Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin her kritik denilen eşiğinin, “ipler kopabilir” uyarılarının yapıldığı gerilimli bir görüşmeler, pazarlıklar trafiğinden geçildikten sonra, kimsenin geri adım atmadığını, taviz vermediğini öne sürebildiği bir anlaşmayla sonuçlanması; tarafların birlikte kararlaştırdığı bir senaryo sanki.
Epey abartmış olabiliriz ama böylece her iki taraftaki milliyetçi akımların ipi üzerinden Avrupa’da Türkiye, Türkiye’de AB karşıtları başta olmak üzere kendilerini sansasyonu haliyle bol bu süreç üzerinden görünür kılmak, sorunlarını bunun üzerinden dillendirmek veya çözüm aramak isteyen herkesin eteğindeki taşın miktarını, savrulma enerjisini ve nerelere vardırabileceklerini ölçme imkanı verdiğinden dolayı, yönetenler katı açısından gayet işlevsel olduğunu belirtmek gerek.
Bu kez de öyle oldu. Gerçi Avrupa’da milliyetçilikler ve Türkiye karşıtları birkaç ferdî denilebilecek edepsizlikle yetindiler, ama Türkiye’de 3 Ekim arefesi, daha zengin bir gözlem imkanı verecek kadar hareketliydi. Türk milliyetçiliği, zaten açıkça ifade edemediği AB karşıtlığını, böyle yorumlanmasına elden geldiği kadar çalıştığı bir hamaset üslubuyla bezeme tavrının ötesine geçmemeye -herhalde başlıca güç odakları tarafından titizlikle uyarıldığı için- dikkat etti. Fakat bu “küçük ama mide bulandırıcı” jestler yapmasına engel değildi. Orhan Pamuk’a o artık herkesin ezberinde olan cümlesi nedeniyle “Türklüğe hakaret” davası açan savcının ve onun iddianamesini ciddiye alabilip kabul eden mahkemenin ibretlik tutumu hakkında konuşmak katı yasal kısıtlamalar yüzünden mümkün değil. Ama o sözleri bir Türklüğe hakaret konusu yapabilecek kadar baş döndürücü bir milliyetçilikle işlerini görebilen hakim ve savcılara sahip mahkemelerimizin olduğunu ve bunların idrak düzeyini düşünmemize engel değil bu. Kaldı ki; bu tür mahkemelerimizin kıtlığını çekmemiz de söz konusu değil. Nitekim bir idare mahkememiz de, üç üniversitenin düzenlediği “Ermeni Konferansı” hakkında verdiği yürütmeyi durdurma kararının gerekçelerinde, tüm idare hukuku uzmanlarına züccaciye dükkanına girmiş fil benzetmesini hatırlatma başarısını gösterdi. Davayı açan da, önde gelen yöneticisi ve baş sözcüsü, mafyanın da işlerini görmeyi ihmal etmeyen bir avukat olan, “Türk Hukukçular Birliği” adlı gayetle milliyetçi bir “sivil toplum kuruluşu”ydu. Hukuk ve sivil toplum kavramlarını, milliyetçiliğin eline düştüklerinde tedavülden kalkmış saymamızı göstermesi bakımından herkes için öğretici ve yararlı olmuş olmalıdır bu örnek girişimler.
Elbetteki Avrupa’daki Türkiye karşıtlarını pek keyiflendirdi bunlar. Türk milliyetçiliğinin bu “jest”lerine hemen değilse bile ilk fırsatta karşılık vereceklerinden gayet emin olduğumuz bir sürece gireceğiz 3 Ekim sonrasında. Bu, zaten kendiliğinden arızalı yolda, her iki taraftan milliyetçiliğin kendisine müstehak saydığı bir edep ve idrak düzeyini yansıtan daha da ağır jestlerle tökezlenildiği zamanlardan sık sık geçileceği baştan bilinmelidir.
Ama yine de; sözünü ettiğimiz jestler, ufak çaplı linç girişimleri ve kışkırtıcı yönüyle de hesaplanmış gösteriler ve seyrek de olsa silahlı-bombalı eylemlerle karşılaşılmış da olsa; 3 Ekim arefesindeki bir iki ayın gidişatı korkulduğu gibi olmadı. Anlaşıldığı kadarıyla, Türk milliyetçiliğini yönlendiren odakların dizginleri kısması, Kürt milliyetçiliğinin yürüttüğü kampanyaların umduğu desteği bulamamaktan dolayı tavsaması sayesinde bu dönem ağır hasar verilmeksizin geçildi.
Fakat bu mevcut gayet yıkıcı potansiyelin azaldığı, tehlikesizleştiği anlamına gelmiyor. Hatta, “Kürt sorunu” açısından bakıldığında, 3 Ekim sonrası süreç, özellikle Kürt milliyetçiliği üzerinden yürümeye kararlı çevreler tarafından hayli “verimli” görülebileceğinden onun ve ona “endeksli” Türk milliyetçiliğinin birbirlerini karşılıklı tırmandırdığı son derece gerilimli, ağır tehlikelerle yüklü bir dönem haline gelebilir.
Birikim’in geçen sayısındaki yazıda da belirtiğimiz gibi; Ortadoğu da ulus-devletlerin teşekkülü sürecine girildiğinden beri gündemde olan “Kürt sorunu”, mevcut ulus-devletlerin zemininde, zaten “esası itibariyle her milli devletin ayrı ayrı iç-milli sorunu değil, tam anlamıyla “bölgesel” bir sorundur ve bölgenin hiçbir zaman eksilmeyecek olan dünya ölçeğindeki önemi nedeniyle de uluslararası platformların konusu olması kaçınılmazdır.
“Kürt sorunu”nun bölgesel bir sorun olduğunu söylemek; Kürtlerin dört-beş ulus-devletin toprakları ve hükümranlığı altında yaşayan tek bir millet olup, çoğunlukta olduğu topraklar üzerinde kendi ulus-devletini kurma hakkı veya en azından ilgili her ulus-devlet içinde otonomiye sahip yönetimler kurması gerektiği anlamına gelmez, gelmemelidir. Ama şüphesiz Kürt milliyetçiliği bunun yegane anlamının bu olduğunu iddia edebilecektir. Bu deyim, Kürtlerin, bölgenin diğer milletleriyle, çok uzun asırlar boyunca, ve çok yakın diyebileceğimiz bir zamana kadar oluşturduğu, içinde katkılarıyla birlikte yaşayıp paylaştığı ortak tarihsel, siyasal, toplumsal ve kültürel mirasın hâlâ belirleyici zemininde, bu mirası “bölüp” dolayısıyla yok sayıp kendi milli devletini veya otonomilerini kurarak değil; tam tersine, böyle yapmış bölge ulus-devletlerinin, bu formatlanmalarını terk edip; aynı bölgede, bahsettiğimiz zengin zemin ve mirasın yeniden ve 21. yüzyılın olağanüstü imkan ve ihtimallerini gözeterek canlandırılmasını eksen alan yepyeni bir büyük birlikteliğin siyasal formatını oluşturmaya doğru evrilmelerinin önünü açmaya yönelmeleri gerektiğini ifade eder. “Şüphesiz, “Kürt sorunu”nu bu içerik ve perspektifte sahiplenmek sadece “Kürt” kökenli insanların omuzlarına yüklenecek bir görev, yükümlülük değildir. -Ve kaldı ki bunu yapmak Kürt olmayı onurlandırmak demektir- Bütün bölge halklarının paylaşması gereken bu amaç, Kürt halkının “mağduriyet” hissinden dolayı kapılabileceği şüpheci tutumu bertaraf etmesi de gereken bölgenin “çoğunluk uluslarına mensup”, milliyetçiliklerin cenderesinin bilincine varmış insanlarının ilk adımları atmasını elbette zorunlu kılar. Türkiye özelinde konuşulacak olursa; genel olarak milliyetçiliği, özel olarak “kendi” ulus milliyetçiliğini sorgulama ve ulus-devlet formatı dışında düşünebilme mecrası elden geldiğince kısıtlanmış bu ülkede, Irak’ın başına gelenler, AB’ye katılım sorununun uyandırdığı tartışma konuları ve son aylarda kimsenin görmezden gelemediği bir vahim tehlike olarak Türk-Kürt çatışmasının kolayca provoke edilebilir hale gelişi; milliyetçiliğin her türünden arınmış, ulus-devlet formatlarının ötesine geçen siyasal toplumsal çözümleri düşünme ve yüksek sesle duyurma gayretlerimizi hızlandıracak, güçlendirecek olmalıdır.
Bu girişim, Türk milliyetçiliğinin malum itham, tehdit ve saldırganlıklarını göğüslemeye mecbur olduğu kadar, Kürt milliyetçiliğinin, şimdi artık Avrupa’nın sol liberal demokrat çevrelerinin Türkiye devletini demokratikleşmeye teşvik ve zorlamaları için değil, Avrupa sağının ve milliyetçiliklerinin Türkiye karşıtı politikalarında koz olarak kullanılacak durumlar yaratmak üzre bir “Avrupa kartını” oynama ve bunun üzerinden “hedef”e varma stratejisine geçmesinin yol açabileceği olaylar karşısında tökezlememeye de mecburdur. Ortadoğu halklarının ve bu dolayımdan da geçerek tüm insanlığın büyük birlikteliği hedef ve idealini onur ve kararlılıkla sahiplenecek insanların Türk, Kürt... tüm Türkiye toplumunda hiç de az sayıda olmayacaklarına inanmak hem umudumuz, hem de ilk ve en hayati adımımızdır.