“Çekici olan bir yol seçmek değil, galiba bütün yolları seçebileceğimiz bir yerde olmaktır.”
Orhan Pamuk, Öteki Yazılar ve Bir Hikaye, İletişim, 1999, s. 65
“Biz bize benzeyeni severiz. Sevdiğimiz kendi arzularımızdır.”
Panait Istrati, Nerrantsula (Sokak kızı), s. 33
“Rüzgar var, ama yel değirmeni ortada yok.”
The letters of Vincent Van Gogh, Atheneum, s. 220
Siyasal yaşamda 10 yıl soğukkanlı değerlendirmeler yapabilmek için yeterli gibi gözüküyor. ÖDP üstüne akademik çalışmalar yapıldığına göre incelenmeye değer bir eser yarattığımız söylenebilir. ‘Verbal kamuflaj’ (sözel perdeleme) yapmadan objektif bir değerlendirmede, bizim gibi içerden bakanların subjektif konumları karşısında, belli bir mesafeden bakanlar daha avantajlı olabilirler.
Sosyalist solda açık siyaset yapan partiler içinde TİP’in (1961-1971) 10 yıllık rekorunu kırmış bulunuyoruz. Cumhuriyet’in de 10. yılı nedeniyle “çıktık açık alınla, on yılda her savaştan” diye marşlar bestelenmesi, bu on yıl meselesinin önemini gösteriyor.
Darısı TİP’in diğer kazanımlarını aşmaya diyelim. ’60’lı yılların nispi temsil-milli bakiyeye dayanan seçim sistemi olsaydı, ÖDP’nin de ortalama %2-3’lük bir karşılığı olduğunu o dönemlerin anketleri gösteriyordu. Sadun Aren hocamız, kadro yapısı ve kitle ilişkisi itibariyle ÖDP’nin TİP’e göre avantajları olduğunu söylemişti bana.
Bugünden geriye bakıldığında, TİP’in Kıbrıs’a askerî müdahale konusundaki tutumundan, DP’lilerin siyasi yasaklarının kaldırılmasına karşı çıkılmasına, Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanlığına oy verilmesinden ve Mehmet Ali Aybar’ın Nihat Erim kabinesine güven oyu vermesine değin uzanan politik refleksleriyle karşılaştırıldığında, ÖDP’nin özgürlükçü ve enternasyonalist hattının daha belirgin olduğu söylenebilir. Solda kürsü özgürlüğünün nimetlerini sonuna kadar kullanmak ve bu teminatı ayakta tutmak da az buz önemli bir şey değildir.
Buna karşılık TİP, o dönem 67 ilin hepsinde kısa sürede örgütlenmiş, (şu anda hâlâ giremediğimiz iller bulunuyor) Meclis’te olmanın avantajlarını iyi kullanarak, 17 yasa tasarısıyla ve Meclis kürsüsündeki kararlı tutumuyla yüreği solda atan herkesi onurlandırmıştı.
Napoléon, “bizim asaletimiz bizimle başlar,” dese de, bu 10 yıllık süreçte bizim bütün derdimiz TİP-TKP-TBKP-SBP-BSP ve GBK zincirinin misyonunu ve bayrağını devralarak, solun belli bir birliktelik içinde kendini yenileyerek, toplum karşısındaki meşruiyet alanını genişleterek cazibe merkezi haline getirmekti. Burada nispi başarılarımızın da, yetersizliklerimizin de olduğunu ortadadır.
Haldun Taner’in 1967’de Varlık Yayınları’ndan çıkan Konçinalar isimli bir öykü kitabı var. Kumarbaz arkadaşlar bilirler, destede 5’ten aşağı olan kağıtlara konçina denir. Bizim de siyaset denilen oyunda bütün derdimiz solun kartının değerini arttırmak ve hatta giderek bu oyunu bozarak oyunun kurallarını yeniden tanımlamaktı.
Yine de galiba İ. Karamozov gibi, “herkes her şeyden sorumlu, en çok da ben,” diyebilmeyi bilmek gerekiyor.
Bu on yılı kabaca ikiye bölersek, 2001 sonuna kadar süren birlik süreci ile ardından gelen ayrışma sürecinin iki dilim halinde sonuçlarını da izleme imkanına kavuştuk. Her iki dönem de kendi üstünde gözlem yapma imkanlarını bize sundu. Tek başına birliğin kendisinin, yıllar geçtikçe bir tür konfederal yapıya dönüşülünce, siyasal bir enerji yaratmadığını gösterdiği gibi, belli ölçüde bir arınmanın da Partinin eşiğini yükseltmeye neden olmadığını izledik. O zaman şimdi ne yapacağız?
Geçenlerde Gelecek dergisinde yayımlanan 1971’de yapılan John Lennon ve Yoko Ono söyleşisinde Yoko’nun, “kurulu düzen siyasi sorumluluk almayan insanlar ister,” cümlesine hak vermemek elde değil. Solun var olan motivasyon krizi ve tevekkül ortamının nedeni tabii ki tek başına pratiğe ilişkin bir gayret sorununda düğümlenmiyor. Solun fikrî bir kuvvet macununa ihtiyacı olduğu da ortada.
Yine aynı söyleşide, Tarık Ali’nin “John, İngiltere’deki şu kapitalizmi nasıl yıkacağız?” sorusundaki ve verilen yanıttaki naifliği özlememek ve takdir etmemek de elde değil.
2006 itibariyle yaşadığımız zengin deneylerden yola çıkarak solu nasıl büyütmemiz gerektiği konusunda hep birlikte kafa yormamızda fayda bulunuyor. Yalnız ölü balıklar akıntıda sürükleniyor.
Doğal olarak önümüzdeki süreçte ÖDP’nin ve genel olarak solun misyonu ne olmalı sorunu yukarıdaki “nasıl?” sorusuna bağlı olan yakıcı bir konudur. Solun kendini yenileyerek, bir anlamda topluma geri dönüşünü sağlamak gerekiyor.
Parti kurucuları ve PM gibi merkezî organlarda yer alan üyelerimizle yaptığımız 10 yıl değerlendirmesi toplantısının kapanış konuşmasında da belirttiğim gibi, ilk günlerin ÖDP nostaljisi içinde bulunmanın anlamı bulunmuyor. ÖDP’de birlikte siyasi faaliyette bulunduğumuz arkadaşlarımızın bir bölümünün yeniden monolitik yapılara tornistan etmeleri karşısında, acaba yaşadıklarımız bazılarımız için kötü bir şakadan mı ibaretti sorusunu da sordurtmuyor değil insana? Lacan’dan gidersek, aslında “bastırılmış olanın geri dönüşü”nün adı oluyor, fikrî taassup.
Solun tarihsel ayakbağı olan dogmatizm, bilginin önceden verili olduğunu varsayıyor. Ortaçağda da olgular üzerine inceleme yapılmaz, kitapların gölgesine sığınılırdı. Eski metinlere başvuruldukça, gerçeğin alanı kuraklaşırdı. Bu yüzden 14. yüzyılda hiçbir keşif yapılamadı. Solun da bu geçiş sürecinde, skolastik solculuktan koparak gerçekleştirmeye çalıştığı fikrî rönesansını, doktrinden çok, hayattan beslenerek, başka bir hayatı kurması mümkün gözüküyor.
Aslında siyasi ortodoksiden koparak kendini yenilemeyi hedeflemenin adresi olarak tasarlanan ÖDP, çoğulculuğun beraberinde getirdiği ortalamacılık ile cüretkar bir yenilenme hamlesinin birarada gerçekleştirilmesinin güçlüğünü de hepimize gösterdi. Bir dizi siyasi aktörü yanyana getirerek yapılmak istenen siyasi simyacılığın çok kolay olmadığını gördük. Beri yandan siyaseti meslek olarak görenlerle, siyaseti meslek olmaktan çıkarmak isteyenlerin mücadelesi, kendisiyle yetinenlerle kendisini yenilemek isteyenlerin mücadelesinin başka bir biçimi olarak da süregeldi.
Solculuk hayatı örgütlemek ise daha birbirlerine güven vermemiş bir topluluğun, bütün topluma güven verecek bir örgütlenme ve vizyona kavuşmasını beklemek de tuhaf kaçıyordu. Başkan merkezli siyasete son verdik ama şef merkezli “communalism”e (cemaatciliğe) olan talebi ortadan kaldıramadık. Bunu sağlamanın yolu herkesin marifet ve maharetini organlar üzerinden yapılan siyasi süreçlerde göstermesinden geçiyordu. Paralel yapıların bizatihi siyasi yapının kendisini paralize ettiğini gördük. Karakutumuzu açacak olursak esas itibariyle bu tür şifre bilgileriyle karşılaşırız. O yüzden dışarıdan bakanların, bir Partinin bütün Kongre sonuç bildirgelerinin oybirliği ile kararının alınıp, daha sonra neden ayrıştıklarını, bugün bile hâlâ ahaliyi ikna edecek şekilde, doğru dürüst açıklayamayanların durumunu, tek başına metin analizleriyle sağlamaları güç olabilir.
Bugün biz müktesebatımızı aşacak her adımın destekçisi olmalıyız, ama kimse de bizden tekrar aynı “yengeç sepeti”nin içine, geri dönmemizi de beklememeli. 2004 yerel seçimlerinde yaptığımız postmodern ittifak ilişkisinin benzerlerinin de zaten artık yaşanacağını düşünmüyorum.
ÖDP tarihinde, 1999 Seçimleri kadar, 2002 Seçimlerinin de önemi çok büyük oldu. 2002 Haziran’ında Kongresinden “Son seçenek, sol seçenek” ittifak kararıyla çıkan Parti, “büyük birleşme”yi bütün çabasına rağmen sağlayamayınca, çok önemli bir tarihî fırsat, sol açısından kaçırılmış oldu ve sol genel olarak minimal siyasete döndü. Ama o dönem özellikle aydınlarımızın bir bölümünce öneminin yeterince kavranmadığı önerilerimiz, sonradan doğrulanmakla kalmadı, sanırım bugün de geçerliliğini koruyor. Mesela, bizi seçime götürecek bir organda, toplumsal muhalefet örgütlerinin temsilcilerini de kapsayacak bir şekilde hareket edilmesi konusundaki ısrarlı tutumumuz, vd., gibi. O zaman da demiştik, şimdi yine yineliyoruz; siyasi kurumun adı, şahısların ismi önemli değil, ama bu perspektifi içselleştirmek, solun ortak ilk adımı için, kısa vadede gerekli şartmış gibi gözüküyor.
Demek ki, o gün bunu mümkün kılacak bir politik kültür yeterince gelişmemişti. Damdan bir kez daha düştükten sonra, bugün bunun bir karşılığı var mı, bilemiyorum. Nasrettin Hoca bile damdan bir defa düşenleri hicvetmişti, her dama çıkışında aşağıya atlayanlar, artık başkalarının ilgi ve uzmanlık alanına giriyor.
Genel olarak siyasette verimsiz bir ortam içindeysek, siyasetin toprağı kuraksa, çözüm üretmek de yine siyasetin işidir. Çiftçilikte verimsiz toprağa bakla ekilir. Bazen hemen de sonuç alınmaz. Örneğin, bambu 5 yıl durur, sonra 5 haftada 27 metre çıkar. Denizlerde de büyük enerji vardır, ama doğru düzgün kullanılamadığı için kıymeti bulunmaz.
Bir Japon generali, emekliliğinde köyünde öğretmenliğe başlayınca, nedenini soran gazetecilere, “benim hocam herhangi bir kişiydi; şimdiki çocukların hocası bir Japon generali olunca, ülkenin geleceği bambaşka olacak,” diyordu. Bizim de boşa harcayacak zamanımızın kalmadığı ortadadır.
Yukarıda ressamın dediği gibi, kendini öğütmeyen bir değirmen ihtiyacı ortada ve gelecek poyraza hazırlıklı olmamız gerekiyor. Von Gogh’un mektuplarına bir daha baktım, değirmencinin nerede olduğundan bahsetmemiş.
Başta Latin Amerika olmak üzere solun ve toplumsal muhalefet hareketlerinin nispi başarıları tabii ki sevindirici, ama oraları gösterip memleketteki solun durumunun sürekli kafamıza kakılmasının da yarattığı gerilimi takdir etmek gerekiyor. Yine de özgürlükçü sosyalizmin şu anda tayin edici bir durumda olmaması ile insan beyninin %10’unu kullanması arasında da bir ilişki kurulup rahatlanabilir.
“Özgürlükçü sosyalizm” gibi stratejik hedeflerimizle beraber taktiksel hedeflerimiz, yani kısa dönemde var olan gücümüzü ne yönde kullanacağımız, cari eylem planımızın ne olacağı konusu, önümüzdeki süreçte önem taşıyor. Yaklaşan seçimlere doğru, sosyalizmin o berbat otoriter biçimlerinin savunucularından kendimizi ayırmak için yaptığımız saptamalar, toplumsal sorunlara çözüm önerilerimizi içeren geçiş taleplerinde karşılığını bulmuyor.
Zaten toplumsal mücadelelerden bağımsız bir sosyalizm de yok. Söylediklerimiz ile yaptıklarımızın uygunluğu önem taşıyor. Tanrıya inanmanız için tanrının varlığı illaki şart değil, ama sosyalizm inancı, toplumsal mücadeleler içinde bir karşılığı olduğunda anlamlı, yoksa bazı sol dergilerde zaman zaman izlediğimiz kapalı devre solculukla, bir takım yalancı memelerden ibaret olan sözel solculukla sınırlı kalmaya mahkumuz. Yitirmek istemeyeceği bir toplumsal konuma sahip olan orta sınıf solcularının, bırakınız devrimciliği ya da sosyalistliğini, “nonconformist” bile olabilmeleri güç olabiliyor. İşçi sınıfı ya da emekçi halk buralardan bakıldığında, sadece “acıma nesnesi”nden ibaret gözükebiliyor. Steril bir emekçi tarifi üzerinden geliştirilen “arı” bir sosyalizm arayışının yarattığı hüsran, bu tür aydınları kendi güvenli mahfillerine mahkum ederek günlük siyasi mücadeleden de koparıyor.
Ne güzel özetlemiş George Orwell ’30’lu yıllarda, “Wigan İskelesi Yolu”nda, o sıkıcı kabilenin iç dünyasını: “kendine sosyalist diyen birçok kişi için devrim, katılmayı umdukları bir kitle hareketi değil; devrim ‘onların’ yani akıllı, becerikli olanların ‘ötekilere’ yani alt katmanlara dayatacağı bir dizi reform anlamına geliyor.” (s. 241)
Son genel seçimlerde alınan görüntü kayıtlarını yeniden gözden geçirdiğimde, hemen her yerde, “4.5 milyon kişinin asgari ücretle çalıştığını, 12 milyon işsiz bulunduğunu, aileleriyle birlikte 35 milyon kişinin sefalet sınırında olduğunu” anlatıp durarak, emek güçlerinin siyasi iktidarının önemini vurgulamışız. Ama bu temaya ilişkin temas noktalarının yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi konusunda yeterli çalışmanın olmaması, bu ilişkiyi diğer siyasi öznelerle neredeyse aynılaştırıyor.
ÖDP, 10. yılında program ve tüzüğünü güncelleştirme yoluna gidiyor. Dünyanın efendilerinin neo-liberal programı karşısında, aç, açık, muhtaç kimsenin kalmayacağı, sermayenin mantığından kopan bir sol seçenek ihtiyacını karşılamaya çalışıyor, emekçi ve yoksul kesimlerin taleplerine soldan bir yanıt üretmek kaygısı taşıyor.
Çehov, Plechtcheiev’e mektubunda,
“Ne liberal ne de muhafazakarım.. Benim azizlerimin azizi insan bedeni, sağlık, zeka, yetenek, esin, aşk ve en mutlak özgürlüktür. Hangi biçimlerde dile gelirse gelsin her türlü kaba güçten ve yalandan kurtulma: Büyük bir sanatçı olsaydım, programım bu olurdu,”
diyordu. Bugün bile artık bundan ötesi ne olabilir ki diyor insan.
Nasıl kendi adımızı kendimiz vermiyorsak, siyasette de kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, siyasi pratiğinizin sonuçları üzerinden adlandırılıyorsunuz. Her şeye rağmen, ÖDP’nin halesini de kapsayan bir ÖDP kültürünün oluştuğunu düşünüyorum. Bugün, gerek savaş karşıtı hareketin attığı adımlarda, gerek ise Kürt sorununa ilişkin inisyatiflerde aldığımız tutumun sağladığı güven ve inandırıcılık zemininin paha biçilmez bir önemi bulunuyor.
Bir arkadaşım üniversitede “kendinizi yeniden tasarlayınız?” ödevini verdiğinde, öğrencilerin yaşadığı sıkıntıları aktarmıştı. Hemen her zeminde en zor iş, tasarlayanın da kendini tasarlamasıdır. Solun kapsama alanını genişleterek kendini yeniden tasarlamasında, yaşadığımız 10 yıllık sürecin deneyimi ile pişen kadroların yaratıcı enerjilerinin önemli bir misyonu ve inisyatifi olacaktır.
Bu arada artık bir partimiz daha var; üyesi olduğumuz Avrupa Sol Partisi’nin (ASP) “Evet, biz Avrupa’yı değiştirebiliriz” şiarının politik izdüşümlerini örgütlemek ihtiyacının kendisinin son derece heyecan verici olduğu ortadadır. En azından sol içi kapalı devre tartışmalarının verdiği hazla yetinmek istemeyenlere önemli bir mücadele zemini sağlıyor.
Türkiye’de de sosyalistlerle, Marksizmle barışık sosyal demokratların, azami hedefler bir yana, asgari hedeflerde yanyana gelmesini sağlayacak bir iradenin inşası (ya da onların azamisi ile bizim asgarimizin kesiştiği optimumu değerlendirme) sürecinde, ÖDP de kendini pekala yeniden tasarlayabilir. Yeter ki suyu tutan sarnıç olma yerine, taştan fışkıran pınar olma iradesinin devrimciliğin abc’si olduğunun farkında olalım.