Bilindiği gibi, 1 Mayıs 2008’de İstanbul’da olumsuz herhangi bir şey yaşanmadı! Sabahın erken bir saatinde, konfederasyon binası önünde, üst üste yoğun biber gazı, cop ve boyalı tazyikli su eşliğinde saldırıya uğrayanlar, bu muameleye müstahaktılar; parti binası önünde toplanmış kalabalık da.
Yere düşmüş insanlar veya bir kenarda toplanmış gruplar da, kamu düzenine karşı bir tehdit oluştukları için, resmî güç kullanımı nesneleri olmak zorundaydılar. 1 Mayıs günü polis devleti İstanbul’da çalışma yapmaktaydı ve inşaat çalışmalarında olduğu gibi, bu tür çalışmaların da etrafa biraz rahatsızlık vermesi kaçınılmazdı. Vali ve emniyet müdürü bir şeyi unutmuşlardı. Modern kurumsal iletişim gereklerine uyup, polislerin sırtına, tazyikli su araçlarının yanlarına, “Çalışmamız nedeniyle verdiğimiz rahatsızlıktan özür dileriz” yazısını koymayı akıl edememişlerdi. Belki gelecek yıl unutmazlar.
1 Mayıs günü İstanbul’da sergilenen manzara, Türkiye’de devlet-toplum ilişkisi açısından yeni bir olgu değildi. Nevruz kutlamalarının hafta sonu yapılmasına izin verilmeyen bir iki ilde sergilenen fütursuz devlet şiddetinin üzerinden bir ay geçmişti. Bu şiddet AKP hükümetinin polisine de özgü değildi. Ama zaten galiba sorun tam da burada. Bu şiddet AKP hükümetine özgü değildi, ama AKP hükümetinden de eksik değildi. Ne biraz az ne de çok fazla, İstanbul Emniyet Müdürü’ne, “olumsuz herhangi bir şey yaşanmadı” dedirtecek kıvamdaydı. AKP’li bakanların ve Başbakan’ın daha sonra ısrarla şiddetin olağanlığını savunmaları ve bu şiddetin mazur görülmesi için sıraladıkları gerekler de, Türk devlet adamı prototipine uygundu.
Türkiye’de devlet olmak demek, ihsan etme yetkisini kullanmak demektir. Kimine imar planı değişmiş arazi ihsan edilir, kimine kamu ihalesi, kimine de anma günü. Paldır küldür resmî anma günü ilan edilen 1 Mayıs gibi, Nevruz da birkaç yıl önce resmî anma günü olmuştu. Bir günün resmî anma günü ilan edilmesi, onun devlet protokolü dahilinde, devletin izin verdiği ve düzenlediği biçimde “kutlanması” demektir. Nevruz kutlamalarında olduğu gibi, valiliğin izin verdiği kutlamalarda, vali ve milletvekilleri birlikte halay çekerler. Devlet protokolü içinde o günü kutlamayı reddedenlerin düzenlediği kutlamalarda ise, emniyet güçleri DTP il başkanlarına, milletvekillerine ve toplanan halka karşı fütursuz bir şiddet kullanır. Kendilerine tatilsiz anma günü ihsan edilen emekçiler de, hadlerini bilmeli, gösterilen yerde toplanıp, gereğinde mülki erkanla halay çekmeli, büyüklerine saygı içinde bayramını kutlamalıdır. Hak-İş’in Ankara’da 1 Mayıs’ı kutladığı gibi...
1 Mayıs 2008’de resmî tören Ankara’da Hak-İş’in düzenlediği Emek ve Dayanışma Günü kutlamalarıydı. AKP’li milletvekileri ile Hak-İş’in topladığı emekçiler kucaklaştılar, birlikte halay çektiler. Resmî 1 Mayıs kutlamaları, olması gerektiği gibi yapıldı. Devletin gösterdiği yerde ve zamanda, devlete şükran duyguları içinde... Emekçilerin özerk örgütlenmesinin, işverenle olduğu gibi, hükümetle de mesafeli bir diyaloğun emek hareketleri için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu savunanlar ise, ceberrut devletin güvenlik güçlerinin gaz, cop ve su gösterisini izlemeye mahkumdular.
1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşananların bir numaralı sorumlusu olan başbakan, partisinin grup toplantısında yaptığı ve önemli bir bölümünü 1 Mayıs savunmasına ayırdığı konuşmasında, DİSK’i çatışma kültürünü korumakla suçladı. Aslında İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılmasına karşı sadece tepkili olmadığını, tepkisinin DİSK’e, KESK’e ve Türk-İş Genel Merkezi’nin icazetli sendikacılık pratiklerini terk etmeye başlayan sendikalara olduğunu bu konuşmada çok açık biçimde dile getirdi. Bu sendikaları, Soğuk Savaş zamanından kalma çatışmacı sendikacılık yapmakla suçluyordu Tayyip Erdoğan. Konuşmasındaki bir dizi tarihsel yanlışın yanında, bu yanlış kendisinin ve bu konuşmayı yazanlar/hazırlayanların toplumsal hareketler tarihi konusundaki vahim ve derin cehaletini de gözler önüne seriyordu.
Sendikacılık ortaya çıktığı tarihlerden beri, esas olarak çatışma üzerine kurulu olagelmiştir. Şikago’da 1884’te yaşanan hangi kanlı çatışmalardan sonra, 1889’da, II. Enternasyonal’in kuruluş toplantısında, “emekçi sınıfların günlük yasal çalışma süresinin sekiz saate indirilmesini kamu yöneticilerinden talep edebilmeleri için, bütün ülkelerde ve bütün kentlerde, her yıl 1 Mayıs’ta büyük bir enternasyonal yürüyüş düzenlenmesi” kararı alındığını AKP yöneticilerinin kulağına birilerinin fısıldaması gerekiyor. Dünya sendika tarihi, çatışma ile müzakerenin nasıl birbirini tamamladığını, işveren sınıfının zaman zaman polis ve jandarma şiddetini de yanına alarak, sınıf şiddetini nasıl uygulandığının örnekleriyle doludur. Sendikalar, ne çatışmayı mutlaklaştırıp, yücelterek, ne de uzlaşmayı kutsayarak, emekçilerin maddi hakları için olduğu kadar, insan olarak saygı görme hakkının da mücadelesini verdiler. Bu mücadele, emekçiyi kapısında “ekmek yedirilen” zavallı konumundan çıkarma mücadelesiydi. Sadece ekmek talep etmek için değil, eşit olarak tanınmak, maruz kaldığı sınıf kibirini yıkmak, egemen güce karşı aykırı bir doğruyu dile getirmek için de emekçiler sendikalarda toplandılar. Kendisinin de işçi ve hatta sendikacı olduğunu hatırlatmaktan geri kalmayan Tayyip Erdoğan’ın bildiği, tanıdığı, Türkiye’deki egemen korporatist sendikacılık anlayışını kat be kat aşan bir sınıf sendikacılığı pratiğinin tarihi, Soğuk Savaşla başlamadı. Ne de Soğuk Savaş’ın bitmesiyle tarihe karıştı.
Buna karşılık bazı ülkelerde tarihe karışan ama Türkiye’de tarihe bir türlü karışmayan dikkat çekici bir başka davranış, 1 Mayıs’ta emniyet güçlerinin esas olarak ideolojik bir öfke sergilemeleriydi. Yıllardır milliyetçi-mukaddesatçı ideolojik bombardımana tabi olarak seçilmiş ve yetiştirilmiş bir zümrenin, ona öğretilen “şeytanları”, komünistleri, anarşistleri, dinsizleri, bölücüleri, vatan hainlerini karşısında görünce duyduğu öfke boşalmasıydı bu. Başbakanın öfkesi ise, mağduriyet söylemi içinde gizlenen hakim sınıf olma emelinin akla nasıl üstün çıkabildiğini gösteriyordu. Tayyip Erdoğan’ın Taksim’de emekçilerin gösteri yapmalarına izin vermemesinin esas nedeninin, güvenlik ve benzeri endişeler değil, bunun hükümetin sosyal politikalarına karşı büyük bir yürüyüş olması riski olduğunu 6 Mayıs konuşması açık biçimde ele verdi. Bu gösteri Kadıköy’de veya Çağlayan’da yapılsa da AKP’nin sosyal ve iktisadi politikaları eleştirilecekti ama olağan bir meydan toplantısında bu yapılmış olacaktı. Buna karşılık Taksim, bir ilk olacağı için, herkesin çok daha fazla dikkatinin üzerinde olacağı, dolayısıyla eleştirel sesin çok daha fazla yankı bulma riskinin olduğu bir yürüyüş olacaktı. AKP destekçisi kalemler 1 Mayıs’ta Taksim ısrarını, darbeci ve komplocu güçlerin dümen suyuna giren bir “provokasyon” olma suçlamasıyla, daha açık biçimde dile getirdiler. Söz konusu olan AKP’yi savunmak olunca, gerisi teferruat addedilebilirdi. Emekçilerden, demokratlardan talep edilen, AKP’nin içinde bulunduğu istisnai ağır şartları dikkate alarak, ona anlayışla yaklaşmalarıydı. Hücrelerinde duyduğu sol alerjisini ironiyle örtmeye çalışan, genç ve modern muhafazakarlığın sivil kalemleri, bu munis ve anlayışlı davranışı sergilemeyenlerin Kemalist, darbeci, otoriter özlerini yüzlerine vurmak fırsatını kaçırmadılar. AKP’nin iğreti demokratlığını, hoyrat liberalizmini, sermayenin çıkarlarını her şeyden üstün tutma reflekslerini teşhir edip eleştirenler, 1 Mayıs’ta resmî kutlama değil sivil kutlama düzenlemek isteyenler ancak darbe yanlısı olabilirlerdi.
Daha önce değil de, neden iki yıl önce Taksim akla geldi sorusu, soruyu soranın ya cehaletini ele veriyordu ya da riyakarlığını. Sendikalar yıllardan beri 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama girişimlerinde bulunuyorlardı. 2007’de, 1977’nin 30. yılında, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama çağrısını yapmak için DİSK 27 Nisan muhtırasını beklememişti. 27 Nisan muhtırası verildi diye, bu çağrıyı iptal etmek için bir neden de yoktu. Geçen yıl Taksim’de kutlamalara izin vermeyen zihniyet, bu yıl bunun daha da ısrarlı biçimde gündeme gelmesine yol açtı. Gelecek yıl sendikaların, hükümette kim olursa olsun, Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlama konusunda çok daha fazla ısrarcı olacaklarını tahmin etmek bir kehanet olmayacak.
1 Mayıs’ta İstanbul’da DİSK ve KESK’in yanında toplananların arasında, bu mitingi AKP’nin yargı yoluyla kapatılması ve yeni bir 28 Şubat yöntemiyle milletvekillerinin hükümet edemez hale gelmesini destekleyecek bir girişim olarak görenler elbette vardı. Yargının vurmaya hazırlandığı AKP’ye sokağın da karşı çıktığını göstermek, 27 Nisan muhtırası sonrasında hızlanan Cumhuriyet mitinglerinin yeni bir versiyonunu devreye sokmak istiyorlardı. Bu da Türkiye toplumsal tarihinin bir makus talihidir. Türkiye’de kendini solda görüp, 27 Mayıs darbesini hâlâ koşulsuz savunan, 12 Mart darbesini ilk günlerde alkışlayan, 28 Şubat sonrasında brifing almak için kuyruklara giren, 27 Nisan muhtırasının ertesinde sevinen geniş bir kesim vardır. Bu kesim, demokrasiyi bir toplumsal varoluş ilkesi olarak değil, işine geldiğinde kullanılacak bir araç olarak gördüğü içindir ki, AKP’nin kapatılacak olmasından herhangi bir rahatsızlık duymaz. Bu kesimin içinde kendini devrimci olarak göreni, AKP’nin tasfiye edilmesini, 12 Mart’ta AP’nin başına geldiği gibi, “egemen sınıf partisinin başka bir egemen sınıf kliği tarafından saf dışı edilmeye çalışması” olarak görür. Özellikle sevinmese bile omuz silker. Böyle bir gelişmenin, bir türlü seçim alanında kazanamadığı başarıyı sağlayacak bir boşluk yaratacağını uman diğerleri ise, laikliğe karşı eylemlerin odağı olma suçlamasıyla hakkında kapatma davası açılmış bir AKP’nin yasakladığı bir 1 Mayıs yürüyüşünde boy göstermeyi, aradığı ucuz sosyal meşruiyet için bir fırsat olarak görür. Bu Türkiye solunun demokrasi özürlü yüzüdür.
Buna rağmen, demokrasi özürlü solun ve fırsat avcılarının boy göstermesine vesile olan, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP yönetimidir. Bu nedenle, kibir ve iktidar hoyratlığının neden olduğu yasaklama inadının, yargı darbesine sıcak bakanlara bir sosyal meşruiyet fırsatı vermiş olmasını teşhir etmekle avunmak yerine, bu fırsatı Tayyip Erdoğan’ın yaratmış olmasının nedenleri üzerine kafa yormak daha önemlidir. İktidar partisi çevrelerinden gelen bilgi kırıntıları, bazı emniyet görevlileri ve bu konuda sorumlu bakanların izin verilmesi yönündeki tavsiyelerine rağmen, Erdoğan’ın izin vermeyi reddetmekte direndiğine işaret ediyor.
Tuncay Özkan televizyonunun birdenbire 1 Mayısçı ve DİSK yanlısı kesilmesi, CHP milletvekillerinin DİSK yöneticilerinin yanında olmaları, ulusalcı sol hareketlerin 1 Mayıs’ı gericilik-ilericilik eksenine oturtmak üzere hazırlanmaları...Bütün bunlar, içinde bulunduğumuz ortamda, izinli veya izinsiz her türlü 1 Mayıs gösterisinde yer alacak manzaralardır. Ama herkes bilir ki, bir kitlesel mitingde bunlar da olur, bir de böyle bir mitingin ana gövdesi, ana sloganları olur. İşte AKP hükümetinin yasağı, bu sendikal ana gövdenin kendini ifade etmesini engellemekten başka bir şey yapmadı. Diğerleri için ise yasak ve dayakla amaç zaten hasıl olmuştu.
1 Mayıs yürüyüşünün Taksim’den geçmesine izin verilmiş olduğunu farz edelim. Böyle bir izin verildi diye o yürüyüşte herhalde AKP alkışlanmayacaktı. Buna karşılık, “kendine demokrat” bir AKP tavrının teşhiri yerine, hükümetin sosyal politikalarına, iktisat politikalarına karşı tepkilerin dile getirildiği bir yürüyüş olacaktı. Emekçilerin sosyal güvenlik, işsizlik, giderek belirginleşen iktisadi tıkanma, hoyrat çevre kullanımı, kadının sosyal konumu konularındaki endişelerinin sergilendiği, bunların kamuoyuna açıklandığı, hükümete ve muhalefet partilerine iletildiği bir yürüyüş olacaktı. İstanbul valisi ve AKP il başkanı ile birlikte sendika yöneticileri halay çekmeyeceklerdi. Tayyip Erdoğan onu isterse yandaş sendika liderleriyle çekebilir. AKP yönetimi elbette yuhalanacaktı. Ama laik-dindar kutuplaşmasının ötesinde, AKP’yi sermaye sınıfı yanlısı özelliğiyle teşhir eden bir emekçi muhalefeti kimliğiyle bu eleştiriler dile getirilecekti. Yeniden oluşmaya başlayan bir sınıf kimliğinin talepleri ve eleştirilerinin ön plana çıkması kuvvetli bir ihtimaldi. Sendikalar, Taksim’i 1 Mayıs yürüyüşüne açmış bir AKP’nin karşısına, bir yaşam tarzı savunucusu sivil toplum örgütü olarak değil, esas olarak emek-sermaye çatışmasında taraf olan örgütler olarak çıkacaklardı. İşte o zaman, sınıf bilincinin yerine artık bütünüyle kimlik bilincini koymuş solcular ve laikçiliği siyasal alanın yegane belirleyici tavrı olarak dayatmaya çalışan modernist otoritarizm sempatizanları değil, sosyal haklar talep eden, emek dünyasının sorunlarını dile getiren emek hareketlerinin sesi daha gür çıkacaktı. Ne var ki AKP kurmayları da, son tahlilde, kendilerine karşı böyle bir sesin yükselmesi yerine, laiklik-dindarlık, dışa kapanma-küreselleşmeye teslim olma ikilemleri içine hapsolmuş bir alanda siyasetlerini sürdürmeyi tercih ediyorlardı ki, 1 Mayıs’ın başka bir toplumsal dönüşüme milat olma ihtimalini gazla boğdular.
1 Mayıs’ta polis devleti Taksim meydanını düşman saldırısına karşı başarıyla savundu. Bu mücadeleden, polis dışında başka galip veya kazançlı çıkan da olmadı. Ne AKP, ne DİSK ne de KESK, karşı cephelerde yer alıyor olsalar da, 1 Mayıs’ta zafer elde ettiler. Hükümetin başının, 1 Mayıs öncesinde tansiyonu son derece geren ayak-baş benzetmesini, hükümetin bakanlarının devlet otoritesini mutlaklaştıran meydan okumalarını ve zincirlerinden boşanan şiddeti, bugün hiçbir AKP’li kendi başarı hanesine yazamıyor. 1 Mayıs’ı Emek ve Dayanışma Günü olarak alelacele ilan etmiş olmanın bile bir anlamı kalmadı, çünkü bunun samimi bir inançtan değil, bir oportünist tavırdan kaynaklandığı kanaati ağır basıyor.
Hak-İş’in giderek, 1950’lerin Türk-İş’i olma yolunda ilerlediğini biliyoruz. Bunun yanında Türk-İş’in de 1 Mayıs’tan yara almadan çıktığı söylenemez. Özel sektörde sendikal mücadele veren ve bu zor şartlarda üye sayısını arttırmayı ve sendikal mücadeleyi genişletmeyi başaran Türk-İş üyesi sendikaların Türk-İş’in merkez güçlerinden ayrı davranmaları, bu cephenin bazı önemli gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. DİSK ve KESK’e gelince, onların da sendikal güçsüzlüğü ve çaresizliği sergilemekten daha öteye gidememiş olmalarını, herhalde başarı hanelerine yazmak mümkün değil. Hükümetle böyle bir restleşmeye giden bir konfederasyonun, bir yıl önceki deneyimlerin ışığında, 1 Mayıs mitingine sadece çağrı yapmakla yetinmesi, mitingin kaba kuvvetle engellenmesi ihtimaline karşı hiçbir önlem almamış olması, detay diyerek geçiştirilecek bir durum değildir. Giderek postmodern sivil toplum örgütü görünümü alan DİSK, sadece mitinge çağrı yapmakla yetinemez. Kitle tabanı olmayan sivil toplum örgütlerinin, toplantı ve gösteri düzenlerken buna çağrı yapmakla yetinmesi eşyanın tabiatına uygun bir davranıştır. Ama bir işçi konfederasyonu, kitle tabanı ve düzenli bir örgütlenmesi olduğu için bu sıfatı taşıyan bir örgüttür. Ve tam da bu nedenle, bir kitle gösterisi çağrısını yaparken, bunun hedeflerini, örgütlenmesini ve bunlar karşısında kendi gücünü gerçekçi biçimde değerlendirerek yapmak zorundadır. İşçi konfederasyonu sıfatını taşımakla, kitlesiz sivil toplum örgütü veya folklorik siyasal parti konumunda olmak arasında yatan önemli farklardan biridir bu. DİSK bu gerçekçi güç değerlendirmesini yapmadığı zaman, Tayyip Erdoğan’ın 6 Mayıs konuşmasındaki aşağılayıcı ifadelerin muhatabı olmaya zemin hazırlamış olur.
Bir işçi konfederasyonuna yönelik, geçmişte MESS işverenlerinin sözlerini hatırlatan bu ifadeler, Tayyip Erdoğan’ın Türk muhafazakar geleneğinin tüm özelliklerini eksiksiz bünyesinde barındırdığını bir yandan tüm çiğliği ile gözler önüne sererken, öğreticidir elbette. Ama ne yazık ki, DİSK gibi bir konfederasyon için otuz yıl sonra bunun muhatabı durumuna düşmüş olmak da bir o kadar düşündürücüdür.
Laiklik-dindarlık çatışmasını ve otoriter-muhafazakar tepişmesini aşabilmenin bir yolu, emekçi kitlelerin sosyal, iktisadi ve siyasal taleplerini gündemin en ön sırasına yerleştiren mücadelelere yoğunlaşmak ve çağrı, bildiri, imza kampanyası, toplantı aktivizmi ile oyalanmak yerine, sendikal hareketin işyerlerinde ve diğer yaşam alanlarında güçlü biçimde örgütlenmesine destek olmaktır. Özgürlükçü solun geleceği, iktidarlardan özerk kalmayı ve güçlü olmayı başarabilen sendikaların varlığı ile yakından ilgilidir.