İran Kirazın Tadı mı, 'Hizmetin Hoş Kokusu' mu?

25 Nisan 2008 tarihinde yapılan ikinci tur seçimlerle İran Meclisi’nin yeni kompozisyonu netleşti. İkinci tur seçimler 14 Mart’ta yapılan birinci turda kimsenin yeterli oyu toplayamadığı bölgeler için yapıldığından ve bu turda belirlenmesi gereken milletvekili sayısı 82 olduğundan sürpriz bir sonuç ortaya çıkmadı.

Adaylar, aralarında başkent Tahran’ın da bulunduğu 50’yi aşkın merkezde seçmenleri tekrar sandık başına çağırdı. Katılım oranlarının ilk seçimlerden daha düşük olması bekleniyordu, nitekim ruhani lider Hamaney’in bütün çağrılarına karşı katılım oranı %30’un altında kaldı.

İkinci turda alınan sonuçlarla birlikte, rejimin asli bekçisi olan Anayasa Koruyucular Konseyi’nin (Guardian Council) bazı seçim bölgelerinde alınan sonuçları iptal etmiş olmasına rağmen Birleşik Muhafazakâr Cephe (BMC), Kapsayıcı Muhafazakâr Cephe (KMC), Reformcular ve Bağımsızlar’dan oluşan yeni Meclis’te muhafazakârların ağırlıklarını koruduklarını söyleyebiliriz. Sandalye dağılımı da bunu ortaya koyuyor zaten: Muhafazakârların toplam sandalye sayısı 174, Reformcuların 42 ve Bağımsızların 71.

Seçimlerde muhafazakârların zaferini açık biçimde ortaya koyan en önemli işaret İran iç politikasında sembolik öneme haiz başkent Tahran’da alınan sonuçlardı. Tahran’da Reformcular 30 sandalyeden sadece 1’ini kazanabildiler, diğerleri ise iki muhafazakâr cephe adayları arasında bölüşüldü.

İran Meclis seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloda en çok dikkati çeken husus Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı destekleyen Devrim Muhafızları ekolünün hâkim olduğu radikal muhafazakâr BMC ile ılımlı-pragmatik ve gelenekselci olarak nitelendirilen KMC arasında gitgide belirginleşen farklılıklar. Ülkenin içte ve dışta ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde seçimlerin Ahmedinecad yönetimi açısından bir test işlevi göreceği yorumlarına karşın, seçimlerin aslında ülkedeki siyasi mücadele ekseninin reformcular-muhafazakârlar arasında bir mücadeleden muhafazakârlar arası bir saflaşmaya taşınmasına vesile olduğunu söyleyebiliriz.

Reformcuların bu denli pasifize edilmiş olmasının en açık sebebi bizatihi İran’ın seçim sistemi ve siyasal örgütlenmesi. Anayasa Koruyucular Konseyi’nin elinde tuttuğu aday veto etme ve belirleme gücü bu son seçimlerde de Reformculara ciddi darbe vurmuştur diyebiliriz. Seçimlerde yarışmak için başvuran Reformcu adayların önemli bir kısmının Konsey tarafından saf dışı bırakılmış olması ve buna koşut olarak seçimlere katılım oranlarının son derece düşük kalması muhafazakârların Meclis’e hâkim olmasını sağlayan en önemli unsurlardır.

Anayasa Koruyucular Konseyi’nin Reformculara karşı bu tavrı takınmasında sistemin esas adamı olan ruhani lider Hamaney’in verdiği işaretlerin etkili olduğu biliniyor. Seçimlerde Ahmedinecad’ı destekler görünen Hamaney’in temel stratejisi ülkede güçlenen milliyetçi-muhafazakâr, ABD karşıtı iklimi pekiştirmek, dinden sapma olarak görülen demokratikleşme taleplerini dizginlemek ve Meclis’e muhafazakârların hâkim olmasını sağlamaktır.

Diğer taraftan, tüm baskı ve engellemelere rağmen Reformcuların bir evvelki seçimlerde kazandıkları sandalye sayısına yakın sandalye kazanmış olması İran siyasi sahnesinden tam olarak silinmediklerinin işaretçisi. Her ne kadar Reformcuları yekpare bir bütün olarak tanımlamak mümkün değilse de bu grupların varlıklarını koruyabildikleri ortada.

Meclisteki dört grup arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceği yönündeki ilk tahminler, KMC etrafında toplanan ılımlı-pragmatik muhafazakârların ‘eski düşman’ Reformculardan önce yeni rakip BMC ile mücadele içine gireceği yönünde. İslam devriminin esas sahibi olan gelenekselci muhafazakârların, devrimi sulandırmakla suçladıkları Reformcularla işbirliğine gitmesine pek ihtimal verilmese de, KMC, Reformcular ve Bağımsızlar arasında ad hoc bazı koalisyonların mümkün olabileceği düşünülüyor.

Seçimlerle ilgili bir diğer önemli husus, katılım oranı düşük olsa da ve bu bizi yapacağımız değerlendirme bağlamında yanıltabilecekse de, İran toplumunun genel olarak Ahmedinecad yönetimi ve politikalarına ciddi itiraz getirmemiş olmasıdır. İran’ın, özellikle nükleer güç olma yönündeki faaliyetleri sebebiyle, son yıllarda karşı karşıya kaldığı siyasi ve ekonomik baskının İran toplumunda milliyetçi bir tepkiselliğe yol açtığı ve bu iklimin muhafazakârlarca kullanıldığı aşikâr. Elimizdeki seçim sonuçları da radikal muhafazakârlara ‘biz halkız, halk da bizim gibi düşünüyor ve politikalarımızı destekliyor’ argümanını kullanma fırsatı vermektedir. Önümüzdeki dönemde dış baskılara verilecek cevabın niteliği, (yani daha da sertlik yanlısı olmak ya da müzakereye açık bir tutumu tercih etmek) yukarıda ifade edilen muhafazakârlar arası mücadelenin gidişatıyla yakından alakalı olacak.

2009 yılında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin - tabii İsrail veya ABD o tarihe kadar İran’ı vurmuş olmaz ve seçimler gerçekleştirilebilirse - bir evvelki Ahmedinecad-Rafsancani mücadelesinde olduğu gibi iki muhafazakâr cephe arasında gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Bu çerçevede İran’ın nükleer konulardaki eski müzakerecisi Ali Larijani ve halen Tahran Belediye Başkanlığı’nı yürüten Muhammed Bagher Ghalibaf gibi yıldızı parlayan isimlerin Ahmedinecad’ın olası rakipleri arasında bulunduğu düşünülüyor. Elbette bu mücadeleden kimin galip çıkacağını şimdiden kestirmek oldukça zor görünüyor. Bu konuda herhangi bir tahmin yürütebilmek için İran’ın iç siyasetinde olan bitenler kadar uluslararası ilişkiler bağlamında yaşanan gelişmeleri de değerlendirmek gerekecek.

İRAN DIŞ POLİTİKASI

İran’la ilgili bir değerlendirme yazısının dış politika ve uluslararası ilişkiler bağlamlarını içermemesi elbette düşünülemez. İran, özellikle son yıllarda, hem bölgesel hem de küresel anlamda ciddi kutuplaşmalara sebep oluyor. Şurası bir gerçek ki, İran’ın gittikçe güçlendiği ve nüfuz kazandığı bir dönemden geçmekteyiz. Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Filistin’e, Afganistan’dan Pakistan’a ve Orta Asya’dan Körfez bölgesine uzanan coğrafyada İran’ın oldukça etkili bir pozisyona geldiği, ilgili tüm çevrelerin kabul ettiği bir husus. Bu durum sadece ABD ve İsrail’i değil, İran’a karşı geleneksel dengeleyici unsurlardan olan Türkiye gibi ülkeleri de rahatsız ediyor. İran’ın bölgesel politikalarını ve nükleer güç olma yolundaki faaliyetlerini bu bağlamda biraz daha ayrıntılı incelemekte fayda var.

İran’ın son yıllarda üzerine yoğunlaştığı en önemli politikalardan biri, ABD müdahaleciliğinin bölge halkları üzerinde yarattığı tahribatı kullanarak kendi köktendinci doktrinini alternatif siyaset pratiği haline getirebilmek. İran resmi söylemine bakıldığında mezhepçi bir yaklaşımdan ziyade genel manada ‘İslam kimliğinin’ korunup güçlendirilmesi teması işleniyorsa da Şiilik eksenli politikalar önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. İran bölgedeki diğer Şii topluluklar üzerinde gittikçe artan bir etki kurabiliyor. Örneğin, Iraklı Şiilerin önderi ‘son merja’ Sistani, İran devrim lideri Humeyni tarafından sınırları çizilen doktriner çerçeveyi benimsemiyorsa da, ABD işgaliyle birlikte İran’ın Iraklı Şiiler üzerinde etkisini arttırdığı bir gerçek.

Öte yandan, Lübnan Hizbullah’ı üzerinde İran’ın önemli bir yönlendirme ve kontrol gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Özellikle Refik Hariri suikastından sonra ‘uluslararası toplum’un baskısından bunalıp köşeye sıkışan Suriye’nin İran’a yakınlaştığı ve İran’ın Hizbullah’ı Suriye üzerinden destekler hale geldiği ortada. Ayrıca, Hamas politbürosunun ve lideri Halid Meşal’in Şam’da bulunuyor olması, İran’a -yine Suriye üzerinden- Filistin ihtilafına daha zahmetsiz biçimde müdahil olabilmenin de yolunu açıyor. İran, Meşal vasıtasıyla Hamas’a ideolojik-lojistik destek sağlıyor ve elbette bu destek karşılığında sözü daha geçerli hale geliyor. Sadece Şii Hizbullah’a değil, Sünni Hamas’a da destek veriyor olmak İran’ın ‘İslam kimliği’nin korunması mücadelesini verdiğinin bir kanıtı olarak sunuluyor.

İran, Şii nüfus barındıran Körfez ülkeleri açısından da ciddi tedirginlik uyandırıyor. Bahreyn, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük devletlerin sahip oldukları Şii nüfusa dair duyulan kuşku İran’a ilişkin genel güvenlik kaygılarıyla birleşince Suudi Arabistan ve Umman’ın da dâhil olduğu Körfez İşbirliği Konseyi gibi dengeleyici unsurlar ABD ile daha yakın dirsek temasına giriyor. Son dönemde ABD’nin bu ülkelerle güvenlik ve savunma alanlarında işbirliğini arttırmasında İran kaynaklı algılanabilir riskin payı büyük.

İran’ın Suriye üzerinden Filistin meselesine ve Lübnan’a müdahale edebiliyor oluşu İsrail’le zaten kötü olan ilişkileri de gitgide geriyor. Diğer taraftan, İran Nazi kalıntısı tarihçiler ile Holocoust’un gerçekten olup olmadığını sorgulayan toplantılara ev sahipliği yaparak ve bizzat Ahmedinecad tarafından dillendirilen ‘siyonist devleti haritadan silme’ fantezilerini gündemde tutarak işin sembolik yönüne de yatırım yapıyor ve bu hamleler İsrail’in İran karşıtı politikalara destek bulma konusunda işini kolaylaştırıyor.

Hiç şüphe yok ki, İran’ın izlediği politikalar İsrail açısından oldukça hayati hale gelmiş durumda. Bu bakımdan İsrail’in Filistin, Lübnan ve Suriye ile olan ihtilaflarında İran’ın oynamaya başladığı rolden ciddi rahatsızlık duyduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda daha ayrıntılı bakacağımız nükleer güç olma çabalarının İsrail’in ‘psyche’sinde derin izler bırakan ‘yok olma’ korkusuna denk düşüyor olması, ne pahasına olursa olsun -ki buna silahlı müdahale de dâhil- İran’ın durdurulması gerektiği düşüncesini de beraberinde getiriyor. Bu çerçevede İsrail, ABD ile koordinasyonlu bir biçimde, İran’ı yalnızlaştırma politikası yürütüyor. Bunun bir ayağı El-Fetih ve Mahmud Abbas’la pazarlıkları sürdürerek Arap ülkelerine çözüm istediği yönünde mesaj göndermek; diğer bir ayağı ise son dönemde olduğu gibi, Türkiye’nin ‘stratejik derinlik sahibi abileri’ni de devreye sokarak Golan Tepeleri konusunda Suriye ile bir anlaşma zemini yaratmak ve bu ülkenin İran’la olan yakın işbirliğine son vermektir.

NÜKLEER GÜÇ OLMAK

4 Şubat 2008’de The Guardian’da yayımlanan makalesinde İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mottaki, İran’ın sorumlu ve öngörülebilir bir devlet olduğunu, uluslararası hukuka uygun hareket ettiğini ve bölgesel krizlerin sona erdirilmesinde etkin rol aldığını ifade etmişti. Uluslararası hukuk anlamını ve gücünü yitirdikçe onu istediğiniz gibi eğip bükmek mümkün oluyor işte! Oysa özellikle Ahmedinecad yönetimi altındaki İran’ın Mottaki’nin sözünü ettiği hususlara tamamen zıt yönde hareket ettiği ortada. İran’ın son yıllardaki politikalarının İsrail ve ABD’nin aşırılık yanlısı politikalarını tamamladığı su götürmez bir gerçek.

Her ne kadar İranlı yetkililer nükleer santral projelerinin barışçıl amaçlara hizmet ettiğini ve NPT (Non-Proliferation Treaty) tarafından tanımlanan çerçeve içinde kalındığını iddia etse de, İran’ın bu alandaki çalışmalarının ekonomik hedeflerle sınırlı olmadığını ve bu yüzden bilhassa 2000’lerin başından beri bölgedeki gerilimi arttırdığını biliyoruz. Bu çerçevede 11 Nisan 2006’da Cumhurbaşkanı Ahmedinecad İran’ın uranyum zenginleştirmeyi başardığını açıkladığında dünya kamuoyu ve egemen ülkelerin yoğun tepkisini ülkenin üzerine çekti.

Bu açıklamayı takip eden dönemde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından alınan kararlarla İran’ın üzerine ciddi anlamda gidilmeye başlandı. 31 Temmuz 2006’da BMGK tarafından kabul edilen 1696 sayılı kararla, İran’a uranyum zenginleştirme yönündeki faaliyetleri derhal durdurma çağrısı yapıldı. 23 Aralık 2006 tarihinde alınan 1737 sayılı kararda ise 1696 sayılı karara atıfla İran’a yapılan çağrılar yinelendi, fakat bununla sınırlı kalınmayıp İran’ın nükleer faaliyetlerini geliştirmesine yarayacak teknoloji ve hammadde transferi ile ilgili önemli sınırlamalar getirildi. Bu konudaki yaptırımlar önce 24 Mart 2007 tarihli 1747 ve son olarak 3 Mart 2008 tarihli 1803 sayılı kararlarla büyük ölçüde genişletildi.

Örneğin, 1803 sayılı BMGK kararıyla birlikte ilk kez nükleer enerji alanında görevli olan bazı İranlıların yurtdışı seyahatlerine yasaklamalar getirildi. 1737 ve 1747 sayılı kararlara eklenen listelerle bu görevlilerden bazılarının seyahatlerini önceden bildirmesi ve diğer bazı kişilerin mal varlıklarının dondurulmasına karar verilmişti. İran dışına seyahat etmeden önce bildirimde bulunması istenen şahısların listeleri ve ayrıca İran’a girişi yasaklanan -nükleer teknolojinin geliştirilebilmesi açısından olmazsa olmaz- maddelerin listesi de bu son kararla genişletildi.

Öte yandan, 1803 sayılı BMGK kararı İran’la olan ilişkilerin nükleer yayılmaya hizmet etmemesi gerektiği konusunda BM’ye üye devletleri uyardı ve gerektiğinde İran’a ait hava ve deniz taşıma firmalarının kargolarının aranması çağrısında bulundu. 3 Mart tarihli kararda İran’a yeni kredi verilirken son derece dikkatli olunması yönünde uyarılar da mevcut.

Bütün bu önlem ve kararların İran’ı köşeye sıkıştırdığı malum. İran sadece nükleer faaliyetleriyle ilgili değil, ekonomisinin tüm veçheleri bağlamında ciddi baskı altına alınmış durumda. Özellikle Batılı güçlerin bu yaptırımlara olan bağlılığı, İran ekonomisinin içinde bulunduğu darboğazdan çıkıp çıkamayacağının göstergesi olacak. Bu yüzden, Çin, Pakistan ve Hindistan’la enerji ve ekonominin diğer alanlarında geliştirmeye çalıştığı ilişkilerden ve Türkiye ile olan ikili ticaret hacmindeki artıştan görüleceği üzere, İran’ın ayakta kalma alternatifleri üzerinde çalıştığı anlaşılıyor.

Oysa İran’la iş yapmak gittikçe zorlaşıyor. Örneğin, İsviçre’nin Kuzey Fars sahasındaki doğalgazın çıkarılması ve dünya pazarlarına aktarılması konusunda İran’la ortaklık arayışına girmesi, İsrail’in II. Dünya Savaşı sırasında İsviçre bankalarının Nazi rejimi ve Adolf Hitler’le işbirliğine göndermelerle bezeli sert tepkisine neden oldu. Hatırlanacağı gibi, Türkiye de enerji alanında İran’la imzaladığı anlaşma dolayısıyla - bu denli sert ve açıktan olmamakla birlikte - ABD ve İsrail’in tepkisini üzerine çekmişti.

Neticede İran bütün bu köşeye sıkışmışlığına rağmen uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermeye yanaşmıyor. Bu konudaki temel dayanağı NPT’nin sivil kullanım amaçlı uranyum zenginleştirme konusunda üye ülkeleri engellememesi. Ayrıca, yabancı güçlerin İran’ın ihtiyaç duyduğu zenginleştirilmiş uranyumun tedariki konusunda hiçbir güvence vermemesi ve bu konuda tam dışa bağımlılığın bir ülkenin bağımsız hareket etmesi önünde ciddi engel teşkil ediyor olması İran’ın kendi hesapları açısından mantıklı savlar.

Karşı cephedeki ABD, AB, İsrail ve diğer tüm itirazcı ülke ve kurumların temel argümanı ise, nükleer güç için yakıt üretiminde gerekli olan teknolojinin nükleer silah yapımına yarayacak ölçekteki uranyum zenginleştirmesini de beraberinde getireceği gerçeğiydi. Bu yüzden her ne kadar 31 Ekim 2007 tarihli ABD Ulusal İstihbarat Tahmin (NIE) raporunda İranlıların çok büyük bir ihtimalle 2003’te nükleer silah geliştirme faaliyetlerini durdurdukları ve bu tarihten sonra bu yönde bir çalışmaları olmadığı ifadelerine yer verilse de, İran’ın kontrol edilebilir bir güç olması yönündeki ABD politikası önümüzdeki dönemde de etkisini koruyacaktır.

Sonuç olarak, ABD ve onun gibi düşünenler İran’ı frenlemek için bir süre daha diplomatik yolları kullanacak gibi gözüküyorlar. 3 Mayıs 2008’de BMGK’nın veto yetkisine sahip beş daimi üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya ile Almanya temsilcileri bir araya gelerek İran’ın uranyum zenginleştirmeye son vermesi için yeni bir öneri paketi hazırladıklarını açıkladılar. Çin dışındaki ülkelerin Dışişleri Bakanları düzeyinde katıldığı toplantı sonrasında İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband tarafından yapılan açıklamada söz konusu 6 ülkenin yeni ve kapsamlı bir paket üzerinde anlaşmaya vardıkları, yeni öneri paketinin Haziran 2006’da yapılmış önerilerde ciddi geliştirmeler yaptığı ifade edildi. Ayrıca, içeriği gizli tutulan paketin sadece İran hükümetiyle paylaşılacağı belirtildi. Bu son önerinin içeriğini bilemiyorsak da, BMGK’nın beş daimi üyesi ve Almanya’nın ortak bir tutum takınabilmiş olması oldukça önemli. Önümüzdeki günlerde İran’ın bu önerilere vereceği yanıt, krizin ne yöne evirileceğini de belirleyecek.

‘HİZMETİN HOŞ KOKUSU’ (RAYİHA-İ HOŞ-U HİDMED)

Son dönemde artan petrol fiyatları, büyüyen enerji gücü ve ABD müdahaleciliğinin Ortadoğu’da yaratmış olduğu boşluğun İran’ın kendine olan güvenini arttırdığı bir gerçek. İran’da 14 Mart ve 28 Nisan 2008 tarihlerinde yapılan Meclis seçimlerinin sonuçları da bölgesel hegemonik güç olma ve nükleer silah edinme konusunda radikal adımlar atan siyasi iktidarın arkasındaki desteğin önemli oranda korunduğunu gözler önüne sermiştir.

İran’ın nükleer güç olma konusundaki ısrarı şüphesiz diğer bölge ülkelerini de derinden etkilemektedir. İran’ın nükleer programı ile ilgili gördüğü baskıya rağmen, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine devam edebiliyor oluşu birçok ülkeyi bu alanda faaliyet gösterme konusunda teşvik etmektedir. Bunun zaten krizlere mahkûm bir hayat süren Ortadoğu bölgesi için iyi bir haber olmadığı aşikâr. Bölge hâlihazırda içinde barındırdığı krizlerin yükünü taşıyamazken yeni bir silahlanma yarışına girilmesi sorunların daha da büyümesini beraberinde getirecektir. Ortadoğu’da başlayabilecek bir nükleer silahlanma yarışı bölge için intihar anlamına gelecektir.

İran sinemasının son dönemdeki en önemli isimlerinden biri olan Abbas Kiarostami’nin 1997 yılında Cannes’da Altın Palmiye ödülü alan filminde işlenen ana tema, İran’ın son dönemde içinde bulunduğu ve etrafına da bulaştırdığı ruh halini anlamamızda dolaylı da olsa yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Kısaca özetlersek, Türkçeye Kirazın Tadı olarak çevrilen filmdeki ana karakter olan Badii intihar etmek istemekte, fakat bu konuda kendisine yardım edecek birini bir türlü bulamamaktadır. Önce bir Kürt askerden, sonra da Afganlı ilahiyat öğrencisinden yardım isteyen Badii’ye en sonunda bir üniversite hocası yardımcı olmayı kabul eder. Zamanında kendisi de intiharın eşiğinden dönmüş olan bu kişi, yine de Badii’yi intihardan vazgeçirmeye çalışır ve bunu kendi deneyimini aktararak yapmayı dener: Onu intihardan vazgeçiren dutun lezzetini keşfetmesi olmuştur. Ve ilerleyen sahnelerde de Badii’ye sorar:

- Her şeyi bırakmak mı istiyorsun? Kirazların tadını bırakmak mı istiyorsun?

Film Badii’nin intihar edip etmediğine dair kesin bir hüküm vermemize mani olacak şekilde sona erer, ama önemli olan da bu nokta değildir zaten. Önemli olan ‘kirazın tadıdır’.

İran da aslında içinde bulunduğumuz dönemde kendi intiharının peşinde sürüklenmektedir diyebiliriz. Ülkedeki Meclis seçimleri sonrasında Ahmedinecad etrafında toplanan grubun adının ‘Hizmetin Hoş Kokusu’ (Rayiha-i Hoş-u Hidmed) olması ise ancak kötü bir şaka olabilir!

İran, radikal muhafazakârlardan gelen bu kokunun peşinden sürüklendikçe hem kendini hem de bölge halklarını daha büyük bir ateşin içine atacaktır. Buna şüphe yok. Bu bakımdan İran’da ve bölgede barışın dilini konuşacak, ‘kirazın tadını’ anlatacak bir siyasete acilen ihtiyaç var