Almanya Seçimleri: Neo-Liberalizm Kaybetti

Almanya seçimlerinin bir gün öncesine kadar seçimin kaderini belirleyecek 10 milyon seçmenin oyunu kime vereceği belli olmamıştı. Kamuoyu araştırma şirketleri bu nedenle seçmen tercihinin ne olduğunu söyleyemiyor ve büyük bir ‘belirsizlikten’ söz ediyordu.

Şimdi seçimler geçti ama ülkedeki belirsizlik daha da arttı. Hatta ‘Anarchie in Germany’den söz edenler var. Seçim sonuçları konusunda elbette birçok şey söylemek mümkün ama galiba en akılda kalan ve belki de seçim sonucunu en iyi açıklayan cümleyi, Sol Birlik-Demokratik Sosyalizm Partisi (Die Linke-PDS) karizmatik lideri Gregor Gysi söyledi: ‘Die Linke-PDS, Sosyal Demokrat (SPD)-Yeşiller koalisyonunu yıktı, muhafazakarların da hükümet kurmasına izin vermiyor...’ Gysi’nin seçim sonucu yorumunu ‘Die Linke- PDS’ yerine ‘Alman seçmen’ sözcüklerini koyarak yeniden okuduğumuzda, bu saptamanın hâlâ seçimler hakkında yapılmış en doğru tahlil olduğunu söylemek mümkün. Peki bu söz, daha doğrusu Almanya seçim sonuçları ne anlama geliyor? En sonunda söylenmesi gereken şeyi ilk başta basitçe söylemek gerekirse, Alman seçmen neo-liberalizmi reddetti. Öyleyse bir seçmen kararsızlığından çok seçmen kararlılığından söz etmek gerekmez mi? Evet. Şöyle ki:

Almanya seçimleri, politika değişikliğinden çok, Almanya’da bu zamana kadar uygulanan politikaları daha iyi uygulayacağını söyleyen kadroların yarıştığı bir seçim oldu. Seçim kampanyaları boyunca, hiçbir partiden ne ülkenin kaderini değiştirecek yeni politikalara ihtiyaç duyulduğu dile getirildi ne de uygulanan politikaların aksine yeni politikaların üretileceği gündeme geldi. Aşağı yukarı bütün partiler açık ya da üstü örtülü olarak, yedi yıldır iktidarda bulunan SPD-Yeşiller koalisyonunun, iktidarın ikinci döneminde uygulamaya başlattığı ve ülkenin çalışma hayatıyla sosyal sisteminde 2010 yılına kadar radikal değişikliği hedefleyen ‘Agenda 2010’ programının kendi dönemlerinde de uygulanacağını garanti etti. Bunun garantisi her yerde ‘reformlara devam edileceği’ söylenerek yapıldı. Seçim propagandalarına ve seçim programlarına bakıldığında Hıristiyan Birlik Partileri’nin (Hıristiyan Demokrat Birlik-CDU ve Hıristiyan Sosyal Birlik-CSU) Agenda 2010’u daha hızlı ve ve daha radikal uygulayacaklarından başka hiçbir şey söylemedikleri görülmekte. Hele Agenda 2010 programının hazırlanması ve Meclis’ten geçmesi sırasında CDU/CSU’nun hükümetle birlikte hareket etmesi ve Liberaller’in (FDP) ‘katkısı’ hatırlandığında son Almanya seçimlerinin, ülkedeki hiçbir sorunu çözmeye yönelik yeni politikalar üretilmesine yönelik olmadığını daha rahat söylemek mümkün. İşte bunun için seçmen ‘kararlılıkla’ neo-liberal partilerin hepsini reddetmiş oldu. Hiçbir parti ve olası koalisyon ortağı, Almanya’da hükümet kurmak için zorunlu olan yüzde 50’nin üzerinde oy toplamına ulaşamadı. Eski hükümet yıkıldığı gibi pratik olarak hiçbir parti koalisyon kuracak güce sahip değil. Her ne kadar teorik olarak ülkede Parlamento’da 5 parti temsil ediliyor ve bunlardan teorik olarak en az dört hükümet modeli çıkartmak mümkünse de, PDS yandaşı sol günlük gazete Junge Welt Almanya’daki ‘durum’u ‘adeta devrim durumu gibi’ niteleyerek dalga geçiyor.

Peki Almanya nasıl ‘yönetilemez’ bir duruma geldi?

KISA BİR HATIRLATMA

Mart 2003’te hükümet programının bir parçası olarak Agenda 2010 programını açıklayan Başbakan Gerhard Schröder, bunu ekonomik globalizme cevap olarak hazırladıklarını belirtiyor, ülkedeki büyüme ve istihdam sorununu çözecek tek yolun bu programın uygulanmasından geçtiğini ileri sürüyordu. Ancak, Sosyal Demokrat-Yeşil seçmenler Agenda 2010’un kendi seçimleri olmaktan çok aleyhlerine işleyen bir sürecin başlangıcı olduğunu fark etmede gecikmedi. Çünkü programın iki önemli ayağı vardı: Birincisi, üretim maliyetlerinin yani işçi ücretlerinin düşürülmesi. İşverenler vergi indirimiyle yetinmeyip işçi ücretlerinin de düşmesini istiyorlar, aksi halde hükümeti üretimi ülke dışına çıkarmakla tehdit ediyorlardı. İkincisi, daha kapsamlı sosyal ve ekonomik değişim programının hayata geçirilmesiydi. Yani Almanya yoksulları ve dar gelirlileri, sosyal demokrat bir partiye oy verdiklerini düşünürlerken karşılarına neo-liberal bir hükümet çıkmıştı. Hükümet Almanya’nın bu zamana kadar alışkın olmadığı ve günlük hayata şöyle tercüme edilebilecek bir politikayı uygulamaya koyuldu: Devlet işyeri yaratılması ve işyerlerinin korunması konusunda direktifte bulunamaz, işçi ve işveren ilişkilerinde bir tarafı tutamaz, kendisi işyeri yaratma konusunda doğrudan girişimde bulunamaz... Sosyal Demokrat seçmen için bu da şu anlama geliyordu: İşten çıkarmaların kolaylaştırılması, işsizlik parasının süresinin ve miktarının kısılması, sosyal yardımın azaltılması ya da tamamen kaldırılması, meslek içi eğitim imkanının kaldırılması, küçük esnaf ve zanaatkara verilen yeni işyeri yaratılmasına yönelik kredi ve desteklerin önemli ölçüde kesilmesi. 2003 yılı başından itibaren uygulanan bu politikaların sonucu da şöyle oldu: Sosyal Demokrat-Yeşiller hükümeti bu tarihten sonra yapılan hiçbir seçimi kazanamadı, işsizlik oranı Ağustos 2003’te yüzde 8.8 oranında iken Ağustos 2005’te bu rakam yüzde 11.4’e çıktı. SPD -Yeşiller koalisyonu Almanya’nın 16 eyaletinden 11’ini muhalefete kaptırdı. (Almanya, dünyada Meclis’ten çıkan yasaların Eyaletler Meclisi’nden de geçmesi gereken, birçok kişi ve kurumun veto hakkı olduğu ender ülkelerden biri. İşte Schröder, Eyaletler Meclisi’nde çoğunluğu kaybedince erken seçime gitme kararı aldı.)

Genel olarak bakıldığında, yedi yıllık SPD-Yeşiller iktidarı döneminde ‘yoksullar daha yoksul zenginler daha zengin’ olmaya devam etti. Almanya’da toplumdaki sosyal adaletsizlik her yıl daha da büyüyor. Hükümetin hazırlattığı ve geçen yılbaşında açıkladığı ‘yoksulluk ve zenginlik raporu’na göre, Almanya’da SPD-Yeşiller hükümetinin işbaşına geçtiği 1998’den bu yana, Avrupa Birliği ölçülerine göre yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların sayısı yüzde 12.1’den yüzde 13.9’a yükseldi. Almanya, toplumun sosyal tabakalara bölünmediği ve belli ölçüde sosyal adaletin sağlandığı bir ülke olma görünümünü çoktan kaybetti. Ülkede her geçen gün zenginle yoksul arasındaki fark büyüyor. Ülkenin en zengin yüzde 10 oranındaki nüfusunun toplam sermayeden aldığı pay yüzde 47 oranına çıktı. Bu rakam 7 yıl önce yüzde 45’ti. En düşük gelirli yüzde 50 oranındaki nüfus ise, toplam sermayenin yüzde 4’ünü bölüşüyor. Rapora göre ülkenin doğu eyaletlerinde oturan her altı aileden biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Almanya’da yoksulluk artarken zenginlerin daha da zengin olduğunu borsada işlem gören büyük Alman şirketlerinin hemen hepsinin , bu yıl ‘kâr’ yaptıklarını açıklamalarından da anlayabiliriz. Siemens, rekor kâr elde ettiğini duyurdu. Deutsche Telekom son üç yıldır ilk kez kâr payı dağıtacağını açıkladı. Lufthansa, TUI, BASF, MAN gibi şirketler de kâr eden uluslararası Alman firmaları arasında. Ülkede bulunan özel sermayenin tutarı toplam 5 trilyon euro. Bu rakam Alman devletinin bütçesinden 20 kat daha fazla. Almanya dışında Avrupa’nın hiçbir ülkesinde 1998 ylından bu yana, şirketlerin kârı artarken ülkedeki yoksulların sayısı da artmadı. Hiçbir ülkede ücretler bu kadar düşmedi. Örneğin Fransa’da hem maaş ve ücretler artıyor hem de ülke ekonomisi büyüyor. Fransa’da 1995-2003 yılları arasında ülke ekonomisi maaşlar arttığı halde yüzde 2 oranında büyüdü.

BÜYÜK KOALİSYON 1969’DA VERİLENİ GERİ ALMAK

Bu kadar hatırlatmadan sonra tekrar seçim sonuçlarına dönelim ve seçim sonuçlarına en çok kimin üzüldüğüne ya da şaşırdığına bakalım. Seçim sonuçları en çok seçimlerden Birlik Partileri-FDP çoğunluğunu bekleyen işverenleri etkiledi. Elbette işverenler CDU Genel Başkanı Angela Merkel’ın tek başına iktidara gelemeyeceğini hatta FDP ile birlikte bile hükümet kurmaya yetecek kadar oy alamayacağını biliyordu. Ancak CDU ile SPD arasındaki oy oranı farkının yüzde 1 olacağını da hiç beklemiyorlardı. (İlk belirlemelere göre, SPD % 34.3, CDU/CSU ise % 35.2 oranında oy aldı) Seçimin ertesi günü yaptıkları açıklamalarda bütün işveren kuruluşları ‘büyük üzüntülerini ve şaşkınlıklarını’ saklama gereği duymayıp ‘başlanan reformların sürmesi gerektiğini’ bildirdi. İşveren kuruluşları kurulacak herhangi bir hükümette Birlik Partileri’nin mutlaka görev almasını istiyor. İşveren kesimlerinin Almanya için optimal hükümet önerisi Birlik Partileri’yle Sosyal Demokratlar’ın Büyük Koalisyonu. Bunu başından beri istiyorlardı ve Gerhard Schröder’e göre en az yüzde 10 oranında daha fazla oy alması beklenen Angela Merkel, CDU-SPD Büyük Koalisyonu’nun Başbakanı olmalıydı.

Alman yakın tarihindeki Büyük Koalisyon buna örnek gösteriliyordu. 1966-69 yılları arasında CDU ile SPD Büyük Koalisyon oluşturdu. Kurt Georg Kiesinger ve Willy Brandt hükümetinin amacı bugünkü gibi sosyal devletin tasfiyesini değil aksine sosyal devletin inşasını hedef almıştı. Hükümet ‘sağlıklı büyüme ve kalkınma’ yasası çıkartmış, ülkede üretimi artışı yoluyla refah seviyesini yükseltmeyi başarmıştı. Büyük Koalisyon üretim yatırımı için o zamanın çok büyük meblası olan 7.8 milyar marklık bir kredi vermişti. Bugünkü Büyük Koalisyon’un hedeflerinin tam tersine, 1968’de ücretler yüzde 6.2, 1969’da 9.2 ve 1970’de de 14.7 oranında artmıştı. 1969’da işsizlerin Almanya’daki oranı yüzde 0.8’e düşmüş, ülke 1.5 milyon misafir işçi almıştı. 1966-69 yılları arasındaki Büyük Koalisyon ülkede sosyal devleti inşa etmesi için kurulmuşken şimdiki Büyük Koalisyon sosyal devleti çabucak tasfiye etsin diye kurulmak isteniyor. Elbette Büyük Koalisyonla kurulamazsa, Birlik Partileri FDP ve Yeşiller’le ‘reformları’ devam ettirecekler.

Almanya’da seçim sonuçları hangi koalisyon biçimini getirirse getirsin sonuçta büyük sermayenin asıl istediği hükümet oluşmayacak. Bunun için büyük sermaye daha şimdiden hiçbir konsensus beklemeden kendi neo-liberal politikalarını uygulamaya devam edeceğini göstermeye başladı. Alman sermayesi bir yanıyla sanki uluslararası piyasada değilmiş ve bu piyasanın kurallarının oluşmasında hiçbir katkısı yokmuş gibi hükümetlerden ‘ulusalcı’ bir koruma beklerken, hükümetler de bunun karşılığında uluslararası şirketlerden ülkede daha fazla üretim yapmalarını ve ülkenin bir marka olarak pazarlanmasını umuyorlardı. En azından son yıllara kadar ortalama seçmen gözündeki sermaye-hükümet ve ülke ilişkisi imajı böyleydi. Oysa Alman şirketlerinin hükümetlerin onların düşündüğünden daha az ‘ulusalcı’ olduklarını ve kendi programlarını uyguladıklarını hemen seçimden bir sonraki gün yaşadık. Siemens 10.000 kişinin işine son verdi. Almanya’nın Daimler’den sonra en büyük şirketi olan Siemens bu seçimlerde Angela Merkel’ı destekliyordu. Siemens’in en yetkili organı Denetim Kurulu’nun Başkanı Heinrich von Pierer Merkel’ın seçim ekibindeydi. Ama Merkel başarılı olamadı. Elbette artık sermaye Merkel’in Başbakan olsa bile, artık ‘iktidar’ olamayacağını biliyor.

AVRUPA’NIN HASTA ADAMI

Seçim sonuçlarının Avrupa politikasına radikal bir yansımasının olup olmayacağı konusuna gelince, her şeyden önce Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde Almanya’nın pozisyonunda çok farklı bir değişiklik olmayacağını söylemek mümkün. Almanya seçimlerinde Merkel’in Schröder’e büyük fark atamaması başta Fransız Nicolas Sarkozy olmak üzere Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne karşı çıkan Avrupa muhafazakarlarını üzdü. Fransa ve Hollanda bu yıl içinde Avrupa Birliği Anayasası’na açıkca ‘hayır’ demişlerdi ve bu ülkeler Merkel’ın Schröder’den daha fazla oy aldığında bunu kendi cephelerinin genişlemesine sayacaklardı. Oysa Alman seçmenleri, Avrupa Birliği’nden çok neo-liberalizme hayır dedi. Avrupa sanayi ve finans çevreleri de Merkel’ın bu kadar düşük oy alması karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyor. Almanya bugün neredeyse sıfır büyüme ve yüzde 11 oranına varan işsizlik oranıyla ‘Avrupa’nın hasta adamı’ durumunda. Bütçe açığı ise, Avrupa Birliği kriterlerini her dönem aşacak düzeye gelmiş ve bu Avrupa pazarının dünya pazarıyla rekabetini olumsuz yönde etkiliyor. Avrupanın en büyük ama durağanlaşmış pazarı haline gelmiş Almanya, ekonomik bir canlanma yaşayamazsa önümüzdeki dönemde Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin girişi gibi politik sorunlarının yanında ekonomik sorunlarından da söz eder olacağız. Avrupa’da birçok ülke, daha önce ‚Almanya mucizesi’ yaratarak kalkınma sağlamış bu ülkeden şimdi de Merkel’la yeni bir örnek yol yaratılacağını umuyordu.

Seçimlerin hem Merkel’in hem de Schröder’in yedek güçleriyle birlikte kaybetmesinden başka iki önemli sonucu daha var. Birincisi, Sol Birlik-PDS’in aldığı oylar ve bu birliğin parlamentoya girmesi. Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) geçen seçimlerde yüzde 5 barajını aşamadığı için Parlamento dışı kalmıştı. SPD’yi ‘neo-liberal’ olmakla suçladıktan sonra hükümetten ve parti genel başkanlığından istifa eden Oskar Lafontaine seçimlerden önce yine SPD’den istifa eden sol kanat politikacılarla ve sendikacılarla yeni bir parti kurdu. Bu seçimlerde her iki parti Die Linke- PDS adı altında bir seçim bloğu oluşturarak ortak seçime girdi. Yüzde 8.7 oranında oy alarak Parlamento’ya girmiş durumdalar. Hem Lafontaine hem de PDS fiilî lideri Gysi ne SPD’ye ne de Birlik Partileri’ne ‚neo-liberal politikaların uygulanmasında destek vermeyeceklerini’ açıkladı. Die Linke-PDS birliğinin önümüzdeki dönemde parti olma hedefi var. Ancak yine, Gysi’nin SPD’ye ‘neo-liberal’ suçlaması yaptıktan sonra SPD’den istediğine bakıldığında bu partinin ya da oluşumun da karakteri hakkında biraz ipuçu edinmek mümkün: ‘SPD gerçek sosyal demokrat oluncaya kadar bizden hiçbir destek alamaz.’ Evet PDS, Lafontaine ile birlikte, Schröder’in Clinton-Blair’in çizdiği Üçüncü Yola geçerek boşalttığı ‚eski tip sosyal demokrat kulvarı’ doldurmaya niyetli. Seçim Birliği programına bakıldığında da zaten çok sık neo-liberal politikaların eleştirisi var ama ‘sınıf’ kavramı yalnızca okullardan söz ederken kullanılıyor.

İkinci önemli sonuç ise, Yeşiller’in politik bir güç olarak sahneden çekilmeye başlayacağının belirtilerinin ortaya çıkması. Yeşillerin fiilî lideri Joschka Fischer, partisi herhangi bir hükümette görev almazsa, politikada aktif bir rol almayacağını açıkladı. 20 yıldır Yeşilleri hem ideolojik hem de politik olarak belirleyen lider durumundaki Fischer’in partide aktif görev almaması elbette ille de hükümete girme isteğiyle açıklanamaz. Fischer, Yeşiller’in misyonunun tamamlandığını görüyor. Tartışılan hükümet koalisyonlarının Büyük Koalisyon dışında hemen hepsinde Yeşiller’in de olabileceği dile getiriliyor. Bütün partiler Die Linke-PDS’le görüşmezlerken, herkes Yeşiller’le görüşüyor. Yeşiller’in artık siyasette bir farkı kalmadı. Yeşiller, FDP ve Birlik Partileri’nin koalisyonu bile en ciddi alternatiflerden biri. Fischer’in, iktidar düşkünü Yeşiller’in CDU-FDP ile birlikte hükümet kurmak için önünü açmak ve politikadan bu yolla çekildiği yorumları da var. Almanya’da spor ayakkabıyla bakanlık yapan ilk politikacı olan Fischer’in o ayakkabıları çoktandır müzeye kaldırılmış durumda. Seçmen bu seçimlerde SPD-Yeşiller koalisyonunun pabucunu dama atınca, Fischer’e aslında başka da bir opsiyon kalmadı.

SELAMİ İNCE