2005 Eylül’ünde Danimarka hükümeti ile oradaki Müslüman cemaati arasında başlayan karikatür krizi, Şubat 2006’da Filipinler’den Mağrip’e tüm İslam ülkelerinde milyonlarca insanın sokaklara döküldüğü, Batı/Avrupa ülkesi elçiliklerine hücum eden kalabalıkların güvenlik güçlerinin ateşiyle ancak durdurulabildiği, bu arada onlarca insanın öldüğü büyük kitlesel protesto gösterilerine, tepki patlamalarına dönüştü.
Nijerya gibi Müslüman ve Hıristiyan toplulukların eşit ağırlıkta ve gerilimli bir ilişkiyle yaşadığı ülkelerde cemaatler arası silahlı çatışmayı tetikleyen bu olaylarda yüzlerce kurban verildi.
Ve bütün bunlar olurken tüm dünyanın ve özel olarak İslam dünyasının gözünü diktiği işgal altındaki Irak’ta, Sünni ve Şii cemaatler arasındaki zaten pamuk ipliğine bağlı ilişkiyi tamamen koparabilecek, provokasyon olduğu besbelli olan Samara’daki Askeriyye Türbesi’nin bombayla tahribi olayı vuku buldu. Provokasyonu düzenleyenler hedeflerine hemen hemen varmış sayılabilir. Çünkü olayın akabinde adeta zincirleme olarak önce Şiiler, Sünni cemaatlere, camilere saldırdı, ardından Sünniler de harekete geçti ve bir haftada, henüz tam yatışmamış olan Merkez ve Güney Irak’taki olaylarda öldürülen insan sayısı bini aştı. Gerilim ve çatışma Irak’ın ötesinde de yankısını buldu ve örneğin Pakistan’da Şii-Sünni çatışmasında onlarca insan öldü.
Şu son yıllarda İslamiyetin, İslam sıfatıyla anılan ülke, toplum ve hareketlerin bir taraf olarak yer aldığı veya yerleştirildiği olay-durumların ele alınışı, giderek tamamen belirli bir yaklaşım tarzının egemenliği altında yapılır hale geldi. Yukarıda bahsedilen olaylar da bütün bir ay boyunca, bu egemen yaklaşımın sadece görünüşte zıt başlıca iki versiyonunun çeşitlemeleri içinde bol bol “değerlendirildiği”, analiz edildiği için; önce o ana yaklaşımın dikkate değer olduğuna inandığımız özellikleri, temel kabulleri üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü bunlar, yukarıda bahsedilen son derece ciddi olayların “gelişmeler”in bizce gayet düşündürücü, sorgulama ve acil “çözüm” gerektiren boyutlarının görülmesini engellemekte, “örtmekte”dir.
Sözünü ettiğimiz egemen yaklaşım tarzının ilk özelliği, “İslami” etiket konulmuş her olguyu, durumu, İslamiyetin bir taraf veya unsur olarak yer aldığı dünya ölçeğindeki bir çatışma, hegemonya mücadeleleri bağlamında “tanımlama”ya öncelik vermesidir. “İslamcı”lar, içinde yaşadıkları toplumun, ülke ve devletin onların rengine boyanarak sunulmasından şüphesiz hoşlanabilirler ve ayrıca o boyanın toplumu ve ülkeyi “güç mücadelesi” mantığının nesnel kıstasları, durum-ilişki değerlendirme kalıpları üzerine vurulmasını da normal sayabilirler.
Ama bu ele alış, olgu-durumların gerçek insani ve derin siyasi boyutunun tamamen gözardı edilmesi, kasıtlı olarak önemsizleştirilmesi demektir. Ve bu da istendiği kadar “uzlaşma”dan, ittifak veya hoşgörüden dem vurulsun, kapıldığı ve beslediği kimlik saplantıları ve -kaçınılmaz- çatışmaları ile giderek kaotikleşen “globalleşmekte” olan dünyamıza yegane soluk aldıracak ona bir aydınlık, çıkış-çözüm ufku açabilecek ufkun, ana damarın köreltilmesi anlamına gelir.
Söz konusu yaklaşımın birincisinin devamı/gereği olan ikinci özelliği, birer “entite” olarak tanımlandıklarında genel olarak İslamı ve onun yanına/karşısına konulan diğer “entite”leri -özel olarak “Batı/Kuzey” toplumları ve Hıristiyanlığı- aynı içerikte kategorize etmiyor oluşudur. Özetle ifade edilecek olursa; burada Batı/Hıristiyanlık “establishment”i ile (yani oturmuş/yerleşik kurum/kuruluşlarının, yönetici-elit tabakalarının kitleler düzeyini “temsil ettiği”, onlarla örtüştüğü ve onları denetim altında tuttuğu varsayımı ile) tanımlanırken; İslam -düşünüşü, ülkeleri, kültür, devlet ve hareketleri- ise tam aksine kitleleri üzerinden tarif edilmekte, establishment denilebilecek kesim/unsurları ise “kitleleri” ile örtüşme derecesi ölçüsünde kaale alınmaktadır. Nitekim tam da bu nedenle, İslam ülkelerinde -İran bir ölçüde hariç tutulursa- hiçbir devlet yönetiminin, yerleşik dinî kurum ve örgütlenmelerin sözcü-temsilcilerinin Batı/Hıristiyanlıkla çatışma söylem ve pratiğinden uzak duruyor olmaları, din-kültürler arası çatışma ihtimali/tezinin rafa kaldırılmasına yetmediği gibi, aksine körükleyici bir etmen sayılabiliyor.
Çünkü bu “resmî” düzey ve yapıların Batılı modellerinden şu veya bu ölçüde esinlenmiş veya onların etkisi altında şekillenmiş olmalarından hareketle İslam ve Batı arasındaki entitesel farkı-çatışma potansiyelini yansıtmadıkları sonucuna varılarak; o farklılık ve potansiyeli bir kültür, yaşam tarzı olarak içselleştirdiği varsayılan İslam(i) toplum/kitleler üzerinden bir tanım geliştirilebiliyor. Bunun “gerçekçi” bir yaklaşım olduğu iddiasının en geçerli kanıtı ise, özellikle 1980’lerden beri hemen tüm İslam ülkelerinde İslamcı akımların neredeyse tüm diğer akımları silecek, en azından marjinalliğe itecek ölçüde kitlesel bir yaygınlık kazanmaları ve -bununla orantılı değilse bile- giderek daha radikal bir anti-Batıcılığa kaymalarıdır.
Ancak dinî-etnik kimliklere sarılma, çeşitli biçimleriyle dindarlaşma sadece İslam toplumlarına ve genelde Güney ülkelerine has bir olgu-gelişme değildir. Postmodern çağın ve globalleşmenin şu ilk evresine özgü olan bu durum, Batı/Kuzey toplumlarında da -bu biçim ve derecede olmasa dahi- pekala geçerlidir. Ama, dikkat çektiğimiz nokta şudur ki; örneğin Batı/Kuzey’in zirvesindeki ABD’de Evanjelist tarikatların gözle görülür yayılma hızı, artan etkinliği Bush gibi “sofu”luğu ile de maruf Başkanların işbaşına gelmesi, Batı’nın rasyonalizm, demokrasi, özgürlükler ve hoşgörü kavramları ile örülmüş tanımına dahil edilmesi gereken bir olgu olarak görülmezken; genelde Doğu ve özel olarak Ön-Orta Asya ve Mağrip ülkelerini ifade eden Doğu/Doğulu tanımı, “establishment”in Batı gibi olma gayretlerine, uyarlanma çabalarına, kimi ülkelerde toplumun önemli bir kısmının da bu yönde talep ve desteklerine rağmen, Yeni-Yakın çağın o karanlık, atıl ve şiddete teşne İslamiyet-din tanımının çizgilerinden bir türlü arındırılamıyor.
Tekrar etme pahasına toparlarsak; günümüzün dünya durumuna veya Ortadoğu-Orta Asya-Mağrip odaklı gelişmelerine ilişkin yorum ve analizlere egemen olan yaklaşım tarzında, “taraf olma” pozisyonu ne olursa olsun Batı/Kuzey ve “Doğu” kavramları ile konuşanların ezici çoğunluğu, o durum ve gelişmeleri “din-kültür/uygarlıklar mücadelesi ya da uzlaşması” tezlerinden hangisini benimsiyor olursa olsunlar; Batı kavramını devletler ve büyük şirketler ekseninde bir “establishment” üzerinden içeriklendirirken, “Doğu”ya verilen içerik ya kitleler üzerinden yapılmakta ya da kitlelerin davranışları ve hareketleri ile örtüşme derecesi ile doğruluk-geçerlilik testine tâbi tutulmaktadır.
Dolayısıyla bugün örneğin “karikatür krizi” bağlamında Doğu/Batı ilişkilerinin durumuna ilişkin tesbit ve yargılara varılırken, kimsenin İslam ülkelerindeki devlet yöneticilerinin, ulema da dahil establishmentin hep bir ağızdan yaptığı “itidal” çağrılarını, yönetimlerin gösterileri “gereğinde” şiddetle bastırmış olmalarını fazla dikkate alıp; bu olayda bir kez daha açığa çıkan İslamcı kitle ve kitlesel hareketlerdeki Batı’ya tepki potansiyelinin pek de büyütülecek, endişe edilecek çap ve derinlikte olmadığı sonucuna vardığı söylenemez. Aksine bu olay arada büyük bir uçurumun olduğuna dair abartılı söylemi çok ciddi ölçüde beslemiş ve en iyimser “uzlaşma” tezlerini bile karamsarlığa itmiş olmalıdır. O krizle eşanlı yaşanan Irak’taki provokasyonun büyük ölçüde “tutması”, Şii ve Sünni cemaatler arasındaki -öncekileri aşan- çapta bir şiddet ve öfke yüklü çatışmaların -cemaat önderlerinin gayretlerine rağmen- hâlâ bile yatışmamış olması da bu havayı herhalde katmerlemiştir.
O halde; bir ara sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; özellikle ortada Filistin ve Irak gibi kanayan ve artık akutlaşmış sayabileceğimiz sorun başlıkları varken, en azından orta vadede, en azından Ortadoğu-Mağrip ülkelerinde, Pakistan ve Endonezya’da da kitleler ve kitlesel hareketler, bu ülke ve toplumların dünyanın gidişatına katkı ve etkisinin esas aktörleri olacak, sayılacaklardır. Dolayısıyla bu katkı/etkinin niteliğini de onlar belirleyeceklerdir. Bu nedenle de eğer o katkı/etkinin nasıl olması gerektiğini söyleyen birinin inandırıcılık-geçerliliği, bu önerinin kitlelerin tutum ve davranışlarıyla örtüşme derecesi ile veya o tutum ve davranışları değiştirebilme kapasitesi ile ölçülebilir.
Bu noktada artık esas konumuz üzerinde konuşmaya başlayabiliriz.
Mağrip’ten Filipinler’e tüm İslam dünyasında yüzbinlerce insan sokaklara dökülürken ve o ülkelerin İslamcı ya da “laik” etiketli medyası tarafından bu protestolar esasta gayet meşru ve yerinde sayılırken, gerekçe buna neden olan karikatürlerin İslamiyeti, onun peygamberini ve İslam toplumlarını aşağılamak, onlara hakaret amacı ile işlenmiş bir fiil olduğu idi. Ancak, İslamiyetin genelde resim konusundaki “hassasiyet”ini, hele peygamberin resminin kesin yasak olduğunu, hele karikatürünün yapılmasının o hassasiyeti fazlasıyla zorlayacağını bilen, bir olgu olarak kabul eden biri bile, o karikatürlerin bu denli ölçüsüz, yaygın ve derin bir aşağılama-hakaret algısı türettirebileceğini herhalde tahmin edemezdi. Bu durumu kıyas yoluyla anlamaya çalışacak biri, örneğin İsa’nın doğuşu ile ilgili Hıristiyanlığın en temel dogmalarından birinin karikatürize edilmesi halinde Hıristiyan kitlelerin nasıl tepki verdiği, ne ölçüde bir hakaret-aşağılanma hissi duyabildiklerini gözönüne getirmeye çalıştığında bile, ortada İslamiyetle bile değil, İslam toplumlarının çağdaş durum ve psikolojisi özelinde cevabı verilebilir olan bir “hakaret-aşağılama hissi” aşırılığı, fazlalığı olduğunu teslim edecektir.
Söz konusu karikatürleri ayıplayan, bundan ötürü resmen özür dileyen çevreler bu “aşırı”lığın nedenini ve köklerini pekala “anlamakta”, bilmekte ama bunu kendileri açısından “geriye” bir adım sayılabilecek bir davranışa tahvil etmeyi -örneğin o tür karikatürlere cezai müeyyide uygulamayı- kesinlikle reddetmekte; aksine bu talep karşısında söz konusu “aşırı”lığın alanı ile aralarındaki “mesafe”yi her açıdan ve her anlamda açma eğilimleri daha da güçlenmektedir.
Bu şüphesiz “karikatür olayı” ile başlayan bir tutum değildir. O olay elbette ki çok önceden beri görünür hale gelmiş o eğilimi hızlandırıcı, tetikleyici bir etki yapmış ve yapacaktır da. Batı toplumlarında 1980-1990’larda tepe noktasına varan “çok kültürlülük” politikalarından peyderpey vazgeçişlerin şu son yıllarda hızlanması ve yaygınlaşması bunun kanıtıdır.
Fakat asıl sorun “onların” ne yaptıkları değil, burada, “Mağrip’ten Endonezya’ya bu coğrafyada özellikle İslami sıfatlı akımların ana mecrasında aynı olaylar karşısında ve bu aşırı bir hakaret-aşağıla(n)ma algısına sahip olma, bunun tezahürleri konusunda nasıl bir tutum alındığıdır. Bu sorunun cevabını verirken, söz konusu aşağılanma hissinin, sadece “Batı”lılar tarafından yapılmış bir “kutsal’a/tabuya saygısızlık” hadisesinde değil, onlarla ilişkide olunulan, kıyas yapılan hemen her alanda hissedildiği için, kendi -Doğulu, Müslüman,Türk-kimlik algılarımızın içine kadar sızabilmiş, orada kabullenilmiş bir yara gibi işleyen bir duygu olduğunu gözönünde tutmak gerekiyor.
Sadece İslamî, hareketler değil, sözü edilen bu coğrafya(mız) da, aynı aşağılanma hissini, Batı karşısındaki durumunu, onunla ilişki hallerini bir biçimde sorunlaştıran, sıfatı ne olursa olsun tüm akımlar, o hissi ve bu durum ve ilişkiden türeyen tepki potansiyelini gerçek anlamda yapıcı/yaratıcı bir enerjiye dönüştüremediler. Bu coğrafya, yüzyılı aşkındır kimi dönemlerde milliyetçi, kimi devirlerde sosyalist, son on yıllarda da İslamcı söylemlerin içeriklendirdiği bir “anti-emperyalizm” perspektifi ile, o tepki potansiyelini doğal, içgüdüsel “mekanizma”ları harekete geçirerek, onların doğrultusunda kullanmaktan başka bir şey yapmadılar. Bu “anti-emperyalizm”ler adına önerilen eylem, program ve stratejiler, ne denli bir hamaset ve maneviyat söylemiyle sarmalanmış olursa olsun, son analizde, doğal varlığın ve sürünün ihtiyaçlarını -sorunlarını- fiziki gücü üzerinden “kavrayan” ve çözmeye çalışan mantığının dışına çıkabilmiş değillerdi. O nedenle de bütün bir yüzyıl boyunca yapılmış tüm anti-emperyalist/anti-Batı mücadele çağrıları, Batı’yla “emperyalizmle” karşılaşmanın bütün alanlarında o “aşağılanma” hissini geride bıraktıracak “performans”larıyla evrilmiş insanlar ve toplumlar haline gelebilmenin “insana has” yeti ve ihtiyaçlara seslenen dili yerine; o doğallığa özgü, güç ve tehlikeden kurtulma refleksine seslenen bir fiziki mücadele, savaş dilinin çeşitli versiyonlarıydı.
Özel tarihsel-coğrafi konumu -Rusya’yla SSCB ile sınırda olma- nedeniyle Türkiye’de, Türk milliyetçiliğinin sosyalizme düşmanlık üzerinden de şekillenmiş, içeriklenmiş olması istisna tutulursa, sözünü ettiğimiz coğrafyanın genelinde milliyetçilikleri de absorbe ederek ortaya çıkmış sosyalist sıfatlı akımlar, modernite kökenli oldukları için; Batı-emperyalizminin askerî, siyasi baskı, işgal ve tahakkümünün, onun asıl gücünü oluşturan sosyo-ekonomik-kültürel... yapılanmasının türevi olduğunu görmeye ve dolayısıyla da “anti-emperyalizmi” insani-toplumsal hayatın tüm alanlarını içeren bir alternatif etkinlik düzeyi oluşturma olarak ele alacak bir düşünce-eylem perspektifine yatkındılar ve bu yönde de uğraşabilmişlerdi.
Bu perspektif ve uğraşın -nedenlerini burada ele alamayacağımız- başarısızlığı, tıkanması sonucu, onun yerini alan İslamî anti-emperyalizm o alternatif oluşturma boyutunu tamamen red ve terk etme üzerine kurguludur. Batı-emperyalizmin temsil ettiği doğal ihtiyaçların -beslenme, barınma, giyinme, güç ve güvenlik- aşırı tatminini mümkün kıldığı gibi -bu sonucu da verebilecek biçimde- insanın -ona özgü- bilme, yapma, icat etme, anlam üretme yeti ve ihtiyacını da harekete geçiren, geliştiren hayat tarzına bu boyutları ile alternatif olacak daha “yetkin” bir insani-toplumsal varoluş durumu oluşturmanın imkansızlığını kabullenme kahrının öfkesinden beslenen çağdaş İslamî -anti emperyalist- reaksiyon, bu umutsuz aczini kökenlerine sert bir dönüş yaparak, içinde ilk kez şekillendiği pre-modern hayat tarzının biçim ve kalıplarını kutsallaştırarak, bunun verebildiği manevi doyumla örtmeyi ve telafi etmeyi seçmiştir. Emperyalizme karşı mücadelesinin yaşam tarzı toplumsal-insani durum ve düzen boyutu, minimalize edildiği ölçüde kutsallaştırılan bu varoluş biçimini sahip olunan alanda müdahale, etkileme -sızma- olmaksızın sürdürebilmeye indirgenmiştir.
Bu içe, kökene kapanışın kendi belirli “yaşam alanı”nı ihlal eden canlıları ölümcül bir tehdit olarak algılayan doğal korunma refleksinin pür şiddetini kuşanması da kaçınılmazdır. Radikal İslamî -anti-emperyalist- hareketlerin mücadele araç ve yöntemleri bu açıdan bakıldığında “anlaşılabilir”dir ancak.
Çünkü, başka türlü, alçakça bir işgalin pençesine düşmüş Irak’ta, her ikisi de işgalci güce direnen ve direnmekte olan Sünni ve Şii cemaatlerin, işgal kuvvetlerine karşı ayrı ayrı yürüttükleri mücadelede verdikleri kurbanların daha fazlasını bibirlerine karşı mücadelede vermelerini açıklayabilmek mümkün değildir.
İslami anti emperyalizmin yukarıda özetlenen algı ve düşünüş biçimini en katıksız temsil ettikleri için cemaatleri içinde sayılarının ötesinde nüfuzlu olan Sünni ve Şii radikal akımların bu düşünüş tarzı içinde Amerikan işgal kuvvetleri de, Sünniler veya Kürtler de yani “başka” olan her toplumsal birim, sözde ne denirse densin, algının özünde aynı derecede “düşman” ve öteki olarak addedilir. Tıpkı bir canlının kendi
-olması gereken- “hayat alanı”na giren rakip her canlıyı aralarında ayrım yapmaksızın tehdit/tehlike sayması gibi. Bundan dolayıdır ki, asırlardır Sünni cemaatin de kutsallığını, dokunulmazlığını benimsediği Samara’daki Askeriyye Türbe/Camisi’nin bombayla tahribinin provokasyondan başka bir amacı olamayacağı besbelli iken, cemaatler tıpkı bir canlının korunma refleksini harekete geçiren her olaya düşünüp tartmadan içgüdüsel olarak tepki vermesi, hamle yapması gibi, birbirleri üzerine boşanıverdiler. Radikal akımlarla mesafeli cemaat önderlerinin itidal çağrıları, provokasyonun işgal güçleri tarafından tertiplendiğini ilan etmeleri etkisini gösterinceye kadar bini aşkın insan ölmüş, onlarca cami yıkılmış, saldırıya uğramış, binlerce insan Sünni-Şii karışık yaşayan köyleri alelacele terk ederek cemaatlerinin mutlak çoğunluk olduğu yörelere göç etmişti bile.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, geçmişi İslamiyetin ilk yıllarına kadar dayanan Sünni-Şii ayrımının, aradan on dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ her vesileyle o ilk zamanların temalarıyla konuşulabiliyor olması, her yeni olayın, olgunun o dönemin referanslarıyla, kıyasla niteleniyor oluşu ve aradaki gerilimin ve çatışmanın o zamankinden daha şiddetli, yaygın ve keskin tezahürünün asli nedeni ve kaynağı anti-emperyalizmini hayat tarzını kökene yeniden dönüş kurgusuna gömülerek dillendiren ve “yaşayan” İslami radikalizmin bu özelliğidir. Ve bu özelliği, “öz”ü nedeniyle İslami -anti-emperyalist- radikalizmin, değil İslam dünyasının emperyalizme karşı birliğini, Irak’ın ve hatta içinden doğduğu cemaatin birliğini sağlaması imkansızdır. Zafer denilebilecek bir sonuca varması ise söz konusu bile değildir.
Cemaatlerine ve etnik bileşenlerine bölünmüş bir Irak, ne yazık ki en azından şu önümüzdeki 5-10 yıl boyunca, hiçbir gelişmenin kalıcı olamayacağı, her ihtimale gebe gayet kanlı bir kaostan geçecek gibi görünmektir. Kutsal ve hamasi söylemlerin sadece doğal korunma reflekslerinin şiddetle tezahürlerine meşruluk örtüsü teşkil edeceği böylesi bir sürecin evrensel uygarlığımızın ilk filizlendiği bu topraklarda yaşanacak olması, tüm trajikliğine rağmen belki de tüm insanlığın geleceği için bir dönüm noktası işareti midir?
Bilemeyiz şimdilik ama, eğer böyle bir “kurtuluş” işareti olacak, bunun bilincine varılacak ise; o bilinç ve onun işaret edeceği hedef, bu kaos sürecini sadece Irak’a ve Ortadoğu’ya değil, “kendisi” dışındaki tüm dünyaya yaşatmaktan geri durmayacak gözüken ABD’yi ve güdümündeki Batı’yı da mutlaka içermek zorundadır. 1990’lardan beri “Yeni Dünya Düzeni” sloganıyla aslında “Cangıl Yasası”nın egemen olacağı bir düzensizlik-kaos sürecini istediği, tetiklediği onca söylenen ABD’yi bile kendi emperyalizminin suçlusundan ziyade kurbanı sayacak kadar yüce-derin bir bilinç olmalıdır bu.