Başbakan Tayyip Erdoğan Türkiye’nin dış politikadaki başarılarına AKP’nin sahip çıktığını söyledi yine. Sahip çıkılan başarı nedir? Erdoğan’ın her şeyi başarı olarak sunma heveslisi olduğunu biliyoruz. Brüksel’deki en son NATO zirvesinin ardından yaptığı basın toplantısında, mesela, Amerikan Başkanı George Bush’la görüştüğünü söyledi.
Bush’la görüşmeyi başarı saydığı ve medyanın da başarı sayıp öyle sunacağını bildiği için bunu da kullandı. Hele, Amerika ile ilişkilerin, özellikle AKP hükümetiyle ABD ilişkilerinin berbat bir durumda olduğu artık ayan beyan konuşulurken... Tabiî, iktidara yapışık Türk medyası da uygun adımdaydı yine. Hattâ Sabah gazetesi, bozuk ABD ilişkilerinin temelinde yatan etkenlerden biri olan halk nezdindeki Amerikan aleyhtarlığına (%82) bir cevap niteliğinde sundu bu görüşmeyi: “Anketlere mesaj.”
Görüşme diye yutturulmaya çalışılan şey, öyle bir ortamda gerçekleşmemesi zor olan bir ayaküstü sohbetti. İçeriği de, gazetelere yine büyük bir başarı olarak yansıdığı gibi, Bush’un “Oğlunuz eve ekmek getirebiliyor mu” sorusuna verilen cevaplardan ibaretti. Malûm, Erdoğan’ın oğlu ABD’de yaşıyor.
İşin aslı şu: Erdoğan, zirve öncesinde Bush’tan randevu istedi görüşmek için, ama Amerikan tarafı bu talebi net bir şekilde reddetti. Kaynağımı açıklayamam, ama gazeteciler biraz gayret ederse ortaya çıkarabilir bunu.
Dış politikada AKP hükümetinin dış politika başarılarını sıralamak zor. Dış politikada üç ana alan var ve bunlarda bir başarı görünmüyor.
AB ile ilişkiler: Avrupa Birliği, 17 Aralık 2004’te müzakerelere başlama kararı verdi. Erdoğan bunu da büyük bir başarı olarak sundu. AB’nin şimdiye kadar hiçbir aday ülkeye koymadığı şartlar koymasını bir yana bırakalım, Birlik bu kararı, koyduğu kriterlere Türkiye uyduğu için, hak ettiği için değil, stratejik olarak Türkiye’yi de dahil etmek gerektiğini düşündükleri için verdi. AB projesinin ne olduğuna ve ne olması gerektiğine ilişkin Avrupa içi tartışmalara bakmak bunu anlamaya yeter.
Kıbrıs: AKP hükümeti Kıbrıs konusunda çözümsüzlüğe kilitlenmiş durumu aşmak için Annan Planı çerçevesinde bir çözümü zorlayacak cesurca bir adım attı, evet, ama sonrasında bir şey elde edilemedi. Çünkü başarı başka bazı şartlara bağlıydı ve AKP’nin de o cesur adımının yanında başka bir adımı yoktu. Rauf Denktaş’ın ve bazı başka kişilerin de söylediği gibi, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti AB’ye girince, onları çözüme zorlayacak bir maniveladan mahrûm kalacaktı Türkiye. Nitekim kaldı. Türkiye de AB’ye girmeye can attığı için Kıbrıs konusundaki cesur adımı kendisini sıkıştıran bir hamle oluverdi. AB ve ABD de, Kıbrıs Türkleri’nin referandumda Annan Planını onaylamasını ödüllendirmek, KKTC’ye uygulanan izolasyonları kaldırmak ve Rum tarafını çözüme zorlamak konusunda verdikleri sözleri tutmayınca başarı hanesine yazılabilecek bir şey kalmadı. Başarı deredeki balık; şartlara bağlı olarak ABD’nin ve özellikle İngiltere’nin çabaları başarıyı oltadaki balık yapabilecek mi göreceğiz.
Irak ve Kürtler: Irak ve özellikle Kuzey Irak (yani Kürt) meselesi ise, başarı ne demek, Türk dış politikasının iflasını ilân etti. Ben asıl bu iflas üzerinde durmak istiyorum.
ABD, Irak’ta savaşa hazırlanırken, Türkiye’yi de hazırlamaya başlamıştı. Daha 2002’nin başlarında Başbakan Bülent Ecevit Washington’a davet edilmiş ve Türkiye’den talepler sıralanmıştı. Ekonomik kriz içindeki Türkiye’ye uzatılan havuç ekonomik kolaylıklardı. (Tekstil kotalarının kaldırılması, nitelikli sanayi bölgeleri oluşturulması, ehven şartlı krediler konuşuluyordu, vs.) Seçimlere gidilirken AKP’nin kazanacağı belliydi ve Tayyip Erdoğan henüz hiçbir şeyken, teamüllere aykırı olarak, Beyaz Saray’da büyük bir itibarla ağırlanmıştı.
Savaş tamtamları çalınırken iktidara gelen AKP hükümeti de kendini ister istemez Irak savaşına hazırlamaya başlamıştı. Ona uzatılan havuç da aynıydı ve AKP hükümetinin ABD’den ve IMF’den gelecek kredilere ölesiye ihtiyacı vardı. AKP’nin bir şansı da şuydu: ABD’nin o konjonktürde en büyük ihtiyaçlarından biri, İslâm alemine model olabilecek ve aynı zamanda lojistik ihtiyaçların ötesinde kendisiyle birlikte Irak’ta savaşa girecek “ılımlı İslâm”dı. Türkiye’de bu İslâm’ın dozu 28 Şubat’ta ayarlanmıştı. (Tabiî, askerin dozu da.)
ABD’nin, yüzde 36 oyla ve ezici bir sandalye çoğunluğuyla iktidara gelmiş AKP’ye ihtiyacı o kadar fazlaydı ki, kadim müttefiki Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bile ihmal etti. Zaten, ivme kazanan AB “reform”ları süreci de askerin siyasî statüsünü törpüleyecekti. (2003’ün ikinci yarısı ve özellikle 2004 yılı AB’den müzakere kararı alabilmek için yaşanan zaman sıkışıklığıyla geçti. Daha hırçın geçmesi beklenen bu süreç, AB bakımından zaten hizaya sokulması gereken askerin ABD nezdinde de gözden düşmesiyle gayet yumuşak yaşandı. Askerin de, onunla siyasî ideolojik yakınlığı olan ve askere yaslanan kesimlerin de muhalefeti cılız kaldı. Bu da AKP’nin bir başka şansı oldu.)
Velhasıl, AKP, ABD’nin Irak’ı işgâl planları bağlamında Türkiye’deki tek savaş partisi olarak arz-ı endam etti. Erdoğan, milletvekillerini iki gün gruba kapayıp ikna, tehdit, teşvik yollarından herbirine başvurdu. Ortaya koyduğu iki gerekçe vardı: “Maaş bile ödeyemez duruma düşeriz” ve “Eğer biz de ABD ile birlikte savaşa girmezsek Irak’taki, asıl olarak Kuzey Irak’taki gelişmelere etki edemeyiz; bir Kürt devleti kurulmasını önleyemeyiz”.
Ordu da, tabiî ki, savaş partisindeydi, ama kendisiyle değil de “irticanın partisi” AKP’yle iş tuttuğu için ABD’ye içerlemişti ve “Gör bakalım gününü” edasıyla sessiz kaldı. ABD’den gelen baskılar ve hükümetin kurnazca sıkıştırması üzerine, Ekim’deki tezkereye olumlu oy verilmesi için görüş bildirdi.
Bizi korkularımız savaşa sürüklüyordu, ama yine AKP hükümetinin şansı yaver gitti ve 1 Mart 2003’te Türkiye’yi savaşa ortak edecek tezkere Meclis’ten geçmedi.
Fakat, sorun çözülmemiş olduğu için savaş sonrasında da aynı korkular sürdü. İşte bunun için Türkiye, savaşın başından beri birtakım “kırmızı çizgiler” ilân edip durdu. “Kırmızı çizgilerim geçilirse karışmam bak!” dedi. Ama ilân ettiği bütün kırmızı çizgiler geçildi, askerlerinin kafasına çuval bile geçirildi. Türkiye bir şey yapmadı, çünkü yapabileceği bir şey yoktu.
Kerkük meselesi, bu bakımdan tam bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Başından beri Kerkük meselesinde esip gürledi Türkiye. Kerkük’ün, Kürtlerin eline geçmemesi gerektiğini düşünüyordu.
İki büyük hatayı tekrarladı Türkiye. AKP hükümeti, her tavrıyla ve her sözüyle Kerkük’e ırk temelinde yaklaştığını gösterdi, politikası bu temele dayanıyordu. Bu ülkede 15 milyon Kürt yaşadığını hiç göz önüne almadı. (Hem Kürtleri dışla, hem de senden başka türlü düşünüyorlar diye kız. Bu nasıl bir mantık?) Hamisi rolüne sıvandığı Türkmenler’i “ezdirmeyeceğini” söyleyip durdu. Gelgelelim, Iraklı Türkmenler’in de dediği gibi, Türkmenler’i de koruyamadı Türkiye, “Sadece demeç vermekle yetindi”. Kaldı ki, Türkiye’nin bu politikası, Irak’ta birarada yaşayacak Türkmenler’le Kürtler arasındaki husumeti arttırdı, gerilimi azaltmak doğruyken, azdırdı.[1]
Aynı, devletin kendini ve toplumunu da ırk temelinde tanımlayıp “asli” unsur Türkler’i de (yani bütün vatandaşlarını) ezmesi gibi. Bu yaklaşımın Irak’taki izdüşümü başka ne olabilirdi?
ABD’nin Irak’ı işgâl ettiği ilk dönemlerde, “kırmızı çizgiler” aşılmasına rağmen yapacak bir şeyi olmamasına kılıf uydurmak için “Irak’ın bütününü kucaklayan bir politika izleyeceğiz artık” denmişti. Fakat böyle bir politika görmedik. Sıkıştığınız veya sıkıştırıldığınız yerde yapmak zorunda kaldığınız şey politika değildir. Zaten, Irak seçimleriyle gelinen son noktada bu durum ortaya çıktı. Irak’ın bütününü kucaklayan bir politika yerine, Kuzey Irak’a, yani Kürt sorununa sıkışan yaklaşımdan kurtulamadığını gördük Türkiye’nin.
Peki, Türkiye neden bir şey yapamadı? Çünkü, AKP hükümeti de, önceki hükümetler gibi, Kuzey Irak ve Kerkük konusunda kullanılabilir tek araç olarak tehditi ve silâhı gördü. Silâhla bir sorunun çözülemeyeceğini en iyi Türkiye bilmeliydi halbuki. Türkiye hiçbir zaman meseleyi Kürt sorunu olarak algılamamış, sadece bir terör ve PKK sorunu olarak görmüştü. Başka güçler Kürt sorununu kaşımış, PKK’yı da beslemiş ve kışkırtmış olsa da, bir sorunun varlığı inkâr edilemez. Türkiye’de hükümetler ve o zaman asıl boruyu çalan TSK, “Biz önce bir terörün başını ezelim, belini kıralım, sonra sosyal ve ekonomik reformlara bakabiliriz” diyordu. Ama Türkiye, asıl olarak 2004’te AB’den müzakere tarihi koparabilmek için yarım yamalak çıkardığı ve yarım yamalaktan bile az uyguladığı bir dizi yasayı saymazsanız, sözünü ettiği o reformların hiçbirini yapmadı.
Ekonomik sorunlar, yakılan ve boşaltılan köylerden akan insanların şehirlere yığılmasıyla başka sosyal sorunları da yüklenerek katmerlendi. Devletle vatandaş ilişkilerindeki yapısal ve tarihsel sorun, ekonomik yoksunlukla, Türk milliyetçiliğine yaslanan millet yaratma tutkusuyla, kültürel baskıcılıkla birleşince, belki “Kürt sorunu” olarak nitelenmeden, ama Kürtleri de bir var olma, kimliğine sahip çıkma ve kendi milliyetçiliklerine sıkıştırma sorunu haline gelmeden halledilebilecek mesele, şimdi hangi reformu yaparsanız yapın “Kürt sorunu” olarak kalma noktasına geldi.
Bu, tabiî ki, AKP’nin suçu değil. Ama o da sorunu tanımaktan, yüzleşmekten kaçınıyor. Türkiye, Mart 1999’da PKK’ya karşı zafer kazandığını ilân etmişti. ABD, Irak’ı işgâle başladığında, PKK’nın beli kırılalı ve başı kodese tıkılalı dört yıl olmuştu, ama Kürt sorunu çözülmemişti, Türkiye korkuyordu. Irak’ta 30 Ocak 2005’te (Öcalan’ın yakalanışından 6 sene sonra) yapılan seçimler arifesinde ve sonrasında ortaya koyduğu tavır ve tepki de, Türkiye’nin Kürt sorununu çözemediğini, korkusunu bir politika haline getirip sürdürdüğünü gösterdi.
Türkiye, asıl korkusunu tartışıp konuşmaktan kaçınmak için hâlâ PKK “tehditi”yle örtmeye çalışıyor meseleyi. ABD’ye de ikide bir “PKK terörü konusunda adım atmıyorsunuz” diye serzenişte bulunuyor. İşin doğrusu, ABD, PKK’yı Türkiye için bir tehdit olarak görmüyor ve bunda da haklı. Zaten, o “büyük zafer”den sonra bile PKK’nın hâlâ bir tehdit olması, yürütülen politikanın iflas ettiğinin göstergelerinden biri değil mi? Eğer sorun silâhla çözülebilir olsaydı, çözülmüş olurdu işte. Ama Irak savaşı öncesinde ve şimdi de ortaya çıktığı gibi sorun çözülmemiş duruyor ve Türkiye de çözemediği bu sorundan dolayı politikasızlık içinde debeleniyor.
İstendiği kadar tehdit olarak sunulmaya çalışılsın, PKK bir tehdit değil. Bir kere, ne içeride, ne de dışarıda eskisi gibi bir desteğe sahip PKK. Kürtlerin yayın organlarında alabildiğine sert eleştiriler yayımlanıyor PKK’yla ve Öcalan’la ilgili.
İkincisi, PKK kendi içinde bölündü ve zayıfladı. Apo, tuhaf bir zamanlamayla ve kendi örgütünün bir bölümünü bile ikna edemeyen bir şekilde, gerekçesizce ateşkesi bitirdiğini ilân etti, ama birkaç küçük olay dışında etkili olamadı.
Üçüncüsü, Kuzey Irak’ta hâlâ birkaç bin PKK militanı olsa da, bunlar asıl olarak hayatta kalma çabasında. Finans kaynakları kesildiği için silâh da alamıyorlar eskisi gibi. Suriye ilişkisini kopardı, İran’ın bir desteği vardıysa bile artık söz konusu değil, bölge dışındaki ülkelerin de ilgisi yok seviyesine indi. Asıl önemli finans kaynağı olan uyuşturucu trafiği de kesildi.
Türkiye’nin Kürt politikası içeride iflas etmişti zaten, ama Irak’taki gelişmeler, özellikle Kerkük sorununda geldiği nokta, dış politikada da iflas ettiğini ortaya koymuş oldu. Aynı içeride yaptığı gibi, dışarıda da tek kullanılabilir araç olarak, tek politika olarak silâhı ve tehdidi gördü.
Kaldı ki, kullanılabilir tek araç olarak görülen silâha başvurmasına da ABD izin vermedi ve Türkiye ters dönmüş hamam böceği gibi kalakaldı. Türkiye, Kürt sorunundaki politikasının (eğer vardıysa) iflas ettiğini ilân etmiş oldu.
Türkiye bütün dikkatini Irak’ta, asıl olarak da Kuzey Irak’ta ne olacağına yoğunlaştırdı. Irak’ta ne olacağı tabiî ki önemli. Bütün dünya için ve bölge için önemli. Ayrıca, Türkiye gibi komşu ülkeler için, kendileri de doğrudan etkilenebileceğinden, önemli. Fakat, bölgedeki öbür ülkeler için de geçerli, ama özellikle Türkiye için daha önemli olan şey, kendisinin ne olacağı ve ne yapacağıdır.
Irak’ta nasıl bir siyasî yapı kurulursa kurulsun, komşumuz Irak Kürtleri olacak. Türkiye’nin şimdiye kadar izlediği yol ve yaptıkları, bu komşu insanlarla ilişkinin kötü olduğunu gösteriyor. Savaş başladıktan hemen sonra Kuzey Irak şehirlerinde Türkiye aleyhine yapılan gösterileri hatırlayın. “Kürt liderler kendi politik amaçları için halkı kışkırtıyor” diye bu sorundan sıyrılamazsınız. Bu yaklaşım, bütün dünyaya kabadayılık taslayan, haksızlık eden, en yakın müttefiği İsrail’in bütün dünyayı zehirleyen haksızlıklarına kol kanat geren ABD’nin “Beni neden sevmiyorlar” diye sormasına ve şimdi Türkiye’ye yaptığı gibi, kendisi o tepki çeken uygulamalarına devam ederken kendini zorla sevdirmeye çalışmasına benzer. “Ben aslında çok iyiyim, ama imajım kötü, yanlış anlıyorlar beni” diye sızlanması kimseyi ikna edebilecek bir şey değil.
Sadece sokaklardaki Kürtler değil bu tepkiyi duyan, internetteki Kürt sitelerine bir bakın, üç, beş yazıyı okuyun, göreceksiniz Türkiye’ye duyulan tepkiyi. Savaş öncesinde, “Türk ordusu burada denetim kuracaksa, Saddam’ın kalmasına razıyız” diyen yazılar bile çıktı bu sitelerde. Bu “aşırı”ları eleseniz bile, en soğukkanlı Kürt entelektüellerde bile bir mesafe, tedirginlik, bir antipati görmek hiç de zor değil. Yani, sokaktaki Kürt de, Kürt intelligentsia’sı da size karşı. Zaman zaman o kışkırtma işlerini yapmış olsalar da, (en azından diplomasi gereği) size yakın olanlar yine Kürt liderler!
Gayet kolay görülebileceği gibi, sizin milliyetçiliğiniz başkasının milliyetçiliğinin de besini ve kışkırtıcısıdır. Ve milliyetçilik her zaman kışkırmaya ve kışkırtılmaya müsaittir. Bu keskin milliyetçilikler sürdükçe bu bölgede rahat ve huzurlu bir ortam, açık veya örtük tehdit içermeyen ilişkiler yaratılamayacak. Ve aslında, Türkiye kendini de yaratamayacak. Milliyetçiliğimiz hiç eksik olmadı, ama galiba millet de olamadık ve hâlâ kimlik sorunumuzu halledebilmiş değiliz mesela.
Geleceğin Irak’ı nasıl olursa olsun, bu insanlarla yakın ilişkiniz olmak zorunda. Bu, her bakımdan gerekli ve iyi bir şey. Ama görünüyor ki, Irak federatif bir yapıya sahip olacak. En azından bir Kürdistan federasyonu olacak. Tartışılan şey de bu değil zaten, bu federasyonun sınırları ve özerkliğin ne kadar güçlü olacağı, yani Bağdat’taki merkezî hükümetle ilişkileri.
Asıl önemli olan ise Türkiye’nin kendine ne yapacağı, Irak Kürtlerine ne yapacağı değil. Çünkü siz “kendi” Kürt sorununuzu nasıl halledeceksiniz? Türkiye hiç anlamak istememişti, ama Kürt sorunu her zaman uluslararası bir sorundu. İşte şimdi bu gerçek geldi burnumuza dayandı. Ve bu sorunu çözmenin tek yolu, kendi sorununuzu çözmek.
Türkiye, sorunu nasıl çözeceğini bilmiyor, çünkü kendi vatandaşlarını, 15 milyonluk Kürt nüfusunu tanımıyor, ne istediklerini, ne düşündüklerini bilmiyor. Bilmediği için de korkuyor. “Irak’ta güçlü bir federasyon olursa, Türkiye’deki Kürtler de federasyon ister mi” diye, “Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulursa, buradakiler de aynı şeyi ister ve oradakilerle birleşirler mi” diye korkuyor.
Daha da kötüsü, sadece devlet değil, kimse bilmiyor Kürtlerin ne istediğini, galiba Türkiye’deki Kürt aydınlar bile. Partileri kapatırsanız, gazeteleri yasaklarsanız, fikrini açıklayanları bin türlü belaya sokarsanız, insanlara bok yedirirseniz, medyanız bu konularla layıkıyla ilgilenmezse, özgürce tartışılmazsa nereden bilebilirsiniz ki.
Türkiye’de bazı Kürt aydınlar federasyon istiyor, daha önce bağımsız Kürt devleti için uğraşan kimileri Avrupa Birliği sürecinin etkisiyle bu taleplerinden vazgeçti, ya o büyük kalabalık?
Türkiye bir dış politika kurabilmek için bunları bilmek zorunda. Önce kendi insanlarını anlamak zorunda, ama Irak’taki Kürtleri de anlamak zorunda. Irak’taki Kürtlerle Türkiye’dekiler arasında geleceğe bakış açısından, sosyolojik olarak, siyasî olarak farklar var mı, ne gibi farklar var, bunları öğrenmek zorunda. Üniversiteleri teşvik edip, destekleyip, özgür bırakıp bu konular üzerinde çalışmalarını sağlamak zorunda.
Aslında, bu bölgedeki en büyük sınıraşırı grup olan Kürtler, hem Türkiye için, hem de bölge için iyi bir açılım fırsatı olabilir. Irak’taki yapı ne olursa olsun, Türkiye’nin kendi içindeki ve Iraklı Kürtlerle ilişkilerindeki yumuşama, sadece, zararlı, tehdit içeren, diyaloğu önleyen o “kırmızı çizgiler”i gereksiz kılmakla kalmaz, sınır çizgilerini de bulanıklaştırır, bir akışkanlık sağlar. Bu akışkanlık, hem ekonomik, hem siyasî, hem de kültürel bir rahatlama, zenginleşme sağlar. Zararlı etkilerinden korkulan İsrail ve ABD’nin nüfuzunu kırmanın tek yolu da budur. Siz -ve öbür komşular İran ve Suriye de- Irak’ta Kürtleri sıkıştırdığınızda, ABD’nin ve İsrail’in kucağına itmiş oluyorsunuz.
ABD’nin bir ara Ortadoğu’ya model olarak sunmak istediği Türkiye, gerçek bir model olabildiği ölçüde, korkularından da kurtulacaktır. Türkiye, belalı bir coğrafyada bulunduğuna işaret eder durmadan, komşularının demokratik olmamasından şikâyet eder ve hoş karşılanmayabilecek politikalarına da bu durumu bahane eder. Gerçekten de belalı bir coğrafya burası. Bütün dünyanın muhtaç olduğu petrolün yüzde 63.3’ü Ortadoğu’da ve bu rezervlerin önemli bir kısmına sahip iki ülke, Irak ve İran komşumuz. Ayrıca, İsrail sorunu (İsrail’in varlığını sorgulamıyorum, varoluş biçimini sorguluyorum), Suriye’yi de içine alarak her üç komşumuzu da derinden etkiliyor. Kısacası, kimse bu bölgeyi rahat bırakmıyor. Yapılacak tek şey, bölgenin kendini rahatlatmaya çalışmasıdır.
Demokratik komşuların yokluğundan şikâyet eden Türkiye öncelikle kendini demokratikleştirmelidir. Avrupa’nın istediği Kopenhag kriterlerini kağıt üstünde yerine getirmek yetmez. Komşularınızı da teşvik etmenin yegâne yolu budur.
İkinci ve paralel olarak, tehdit edilmek istemiyorsanız, öncelikle kendiniz tehdit haline gelmemelisiniz, tehdit olarak algılanmamalısınız. Yapılacak ilk şey silâhlanmayı durdurmaktır. Türkiye kime karşı bu kadar silâhlanıyor?
Türkiye, (SIPRI, 2003) dünyada silâhlanmaya 9.9 milyar dolarla en çok para harcayan 14. ülke.[2] Bir yılda askerî harcamalara ayrılan 9.9 milyar dolar. Türkiye’nin her yıl bu kadar parayı silâhlanmaya harcama lüksü yok. Eğitime, sağlığa, araştırma-geliştirmeye, bilime, altyapıya, sanata, kültüre döndürülmeli bu para. Bu alanların her birinde ciddi değişiklikler yapmak şart. Liseyi bitirmesine ramak kalmış öğrencilerin okuma-yazma bilmediği bir ülke burası; çarpım tablosu bilmeyen ortaokul öğrencilerinin bulunduğu bir ülke; fikrini ve bilgisini ifade etmekten aciz üniversite öğrencilerinin, Türkçeyi doğru kullanamayan profesörlerin, gazetecilerin ülkesi; içinde bulunduğumuz mekânları yaşanamaz bir hale getiren zevksizliğin, köksüzlüğün, kültürsüzlüğün ülkesi; hastane kapılarında sefil olan insanların ülkesi...
Gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biri Türkiye. Veri Araştırma’nın yaptığı Kentsel Türkiye Araştırmaları’na göre (22.2.2005 tarihli gazeteler), zaten ziyadesiyle eşitsiz olan gelir dağılımı daha da bozulmuş durumda.
Asla önüne geçilmek istenmeyen bir talan düzeni, çürümüş bir siyaset, tefessüh etmiş bir medya, hesap soramayan yargı, uygulanmayan yargı kararları, boğaza kadar adaletsizlik, dünya kadar dış borç ve dış borcu büyüten (“sürdürülebilir” deniyor buna kibarca) bir borçtan kurtulma programı...
Manzara bu. Baskın Oran’ın dediği gibi, “Bu kadar dış borçla özerk dış politika yürütemezsiniz” ve bu manzarayla da. Adamın biri bir yazı yazar, “Amerikan aleyhtarlığı biraz fazla oldu” diye ve medyanız da hükümetiniz de, pat, hemen hizaya giriverir.
Türkiye bu manzaradan hızla kurtulmak zorunda. Ancak bu kurtuluşla benzer bir anlayışı etrafına yayabilir ve bir güvenlik ve refah çemberi yaratabilir. Yaratmak zorundadır.
Burada asıl zorluk, daha önce de dediğim gibi, İsrail’in varoluş biçimi. Nükleer silâh sahibi bu ülkenin bu varoluş biçimine karşı bölge ülkeleri de silâhlanıyor. İran, örneğin, eğer iddia edildiği gibi nükleer silâh yapma peşindeyse, bir sebebi İsrail, öbürü de ABD saldırganlığı. En azından Kuzey Kore örneği, nükleer silâh sahibi olmanın caydırıcı bir unsur olduğunu gösterdi dünyaya. Bu mantıkla düşünüldüğünde ve nükleer silâh sahibi İsrail’e hiç ses çıkarılmadığı göz önüne alındığında ve ABD’nin bırakın nükleer kapasitesini muhafaza etmesini yeni silâhlar geliştirdiği hesaba katıldığında, İran’ın da pekâlâ böyle bir hakkı olduğu söylenebilir.
Fakat bu silâhlanma yarışı hem dünya için, hem bölge için, hem de Türkiye için tehdit. Ama Türkiye’nin bu konuda ikna edici olabilmesi için öncelikle kendi topraklarındaki 90 nükleer bombayı derhal dışarı atması lazım. Kontrolü ABD’nin elinde olan nükleer bombaları.
Dahası, İsrail’le bütün askerî ilişkilerini bitirmelidir. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’in tartışmaya açtığı, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın da destek verdiği NATO’nun konumunu ve NATO içindeki kendi durumunu gözden geçirmelidir.
Türkiye, her fırsatta, İsrail-Filistin meselesinde arabulucu olmaya, katkıda bulunmaya hazır olduğunu söylüyor. Bunlar içi doldurulamayacak laflar. Bu halinizle sizi kimse arabulucu yapmaz, bir katkınız da dokunmaz “barış” sürecine. Şu sıra tekrar masaya getirilmeye hazırlanılan barış süreci, (Türkiye de ümitli olduğunu açıkladı) barışa varabilecek bir süreç değil. İşlemeyecek. Çünkü Filistinlilerin asgari taleplerini bile karşılamayacağını İsrail Başbakanı Ariel Şaron ilân etti bile: “Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimleri ileride İsrail toprağı olacak.”
Dikkat çekici bir nokta: İsrail-Filistin barış süreci tekrar ısıtılırken İran’a ve özellikle Suriye’ye baskı artıverdi birden; eski Lübnan başbakanlardan Refik Hariri’nin öldürülmesinin verdiği ivmeyle. Ve Lübnan da, özellikle Hizbullah, baskı altında kalacak. Filistin’in tecrit edilmesi anlamına gelir bu. Suriye Filistinli radikal örgütlere yardım ettiği için ve bu yardım kesileceği için değil; psikolojik tecrit. Yasir Arafat’ın halefi Mahmut Abbas’ın İsrail’e karşı tavizkâr, Filistinliler’e karşı sert (idam cezasını tekrar uygulamaya koymak için fetva istedi) tutumu da eklenince bu tecrit daha da yoğunlaşacak.
Buna karşı yapılacak şey, İsrail’i silâh deposu haline gelmiş komşularla tecrit etmek olamaz. Bu yöntem şimdiye kadar uygulandı zaten ve bir sonuç vermedi. Ayrıca, demokrasiden nasibini almamış Arap rejimleri, kutsal Filistin davasını daimi kılarak (çözülmemesi işlerine geldi, içerideki talepleri, “Bir dakika, bakın kutsal Filistin davası var önümüzde, onu bir halledelim hele” diye bastırdılar. Tabiî, İsrail’e karşı donandıkları o silâhları da kendi halklarını baskı altında tutmak için kullandılar.) Yapılacak şey, İsrail’i demokratik, serbest, eşitlikçi rejimlerle kuşatmak ve tecrit etmektir. “Önce İsrail’i terbiye edelim, sonra kendimize bakarız” mantığı geçerli bir mantık değil, işe de yaramıyor.
Dolayısıyla, Türkiye Filistin barışına katkıda bulunmak istiyorsa, önce kendinden başlayarak sivilleşmeyi, silâhtan arınmayı, demokratikleşmeyi, eşitsizlikleri gidermeyi hedeflemeli, bunun bayraktarlığını yapmalı.
Silâha ve tehdite değil, bu bayrağa sarılmalı.
MUSTAFA ALP BENGİ
[1] AKP hükümeti, yumurta kapıya dayandığında, Kerkük için Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’a da bir mektup gönderdi. Birleşmiş Milletler’in hiçbir etkisi olmayacağını bilmeleri gerekirdi; ABD, Irak’a BM’yi ezerek girmişti. Aynı ABD işgâl sonrasında ABD’yi meseleye dahil etmek istemiş, ama bunda da başarılı olamamıştı. Bağdat’taki BM merkezinin bombalanmasıyla örgütün varlığı ihmal edilebilir bir seviyeye düşmüştü. Dolayısıyla, AKP hükümetinin BM’ye mektup göndermesi tamamen göstermelik bir hamleydi, ama bu göstermelik hamlede sırıtan bir şey vardı. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine izin veren tezkerenin 7 Ekim 2003’te Meclis’ten geçmesinden önce Tayyip Erdoğan AKP milletvekillerini ikna etmek için şunları söylemişti: “Birleşmiş Milletler’in adı var kendi yok. Olsaydı Irak’ta savaşı engellerdi, engelleyemedi. Dolayısıyla BM’nin meşrûluk arayışına giremeyiz. Biz meşrû diyorsak bu iş meşrûdur. Önemli olan Türkiye’nin ulusal menfaatidir.”
[2] CIA’ya göre bu rakam daha fazla, 12.155 milyar dolar. Askerî harcamaların GSMH içindeki payı da daha yüksek: %5.3. www.cia.gov, World Fact Book.