesiyle, daha doğrusu gündelik hayatın vazgeçilmez unsurları haline gelmesiyle birlikte tedricen yerleşikleşen bir zaman bu. Bu türdeş ve dünyevîleştirilmiş zaman, çalışma zamanının ölçüsü olarak benimsenir benimsenmez kendini kabûl ettirdi. Gündeliğin (everydayness) zamanı haline gelerek, gündelik olanın (the everyday) bütün veçhelerini işin mekân içindeki organizasyonuna tâbi kıldı: Uyuma zamanı, uyanma zamanı, yemek zamanı, özel hayata ayrılan zaman, ebeveynlerin çocuklarla geçirdiği zaman, boş zaman, eğlenme zamanı, ev içi diğer ilişkilere ayrılan zaman vs. Aynı zamanda biyolojik ritmler de söz konusu; gündelik hayat hem kozmik hem de yaşamsal olan büyük ritmlerle kesilir: Gündüz ile gece, aylar ile mevsimler gibi. Sonuç olarak, gündelik olan, çatışmalı bir birlik etrafında döner: Bir yanda biyolojik ritmler, diğer yanda türdeş zamanla ilişkili tekrarlamalı süreç arasındaki çatışmalı birlik.

Bu çatışmalı birliğin, burada ele almayacağımız birçok yönü var: Toplumsal zaman ile, dinsel öğretiler ve inançlar arasındaki geleneksel ilişki gibi. Biz yalnızca, gündelik zamanın (everyday time) ritmik yönleri üzerinde duracağız. Gündelik hayat incelemesi, sıradan olmakla birlikte sıklıkla yanlış anlaşılan bir farkı şimdiden billurlaştırmıştır: Döngüsel olan ile doğrusal olan arasındaki, ritmleri kopyalayan zaman ile kaba tekrarların zamanı arasındaki fark. Doğrusal zamanla ilişkili tekrarlamalı hareket, yorucu, bıktırıcı, usandırıcıdır. Oysa döngülere dayalı harekette hem bir başlangıcın hem de bir olayın çekiciliği vardır. Döngünün başlangıcı gerçi yeni değildir, aynı sürecin yeniden başlamasıdır, buna karşın bir keşfin ya da icadın tazeliğini taşır. Sözgelimi, güneşin doğuşu her zaman büyüleyicidir. Aynı şekilde, açlığımızın ya da susuzluğumuzun yeniden baş gösterdiği her anda olağanüstü bir şeyler vardır. Büyük, aksamaz ritmler ile, üretim, tüketim, seyahat ve barınma faaliyetlerinin toplumsal-iktisadî organizasyonunun dayattığı süreçler arasındaki çatışmanın mekânı, sahnesi, kilit noktasıdır gündelik. Gündelik hayatı incelemek, toplumsal zamanın kendisinin de toplumsal bir ürün olmasının nasılını ve nedenini araştırmak demek. Her ürün (sözgelimi mekân) gibi, zaman da kullanım ve mübadele boyutuna ayrılabilir. Zamanın bir kullanım değeri, bir de mübadele değeri vardır; hem deneyimlenir hem de mübadele edilir.

Bu gözlemler bizi bir dizi hipoteze götürüyor: Bir ritm çözümlemesine temel olabilecek hipotezler bunlar.

Birincisi, gündelik zaman iki kere ölçülüdür: Hem ölçen hem de ölçülendir. Bir yanda, temel, döngüsel ritmler vardır; diğer yanda nicelleştirilmiş zamanın (örneğin kol ya da duvar saatlarinin belirlediği zamansallık tipinin) dayattığı tekdüze tekrarlamalar. Döngüler, tekrarlarla kesiştiği sırada bile onları harekete geçirir. Modern dönemde, gündelik, bu çifte ölçülebilirlikle yerleşiklik kazanıp kurumsallaşmış olabilir mi?

İkincisi, zamanla ve zamanın kullanımıyla ilgili keskin ve muğlak bir mücadele söz konusu. Çok geniş kapsamlı sonuçları olan bir mücadele bu. Doğal dediğimiz ritmler, (başka nedenlerin yanı sıra) teknolojik ve toplumsal-iktisadî nedenlerle köklü bir değişime marûz kalmıştır. Örneğin, gece yürütülen faaliyetlerin artması, vücudun yirmi dört saatlik ritmini bozar. Sanki tekrarlamalı işleri yerine getirmek için gündüz yetmiyormuş gibi, toplumsal praxis yavaş yavaş geceye de nüfuz etmeye başlar. Eskiden güç toplama, dinlenme ve eğlenme, ibadet etme zamanı olan hafta sonları, şimdi cumartesi gecesi çılgınlığı için vesile haline gelmiştir.

Üçüncüsü, nicelleştirilmiş zaman bu toplumun çok genel bir kanununa tâbi: Sadece birörnek ve tekdüze olmakla kalmaz, aynı zamanda fragmanlara ayrılmıştır, kolayca parçalanabilir haldedir. Mekân gibi zaman da parçacıklara ayrılabilir: Kendisi fragmanlara ayrılmış bir faaliyet olan gezmek, düzensiz işlerle iştigal etmek, eğlence ve boş zaman etkinlikleri vs. Her şeyi yapmaya zaman yoktur, ama her şeyin bir zamanı vardır. Bu fragmanları kategorilere ayırmak mümkün elbette, ama (işsizlik dönemlerinde işin değerinin artmasıyla dengelenen değer kaybına rağmen) çalışma, büyük ölçüde, her şeyi birarada tutan bir dikiştir. Ayrıca, ritmik aksaklıklar ve ruhsal bozukluk denilen düzensizlikler artma eğilimindedir. Beynin ve sinirlerin, duyuların ve zihnin kendilerine özgü ritmleri olduğunu söylemek muhtemelen abartı olmayacaktır.

Ritm çözümlemesine dayanan bir perspektiften baktığımızda, “günler”i ve zaman kullanımlarını sınıf, toplumsal cinsiyet ve yaş çerçevesinde betimleyebiliriz. Nesnelerin bile zamanı tükettiği unutulmamalı; kendilerine özgü gereksinimleri, onları zamanın kullanımına dahil eder. Örneğin, bir çamaşır makinesi nasıl mekânda yer kaplıyorsa, zamanı da tüketir (çünkü titiz kullanılmaya ve bakıma ihtiyacı vardır). Ne zaman yemek yiyeceğimiz genellikle toplumsal uylaşımlarca dayatılır (çünkü yemek saatleri bir ülkeden diğerine farklılık gösterir). Ama, öğle yemeğini saat on ikide, akşam yemeğini saat sekizde yemeye alıştıysanız, bu saatlerde acıkmaya başlarsınız. Kuşkusuz, vücudun bu ritmlere teslim olması yıllar alır; bu da, çocukların toplumsal ritmlere neden direndiğini açıklar. Zihinsel yoğunlaşma, okuma, yazma, çözümleme yapma gibi faaliyetlere gelince, bunların da salt alışkanlıktan doğmuş, kendilerine özgü ritmleri vardır - yani, tekrarlamalı olan, döngüsel olan ve sonra gelen arasındaki ahenkli bir uzlaşmadan doğar bu ritmler. Zamanın, iyi tanımlanmış ritmler doğrultusunda bölünüp tahsis edilmesiyle edinilmiş bu alışkanlıkların, göründüğü kadar kendiliğinden olmaması, paradoksal. Dışsal dayatımların ürünü olan şeyler çoğunlukla temel birer ihtiyaç sanılır, bu da, otomatizm ile kendiliğindenliği ayırt etmeyi güçleştirir. İşleri yüzünden belli bir ritme sokulmuş oldukları için sabah altıda kalkan insanlar, muhtemelen uykularını alamıyorlardır ve imkânları olsa biraz daha uyumak isterler. Tekrarlamalı olan ile ritmik olan arasındaki bu etkileşimin sonuçlarından biri de, insanın bedeninden mahrûm olması - sıklıkla kaydedilen ama tam olarak anlaşılamayan bir olgu bu.

Gündelik hayatta, toplumsal ilişkilere bağlı, dolayısıyla göreli olan şeyler, her “özne”ye zorunlu ve mutlak, benliğinin özsel ve sahih bir unsuru gibi görünür. Gündelik zamana yeni bir unsurun dahil edilmesi bu kurguyu sarsacak, zorunlu ya da sahih olmadığını gösterecektir. Uykusuzluk çekmek, âşık olmak ya da oburluk hastalığına [bulimia] tutulmak kişiye başka tür bir gündelik deneyim yaşatır.

Zamanın ritmik organizasyonu kadar kişisel, içsel bir şey daha yoktur herhalde. Ama bu aynı zamanda en dışsal deneyimdir - Hegelci içerimleri olan bir melezlik söz konusu burada. Bu deneyim ne yanılsamaya dayanır ne de ideolojiktir; gerçekliğin ta kendisidir. Edinilmiş ritmler hem içsel hem de toplumsaldır. Modern dünyamızın tipik bir gününde, herkes aşağı yukarı aynı saatlerde aynı işlerle iştigal eder, ama herkes işini yaparken yalnız gibidir.

Döngüsel olan ile doğrusal olan, birer kategoridir, yani birer mefhum ya da kavram. Her iki terim de muazzam çeşitlilikte olguları ve fenomenleri belirtir, ya da ifade eder. Döngüsel hareketler ve süreçler sayısızdır: Kalp atışlarından gözün hareketlerine, gece ile gündüze, ayların ve mevsimlerin geçişine, yani moleküllerin (mikroskobik) hareketinden galaksilerin (astronomik) hareketine kadar uzanırlar. Doğrusal olansa, küçük zaman aralıklarıyla ayrılmış birbirinin aynı olaylardan oluşan bir diziyi belirtir: Suyun damlayışı, çekiç darbeleri, bir motorun gürültüsü vs. Bu ifadelerin her birinden düzanlamlarının dışında yananlamlar çıkarsayabiliriz. Kainatla, dünyayla, doğayla ilişkili olduğu için genelde döngüsel olana daha fazla değer atfedilir. Herkes, suyun dalgalarını, ses dalgalarını, aylık ya da gündelik döngüleri hayalinde canlandırabilir. Doğrusal olana gelince, hep tekdüze, usandırıcı, hattâ tahammül edilmez olarak gösterir kendini.

Doğrusal olan ile döngüsel olan arasındaki ilişkiler -ister etkileşim, müdahale, birinin diğerine baskın çıkması ya da baş kaldırması biçimini alsın- kesinlikle basit değildir. İkisi arasında çatışmalı bir birlik söz konusudur. Uzlaşma ile uyumsuzluk arasında gidip gelen kesintisiz bir mücadele içinde birarada bulunurlar. Ayrıca, aralarında bozulmaz bir birlik mevcuttur: Duvar ya da kol saatinin tekrarlamalı hareketi (ya da tik takları) saatlerin ve günlerin döngüsünü ölçer, aynı şekilde tersi de geçerlidir. Doğrusal tekrarın hâkim olduğu sanayi alanında bu mücadele çok daha şiddetlidir.

Döngüsel olan ile doğrusal olan, genel özelliklere sahip birer zaman ve ritm kategorisi olduğuna göre (yani birbirleri tarafından ölçülmeleri, onları aynı anda hem ölçen hem de ölçülen haline getirir), başka kategoriler -yani zamanın ve ritmin başka ıralayıcıları- ya da başka zamanlar mevcut olabilir mi?

Şimdilik “temellük edilmiş zaman” [appropriated time] diye adlandıracağımız zamanın, kendine has ıralayıcıları vardır. Bu ister norm, ister istisna olsun, zamanı unutan, içinde zamanın hesaba katılmadığı ya da önemli olmadığı bir zamandır. Belli bir faaliyet beraberinde bir tamlık getirdiğinde ortaya çıkar - faaliyetin nasıl bir nitelik taşıdığı hiç fark etmez: Sıradan (bir meslek ya da iş), derin (meditasyon ya da tefekkür), kendiliğinden (bir çocuğun ya da bir yetişkinin oynadığı oyun) ya da karmaşık bir faaliyet olabilir. Böyle bir faaliyet, kendisiyle de dünyayla da uyum içindedir. Bir yükümlülükten ya da dışsal bir zorunluluktan ziyade, insanın kendi kendini yaratması ya da bir armağan gibidir. Bu faaliyet zamanın içerisinde var olur: Bizatihi zamandır, her ne kadar bunu mutlaka yansıtmasa da.

Ritmler meselesini daha isabetli bir şekilde ortaya koymak için, gündelik hayat sorunsalına ve günün tarifine dönmemiz gerek. Zamanın kullanımı, günü küçük birimler halinde fragmanlara ayırmayı gerektirir. Gerçekçi bir yaklaşım, bu birimlerin ayrıntılı tarifini sunar; bu zaman fragmanlarının içini dolduran (yemek, giyinme, temizlik, gezme vb.) gündelik faaliyetleri, kullandığımız şeyleri sayar. Bu yaklaşım, ne kadar bilimsel olursa olsun, yetersizdir. Gündeliğin esasını yakalayamaz. Nedeni basit: Gündelik, geçip giden zaman dilimlerinden değil, bu geçip gitmelerin birbiri ardı sıra diziliminden oluşur: Onların toplamı değil, ritmidir. Fragmanları incelemek, gündeliğin bazı yapılarını kuramlaştırmamızı sağlayabilir; ama bu inceleme, rastlantısal olanı yakalarken özsel olanı gözden kaçırır.

BİR RİTM NEDİR?

Bu terimin ne anlama geldiğini bildiğimizi düşünürüz. Hepimiz, deneyimlerimizle bir şekilde ritmi anlar ya da hissederiz, ama hakiki anlamda bilmek değil bu. Ritmler hayatımızın parçası, ama bilgimizin parçası değil. Gözlem başka, tanımlamak başka. Hem, (ister bir müzik ritmi, ister soluk alıp verişler, ister kalp atışları olsun) belli bir ritmi kavramak ile, çeşitli ritmlerin biraradalığını ve iç içeliğini -farklılıkları içindeki birliği- kavramak arasında çok fark var. Yine de, bu farklı ilişkiler birliği her birimizde mevcut. Bu birliğin değişik veçheleri merkezkaç bir harekete tâbi; bunlar dışarıya, Öteki’ne ve Dünya’ya yönelmiş - o derece ki bunların farkına varamayız. Ritmlerimizin çoğunu, ancak bir düzensizliğe marûz kaldığımızda fark ederiz. Bu birliği oluşturan ritmler, algılanana (örneğin nesnelere, çevreye ya da başka insanlara) yönelmiş “algılayan”ın organik, ruhsal ve toplumsal birliği içerisinde ortaya koyarlar kendilerini. Bu nedenle, açlık ile susuzluk, uyku ile uyanıklık, cinsel faaliyet ile düşünsel faaliyete vs. dair ritmleri ayırt edip karşılaştırmak gerek.

Tekrar, ritm için bir önkoşuldur, ama her tekrar mutlaka bir ritm doğurmaz. Bir taşın düşmesi ya da herhangi bir nesnenin kendi yolunda gitmesi nasıl bir ritm değilse, aynı sesin tekdüze bir şekilde tekrar etmesi de ritm değildir - gerçi kulak ile beyin (kesinlikle doğrusal bile olsa) her tekrara bir ritm atfetme eğilimindedir. Ritmlerin varlığı, güçlü ve zayıf vuruşların hareketi içerisindeki durakların, sessizliklerin, boşlukların ve araların düzenli bir şekilde ortaya çıkmasına bağlıdır, bu düzenli ortaya çıkışlar da bir yasaya ya da kurala tâbidir (kestirilebilir bir tarzda ortaya çıkan kısa ve uzun zamanlar). O halde ritm, farklılaşmış bir zamandan ya da belli bir nitelik kazanmış bir süreden oluşur; bu zaman ya da süre de, tekrarlardan, kopukluklardan, sürprizlerden oluşur. Bir ölçü (özellikle de dışsal ölçüden ayırt edilir ama ayrı olmayan içsel ölçü) olarak zaman t (yani duvar ve kol saatlerinin ya da metronumun zamanı) türdeş ve nicel bir parametreden başka bir şey değildir. Eylem her iki ölçüye de tekabül edebilir (etmelidir), yani dışsal ölçü içsel ölçüyle üst üste binebilir (binmelidir). Ama bu iki ölçü birbiri içine geçemez. Ne başlangıçları ne de sonları aynıdır. Bu ikili ölçü, ritmi tanımlamak ve niteliğini saptamak açısından önemlidir; ritm, basit bir belirlenime indirgenemez, çünkü karmaşık, hattâ diyalektik ilişkiler içerir. Ancak mekanik olmayan bir hareketin ritmi olduğu söylenebilir; bu da demektir ki salt mekanik olan, nitel değil niceldir. Ama, bu formülasyonu da sorgusuz sualsiz kabûl edemeyiz. Sözgelimi, ritmler ile, matematikçilerin ve fizikçilerin hesaplayabildiği dalga hareketleri arasında sıkı bir ilişki söz konusu. Bir müzik kesitinin unsurları (sesler), akorların ve armonilerin parçası haline gelen karmaşık titreşimler ve dalga hareketleri üretir - sesin yüksekliği, titreşimlerin frekansı, seslerin yayılma alanı (yani peslik ya da tizlik), sesin şiddeti ve tonu gibi ıralayıcılarla birlikte. Müzikoloji ile hareketler arasındaki ilişkiye daha sonra değineceğiz. Şimdilik, ritm için gereken önkoşulları belirtmek yeterli:

a. iyi tanımlanmış, aksanlı, dolayısıyla birbiriyle tezat oluşturan zamansal unsurlar - yani zayıf ya da kuvvetli vuruşlar gibi karşıtlıklar.

b. bütün bu unsurları taşıyan bütünsel bir hareket (valsin gerektirdiği seri hareket gibi). Bu iki koşul çerçevesinde ritm genel bir zaman, hareket ve oluş inşasına dahil olur. Böylece, felsefî sorunsalının parçası haline gelir: Aynı ile Farklı arasındaki ilişki, tekrar ve oluş. Şunu da belirtmek gerekir ki ritmler, yalnızca ölçülebilirlikle değil, bellekle de ilişkilidir. Mekanik tekrar, kendinden önceki hareketi yeniden üreterek kendini uzatır; ritm ise hem sürecin başındaki hareketin hızıyla hem de o sürecin geçirdiği değişimlerle kendini idame eder. Başka deyişle ritm, bir sürecin, çokluğu ve çoğulluğu içerisinde yeniden üretimidir. Aynı şey mekanik bir biçimde tekrarlanmaz; münavebeye değilse de, değişikliğe, yani farklılığa tâbidir.

Ritmi ve poliritmi* duyusal düzeyde (yani henüz kavramlaştırma düzeyine ulaşmasa da canlı bir şekilde) kavramak için denizin yüzeyini yakından incelemek yeterli. Dalgalar, kumsalda ya da kıyıda şekil alana dek birbirini takip eder. Dalgaların bir ritmi vardır; konumları yalnızca mevsime, suya ya da rüzgâra değil, onları yutup salan denize de bağlıdır. Her denizin kendine özgü bir ritmi vardır. Akdeniz’in ritmi, okyanusunkinden farklıdır. Ama her dalgaya dikkatle bakarsanız, durmaksızın değiştiğini görürsünüz. Kıyıda, dip akıntısının şokuyla karşılaşırlar. Çoğunlukla akıntıya direnen daha küçük dalgaları taşırlar. Dalgalar ve dalgalanmalar, sıklıkları, büyüklükleri ve taşıdıkları enerjiyle ıralanır. Dalgaları yakından incelemek, fizikçilerin küçük hareketlerin üst üste binmesi diye adlandırdığı şeyi billurlaştırır. Büyük dalgalar köpükler saçarak çarpar kıyıya ve büyük bir gürültü koparır. Küçük dalgalanmalarsa birbirinin içine geçer - çarpmaz, yavaşlatırlar. Bir akım ya da kendi yolunda ilerleyen katı bir cisim söz konusu olduğunda, ritm çözümlemesi alanının neye benzediğini anlamak zor olmaz. Hatta, karmaşık süreçler ile güzergâhlar, cisimler ile dalgalanmalar vs. arasındaki ilişkileri bile tahayyül etmek mümkün.

Gelgelelim, genel bir ritm kuramı mevcut değil. Gerçi çağdaş fizik kuramları zaman ile mekân arasındaki korelasyona dikkat çekiyor, ama ana hatları şimdiden çizilmiş, uzun geçmişi olan bir gelenek var ki bu ikisini ayırma eğiliminde. En azından şu kadarını söyleyebiliriz: Bugüne dek, bu kuramlar çeşitlilikler ve farklılıklar için geçerli olabilecek bütünlüklü bir kuram üretemedi.

Bu noktada, ritm çözümlemesi hipotezimizi ortaya atabiliriz. Beden, daha net bir ifadeyle kendi bedeniniz, bir ritm kümesi içerisinde var olur. İsterseniz buna ritm buketi ya da demeti de diyebilirsiniz. Çünkü bu kelimeler estetik yananlamlara sahip. Öyle ki, sanki Doğa adlı sanatçı, bedenler [cisimler] arasında bile isteye bir uyum yaratmış, onları güzel kılmış gibi. Bu iddianın mutlaka yanlış olması gerekmiyor, ama şu aşamada geliştirilmeye ihtiyacı olduğu kesin. Yaşayan ya da ritmler çokluğu içinde var olan [poliritmik] beden, ritmlerden oluşur (her “unsuru” ayrı bir ritme sahiptir) ve bu ritmler birbiriyle sürekli etkileşim halindedir; her zaman tehlike altında olan ama daima yeniden kurulan “az çok durağan” [metastable] bir denge içindedirler - ancak bir sorun çıktığında bu denge bozulur. Peki nasıl olur bu? Bunun altında basit bir mekanizma mı yatıyor? Sibernetikte olduğu gibi, homeostasis* mi söz konusu? Yoksa olay daha mı karmaşık: Kendi aralarında belli bir hiyerarşiye sahip merkezler var da, üstün konumdaki bir merkez ussal etkinliklerin dayanak noktasını mı oluşturuyor? Bu, yanıtlamaya çalışmamız gereken sorulardan sadece bir tanesi. Bedenin çevresindeki (ister toplumsal ister kozmik olsun) her şey, yine bir ritm kümesinden oluşur. Burada küme kelimesini olumsuz anlamda kullanmadığımızı belirtelim, farklı notaları ve tonları biraraya getiren karmaşık bir bütünlüğün “ses kümesi” diye adlandırılmasına benzer bir anlamda kullanıyoruz. Etrafınızdaki bahçelere, evlere, ağaçlara baktığınızda, kendilerini bir eşzamanlılık içinde sizin bakışınıza sunduklarını düşünürsünüz. Ama bu eşzamanlılık görünüşten ibarettir, yüzeydir, görünümdür. Daha dikkatli bakın. O yüzeyi delip şeffaflığını bozmaktan çekinmeyin. Ağaçları sallayan rüzgâr misali. Yüzeyin ötelerine dikin gözünüzü. Bırakın gözünüz sınırları ihlal etsin. İşte o vakit, her bitkinin, her ağacın kendine özgü bir, hattâ birkaç ritmi olduğunu göreceksiniz: Yapraklar, çiçekler, meyveler, tohumlar. Şu kiraz ağacında, baharda açan çiçekler sonbaharda birer birer dökülecek. O vakit ister hayatta ister ölmüş olsun, her varlığı ve her cismi kavrayacaksınız - ya “senfonik” ya da “poliritmik” şekilde. O varlığı mekânsal-zamansal bağlamı içinde, yeri içinde, eli kulağındaki oluşu içinde anlayacaksınız - etrafındaki evlerle, yapılarla, kentlerle, manzaralarla birlikte.

Eşzamanlılık yanıltıcı mı? Daha ziyade, yanlış yönlendirici. Peki ya eş-sürem [synchronism] yanıltıcı mı? Hem evet hem hayır. Hayır, çünkü mevcut iletişim araçları, zaman ile mekândaki mesafeleri neredeyse ortadan kaldırıyor. Canlı yayının televizyona sağladığı avantaja “işaret etmek” yeterli olur. Olaylara, gerçekleştikleri anda tanık oluyoruz. Katliamları, cesetleri görüyor, sömürüyü seyrediyoruz. Hedeflerine doğru ilerleyen füzeleri ve bombaları kendi gözlerimizle görüyoruz. Olup biten her şeyi gördüğümüzü düşünüyoruz! Ama pek de öyle değil. Bizim deneyimlediğimiz, sadece orada olduğumuzu hissettiren belli belirsiz bir duygu, o kadar. Öznellik! Koltuğunuzda oturmuş, küçük bir perdeye* gözünüzü dikmişsiniz: Televizyonun, gösterdiği her şeyi gizlediğini anlatmak için ne güzel bir kelime! Eşzamanlılık, sadece dramatik ya da trajik olanı başka türlü göstermekle [dissimulate] kalmaz; zamanı maskeler ve art-süremliliği gizler. Bu sadece tarihi ve oluşumu etkilemekle kalmaz, ortamların ve ritmlerin, dolayısıyla ülkelerin ve insanların üzerinde de etkide bulunur. Eşzamanlılıkla ilgili yanlışlar ve sorunlar bunlardır: Her şey tarihe havale edilir, çünkü hep şimdiki zamanla ilgileniriz!

Buradan hareketle, yaşayan bedeni, her biri kendine özgü ritmleri olan, ama mekânsal-zamansal bir bütüne tâbi olan iç organların etkileşimi olarak tasavvur edebiliriz, etmeliyiz. Dahası, bu insan bedeni biyolojik, fizyolojik (doğal) ve toplumsal (ya da genellikle “kültürel”) arasındaki etkileşimlerin merkezidir. Bütün bu düzeylerin ya da boyutların kendi özgüllükleri, dolayısıyla kendine özgü zamanları ve mekânları -ya da isterseniz kendi ritmleri diyelim- vardır. Bu kaçınılmaz durum, istikrarın hiç de kesin olmadığı bu birliktelik içinde sıkıntılara, sorunlara, aksamalara yol açar.

Ölçülerin [scale], oranların, ritmlerin önemi de buradan kaynaklanır. Modern felsefe, fiziksel gerçeklikle ve bu gerçekliğin fizyolojik, somut insanlık gerçeğiyle ilişkisini ele alırken yararlanabileceğimiz iki şema sunuyor. Bir yanda, Kantçı ve yeni-Kantçı şema, diğer yanda ampirik ya da pozitivist şema var. İlkinde, fenomenler (ya da duyumlar akışı) a priori kategoriler -yani insan bilgisinin ön koşulu olan zaman ile mekân gibi kategoriler- çerçevesinde sınıflanıp düzenleniyor. Kendinde şey (yani noumenler) “özne” için bir sır. Ampirizm ile pozitivizmin bakış açısından, duyuyla algılanabilen olgular eşzamanlılık, dahil olma ve birbirine bağlı olma ilişkilerini içeriyor. Biraz daha farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, şayet A B’yi, B de C’yi içeriyorsa, o zaman bunun sonucu olarak A C’yi içerir. Bu akıl yürütme tarzının altında, mantığınkiler dışında herhangi bir kategoriye gerek olmadığı düşüncesi yatıyor. Mantığın kategorileri de, bizatihi kategoriler değil, biçimsel bir dile dönüştürülmüş deneysel kanıtlar.

Newton’dan Einstein ve çağdaş fiziğe, Bilgi, Feuerbach gibi bazı filozofların düşüncelerinde de vurgulanan başka bir yol izlemiştir. Bizler genellikle sadece doğadaki nesnelerle ya da metalarla (yani gerçekliklerle) olan ilişkimizi algılarız. Bu da demektir ki algıladığımız görünümler (ki onların da kendine ait bir gerçekliği var) ile, algıladığımız şeylerin gerçekte ne olduğunu birbirinden ayırmamız gerekir. Örneğin, tahta bir masa ya da bir kurşun kalem atıl görünür, oysa hareket etmekte ve değişmektedir (her ne kadar söz konusu hareket dünyanın hareketi olsa da); ikisi de hareketle ve enerjiyle doludur. Fiziksel gerçeklikte olup bitenler, toplumsal gerçeklik bağlamında da olmaktadır. İnsanın gördüğü atıl nesne, sadece maddî bir gerçeklik değil, toplumsal bir ilişkidir de aynı zamanda. İnsan emeğinin ürünü salt bir nesne şeklinde görünsün diye bütün bir üretim sürecinin üzeri örtülmek [dissimulate] zorundadır. İşte bu nedenle, olguların, fenomenlerin, dolaysız duyumların akşının ötesine geçmek gerek. Bu da, fenomenlerin ve duyuyla algılanabilir olguların üzerinde ve ötesinde yatan şeyin, içsel ve a priori bir şekilde belirlendiği düşüncesinden çok farklı - yani, Kantçı geleneğin insanı sevk ettiği düşünceden.

Bizim ölçümüz [scale], evrenin zaman-mekânındaki yerimizi belirler: Algıladıklarımızı, hem praxis için hem de kuramsal bilgi için bir hareket noktası olarak kullanabileceğimiz şeyleri. Bizim bilgimiz ne mikroyu ne de makroyu yakalayabilir. Gerçi, bilgi aracılığıyla ve bilinenlerle ilişkileri aracılığıyla ikisine de adım adım ulaşabiliriz. Ritmlerimiz, bizi ucu bucağı olmayan, muazzam karmaşıklıkta bir dünyanın içine daldırıyor; bu dünya bize hem bir deneyim dayatıyor hem de bu deneyimin unsurlarını. Işığı düşünün. Biz onu, parçacıklarla dolu bir dalga hareketi olarak algılamayız: Bizim için ışık, eşyayı dönüştüren bir mucize, nesnelerin aydınlanması, var olan her şeyin yüzeyinde süregiden bir oyundur. Gelgelelim, işin bu öznel yanı, belli bir nesnelliği de gölgelememeli. Asırlar süren araştırmalar ve ölçümler, ışıkla ilişkili fenomenler içerisindeki fiziksel gerçekliğin (sınırları bütünüyle çizilmese de) tanımlanmasını mümkün kılmıştır.

Dalga hareketleri (belli bir yol izlesinler ya da izlemesinler), sayısız, hattâ sonsuz genişliğe uzanır: Makrodan mikroya, parçacık hareketinden üst-galaksilerin hareketine kadar. Görececi düşünce, sabit ve kesin her türlü referansı reddeder. Buna göre herhangi bir referans noktası olsa olsa geçici ve konjonktüreldir. Bu da demektir ki, Newton’ın mutlak zaman ve mekân mefhumunu reddeden Einstein’ı, evrende ışık hızı şeklinde bir değişmez ya da mutlak bulunduğu düşüncesini muhafaza ettiği için eleştirebiliriz.

Bu muazzam yelpaze içerisinde, bizler yalnızca kendi ritimlerimizle -yani, organlarımızın ritmiyle- uyum içinde olan şeyleri anlar ve algılarız. Bu ritmler, bireyden bireye değişiklik gösteren iki alanı kapsar. Biri, normal algılarımız üzerindeki alandır ve mikroya yönelir; diğeri, algılarımızın ötesinde olan alandır ve makroya (ses dalgaları, ses ötesi, kızılötesi ve morötesi vs.) yönelir. Bizimkinden daha gelişmiş algı yetisine sahip olup çok daha geniş bir algı alanı olan varlıklar olduğunu bile düşünebiliriz. Mevcut algı alanımızı çok daha fazla genişletecek yeni teknolojileri kesinlikle icat edebiliriz. Algı alanımız, kendi sınırları, ayrım ve farklılık çizgileri içinde var olur.

Protagoras’ın eski formülüne göre, dünyadaki her şeyin ölçüsü insandır - yani, fiziksel ve fizyolojik bir varlık. Oysa bilgi bizim yapımızla ilişkili olarak göreli olmakla kalmaz, bize kendini sunan dünya da (ister doğa, yeryüzü, ya da gökyüzü dediğimiz şey olsun, isterse de beden ve bedenin toplumsal ilişkilerle bütünleşmesi olsun) kendi yapısıyla ilişkili olarak göreli ya da orantılıdır. Bilgimiz, a priori kategoriler çerçevesinde göreli olmayabilir, ama sahip olduğumuz duyular ve araçlar çerçevesinde kesinlikle görelidir. Daha felsefî bir ifadeyle söyleyecek olursak, başka bir ölçüt başka bir dünya belirlerdi. O dünya bizimkiyle aynı mı olurdu? Hiç şüphesiz, ama muhakkak başka türlü anlaşılması gerekirdi.

İnsanlar, hiç farkında olmadan (“bilinçdışı”ndan söz etmiyoruz), evrenin merkezine kendi ritmleriyle uyum içinde olan hareketleri koyar. Kulak, göz, bakış, eller - bunlar, kaydetmek ve üzerlerine düşen işlevleri yerine getirmekle sınırlı edilgin organlar değildir kesinlikle. Biçimlenen, oluşturulan, üretilen her şey bu ölçütün bir parçası. Şunu vurgulamamız gerekir ki bu ölçüt hiç de keyfî ya da rastlantısal değil. Gezegenin, rastlantıların, yerin yüzeyinin, tekrar tekrar ortaya çıkan döngülerin ölçütü o. Elbette bu demek değil ki üretim yalnızca doğada verili olan şeylerin ve nesnelerin üretimiyle sınırlı: Yaratılanlar, bu ölçünün parçası değil - onlar bu ölçüyü ya aşar ya da dönüştürür.

Paris, Mart 1983

Rethinking Marxism, cilt 11 sayı 1 Bahar 1999

(*) Poliritmik: Tek bir ritme bağlı olmayan, değişik ritimler üzerine kurulu tema, cümle ya da ezgiyi içeren müzik. Sesler birlikte, ama her biri değişik ritimde duyulur – ç.n.

(*) Homeostasis: Çevre koşullarındaki değişimi otomatik olarak telafi eden sistemlerin eşgüdümlü tepkileri sayesinde bir organizmanın normal iç dengesini idame ettirmesi – ç.n.

(*) “Screen” kelimesi hem sinema perdesi hem de televizyon ekranı anlamında kullanılır. Bir sonraki cümlede “perdenin arkasına gizleme” anlamının vurgulanması nedeniyle, ekran yerine perde kelimesini seçtim – ç.n.