2008 sonunda Irak’taki ABD birliklerinin Birleşmiş Milletler yetkilendirmesi sona erecek olması yeni Amerikan yönetimi, Irak ve bölge ülkeleri açısından yeni bir döneme geçişin ilk adımı. Bu adım, Washington’un işgalle birlikte amaçladığı Irak’a yerleşme, bu yerleşmenin süresini uzatma, çerçevesini genişletme ve bu sayede bölgeyi de aşan rahat hareket alanı sağlamaya, askerî anlamda bu alanlara ulaşabilmesine yol açabilecek.
Antlaşmanın ABD’nin işgal öncesindeki “yerleşme” planı göz önüne alındığında Irak’taki zenginliğin “korunması” ve bu zenginliğin “transferi” açısından birincil öneme sahip olduğu söylenebilir. Şu anda 130 bin Amerikan askerinin görev yaptığı Irak’ta bu sayının ilelebet korunamayacağı göz önüne alınırsa daha esnek, hareket kabiliyeti yüksek, küçük ama fazla sayıda üslerde konuşlanması ihtimal dâhilinde görünüyor. Bunların bir kısmı şu anda mevcut üsler olacağı gibi, yeni üsler ve havaalanları da inşa edilecek.
Ancak, gelişmelere bakıldığında ABD’nin Irak’la imzalamaya çalıştığı güvenlik antlaşmasının tahmin edildiği kadar kolay çıkmayacağı ortada. Irak-ABD Güvenlik Antlaşması’nın var olan içeriği ile imzalanmayacağı ve antlaşmanın imzalanmasından çok içeriğinin nasıl oluşturulacağı önemli. ABD bu konuda hem Irak içindeki farklı gruplardan hem komşu ülkelerden gelen tepkiler hem de Kasım ayındaki seçim öncesi Irak politikasının genel hatlar dışında nasıl belirleneceğinin bilinmemesinden kaynaklanan sıkıntılar yaşıyor. Irak içinden gelen tepkileri doğrudan işgale karşı olmak gibi algılamak ne kadar yanlışsa antlaşmanın çıkmayacağını düşünmek de bir o kadar yanlış. Bu yüzden Irak’ta, içinde hükümetin de bulunduğu birçok çevrenin antlaşmanın ağır şartlarının altına imza atmaktan imtina etmesini “bugüne kadar ABD ile birlikte çalışan tarafların direnmeye başladığı” kolaycılığı ile açıklama basitliğine düşmemek gerekiyor. Çünkü durum görüldüğü kadar tek yönlü ve basit değil.
Üstelik antlaşma sadece Irak değil, Irak’ın işgali ile başlayan süreçte bölgede değişen dengelerin evrildiği ve evrileceği yön açısından da önem taşıyor. Tartışmanın aynı zamanda İran’ın uranyum zenginleştirme programını sürdürdüğünü açıkladığı ve ABD’nin de adı geçen ülkeye yönelik tehditlerinin arttığı döneme denk gelmesi, güvenlik antlaşmasının çerçevesinin sadece “Irak’ı korumakla” sınırlı kalmayacak olması, Irak’ın bulunduğu coğrafyada ABD’nin kendine göre “düşman”, “şer” ilan ettiği ülke ve kişilere yönelik bir ön alma ya da “önleyici vuruş” politikasının bir işareti gibi algılanabilir.
Bu politikanın uzun vadede Basra Körfezi ve dünyanın en zengin ikinci petrol rezervleri üzerindeki kontrolü ile genişleyeceği varsayılabilir. Ancak, konuyu sadece ekonomik çıkar temeline oturtmak durumu açıklamıyor. ABD’nin Bush yönetimi ile hayata geçirdiği güç, hegemonya ve şiddet yoluyla ön alma politikasının yol açtığı imparatorluk zihniyeti de bunda önemli rol oynamaktadır. Zaten emperyal çıkar derken meseleyi kategorik olarak sadece ekonomik çıkara indirgemek Ortadoğu’da yaşananları ve yaşanacak olanları açıklamakta yetersiz kalır. Irak’ın işgali ve Ortadoğu söz konusu olunca sol, sağ ve İslami kesimin emperyalizm ve anti-emperyalizm ortak noktasında buluşması, işin kolayına kaçarak kimin ne için, neye karşı olduğunu da gizlemekte; herkes kendi anti-emperyalizmini anlatmaya çalışmaktadır. Yani Irak’ta olduğu gibi Türkiye’de de ABD karşıtı olmak ya da sadece anti-emperyalist olmak gelişmeler karşısında tavır alışı açıklamakta yetersiz kalmakta.
“IRAK’I BİZ KORURUZ”
Irak işgalinin son dönemlerinde asker sayısının arttırılması, rakip mezheplerin birbirlerinin alanlarından çekilmeleri, semtlerin, kentlerin ve bölgelerin “diğerlerinden” temizlenmesi, yerleşim yerlerindeki demografinin tek mezhebe indirilmesi ve bazı bölgelerin duvarlar, dikenli tellerle çevrilmesi, yani karışık yapının tekleştirilmesi, Irak’ta direniş/terör olarak adlandırabileceğimiz karşı duruşların gerilemesine yol açtı. ABD yönetiminin “işler iyiye gidiyor” dediği durum aslında eskiye göre değişim göstermekle birlikte Amerikalıların ölçütünün ölen Amerikan askeri ve intihar saldırılarında geçen yıla oranla görece azalmayla belirlendiği biliniyor. Amerikan askerî kayıplarında geçen yıllara göre azalma olması ülkede durumun tam anlamıyla iyiye gittiğini göstermez. Aksine insanî durum açısından Irak’ta değişen pek bir şey yok. ABD-Irak Güvenlik Antlaşmasının temelinde de bu yatıyor zaten. Birincisi ülke içindeki tehditler; direnişçiler, El-Kaide anlayışını savunan gruplar, Şii militanlar. İkincisi ise dış tehdit ve bundan kastedilen İran ve Suriye. Suriye’nin çok fazla hareket kabiliyeti olmadığını kabul edecek olursak dış tehdit olarak sadece İran kalıyor. Ancak antlaşmanın Irak, İran kadar bölgedeki Sünni ülkelerle, ABD’de Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimlerini ilgilendiren yönleri de mevcut.
ABDyönetiminin bu yılın sonuna kadar antlaşmayı imzalamak istemesinin nedeni BM kararının sona erecek olması. Antlaşma genel hatlarıyla şöyle: ABD Güvenlik Antlaşması çerçevesinde, Irak içinde sayısı 50’yi aşan kalıcı üsler, Amerikan ordusunun bu üsler aracılığı ile her türlü askerî operasyonu yapabilmesi, ABD askerlerinin işledikleri suçlar ya da eylemler karşısında Irak yasalarından muaf olmaları, Irak vatandaşlarının istedikleri zaman gözaltına alınabilmesi talep ediliyor. Bunun yanında Irak hava ve deniz sahasının denetimsiz kullanılması da var.
Amerikan yönetiminin antlaşmanın kolay imzalanabileceği yönündeki başlangıç düşüncesi Nuri El-Maliki Hükümeti’ne yönelik eleştirilerin yoğunlaşması üzerine zora girmiş durumda. Antlaşmaya en fazla itiraz ise üslerin sürekli olacağı şüphesinden kaynaklanıyor. Nitekim Amerika’nın asıl niyeti de bu. Ancak ABD’deki tartışmalara bakılacak olursak bu noktada bir kafa karışıklığı ya da karıştırma niyetini görmek mümkün. Çünkü Amerika’nın dünyanın hiçbir bölgesinde sürekli kalıcı üssü yok. En azından “kelime” olarak kalıcı denmiyor. Bu yüzden Amerika kalıcı üs konusuna (kelimesine) çok fazla takılmıyor, bu kelimeyi kullanmıyor. ABD’nin Irak Büyükelçisi ya da Bağdat Valisi Rayn Crocker yaptığı açıklamada böyle bir niyetleri olmadığını söylüyor. Ancak “kalıcı “ kelimesi kullanılmasa bile dünyanın dört bir yanında, Türkiye’deki İncirlik üssü de dahil olmak üzere kalıcı nitelikte ve yıllardır kullanılan “kalıcı” üsler. Dolayısıyla Irak’taki üslere “kalıcı” denmeyecek olsa da İncirlik’ten çok daha ağır koşullar içerecektir.
IRAKLILARIN AÇMAZI
Iraklılar üsler konusunda daha çok egemenlik kavramı üzerinde dururken güvenlik konusunu da gündeme getirerek konuya çelişkili yaklaşıyorlar. ABD işgalden sonra feshettiği Irak ordusunun yerine yeni bir ordu kurma çabalarında uzun süre başarısız oldu. Hesaplar ülkenin asıl güvenliğini bu ordunun yapması üzerineydi. Hem Iraklı gruplar hem de ABD, Irak ordusunun hâlâ güvenlik konusunda yetkin olmadığını düşünüyor. Bu yüzden ABD “ülkeyi koruma” kozunu sürekli elinde tutuyor.
İçeride ise ödenmesi gereken bir diyet, bir borç söz konusu, Maliki hükümeti ABD ile çelişkili gözükse de onlarsız yapamayacağını biliyor. İçeride yükselen muhalefet de hükümeti arada bırakıyor.
Irak’ta hükümetin omurgasını oluşturan Şii blok arasındaki anlaşmazlık ABD’nin ağzının tadını kaçırıyor. Oysa bu grubun büyük çoğunluğu işgale ve işgal sonrası politikalara destek vermiş durumda. Iraklı Şiilerin açmazı bir yandan ABD korumasını devam ettirmek, diğer yandan İran’la bağlarını koparmamak. Çünkü Mecliste 130 sandalyeye sahip olan Şii Blok içinde 36 sandalye ile birinci sırada bulunan El-Hekim’in SICIRI grubu Saddam Hüseyin döneminde sürgün yıllarının büyük kısmını Tahran’da geçirmiş ve İran’la sürekli dirsek temasında olan bir grup. Dawa Partisi de benzer durumda. Bu iki grup ABD’nin İran’a yönelik bir hareketinde Irak’ın üs olarak kullanılmasını istemiyor. Bir anlamda bu grupların tam da ne istediği bilinmiyor denebilir. Çünkü bir yandan mezhebi ve siyasi bir bağ, diğer yanda kendilerini iktidara getiren ABD yönetimi söz konusu. Bu cephedeki Sadr grubu ise Arap kökenli olması itibariyle tavrını daha net koyabiliyor ve antlaşmaya kökten karşı çıkıyor.
Aslında bu çekişmenin altında bir yanıyla da bu yılın sonunda yapılacak yerel seçimler yatıyor. Şii blok şu anda ABD’ye verilecek geniş bir yetkinin yerel seçimlerde aleyhine kullanabileceği kuşkusunu taşıyor. Çünkü tüm gruplar ABD’nin İran’a yönelik olası bir saldırısı ki bu saldırı Irak üzerinden gerçekleşecek olursa tabanda büyük tepki ve hatta Amerikan hedeflerine saldırı ile sonuçlanacağını biliyorlar. ABD’nin bu konudaki çekincesi Sünnileri El-Kaide nedeniyle kendi yanına çekerek, aşiretler aracılığı ile sağladığı görece güvenliğin Şiilerin tepkisi ile yeniden bozulması. Bilindiği üzere Irak’taki işgal Güçleri ve Irak, Afganistan operasyonlarının komutanı General Petreaus 2007 yılının başında asker sayısını arttırmanın yanı sıra Sünni aşiretleri silahlandırıp, finansman aktarıp, aşiret üyelerini bir tür paralı asker haline getirip El-Kaidecilere karşı başarı kazanmalarını sağlamıştı. Ancak Sünni aşiretlerin işbirliğine yönelten sadece para ve silah olmadı. El-Kaide’nin Irak’ın orta bölümünde kent ve kasabalarda yönetim ve sosyal yaşamı teslim almaları, aşiretlerin gücü ve etkisini azaltmaya başlayınca, Sünni aşiretlerin varoluş kaygısıyla müdahalesine yol açtı. Bu nedenle ABD güçleri orta bölgede kırılgan bir sükûnet sağlanmışken güneyde yeni bir karışıklığı kaldıracak durumda değil. Irak’taki işgal güçlerinin komutanı General David Petreaus bu yılın başında Amerikan Senatosu’nda kendine yakışır bir söylemle “dişlerimizi şahdamarına geçirmiş durumdayız. Ve orada öylece kalmalıyız” diyerek Irak’tan asker çekmenin geciktirilmesi konusunda senatörleri ikna etmeye çalışmıştı.
Irak’ta sadece Kürtler antlaşmanın bir an önce imzalanmasını istiyor. Kürtler her ne kadar egemenlik konusuna ağırlık veriyor gibi görünse de bu durumdan rahatsız olmayanların başında geliyor ve antlaşmayı her biçimiyle imzaya hazırlar ki bu Kürtlerin 5 yıllık tavrı ile çelişkili değil. Irak’ın da ABD’siz yürümeyeceğini, kendi geleceklerinin tehlikeye gireceğini düşünüyor ve antlaşmanın çok fazla detaylara girmeden imzalanmasını tercih ediyorlar. Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari ile Başbakan Yardımcı İbrahim Salih’in demeçleri de bu görüşü doğruluyor. Irak’ta ABD’nin en önemli müttefiki ve destekçisi olan Kürtler, Amerika olmadan sadece Irak değil kendi geleceklerinin de tehlikeye gireceğini endişesi içinde.
ABD’nin Irak Güvenlik Antlaşmasını tasarladığı şekilde, Irak’ın egemenliğini büyük oranda ipotek altına alacak biçimiyle imzalaması halinde ülkenin kontrolünü tamamen ele geçirmesi söz konusu.
ÜSLER KİMİN İÇİN?
Irak’ın işgali ile İran’ı uzun yıllardır başını ağrıtan sorunlardan biri olan Saddam Hüseyin’den kurtaran ABD’nin, aslında bu adımı atarken böyle bir sonuç beklediği söylenemez. Tıpkı 2001’de Taliban’a yönelik Afganistan saldırısı sonrası İran’ı Taliban’dan kurtardığı gibi. Vahabiliğin en önemli temsilcisi olan Taliban için İran, din dışı sayılan Şiilik bağlamında en büyük düşmanıydı. 1980-88 arası ABD’nin İran’a karşı Irak’ı kışkırtarak Saddam Hüseyin aracılığı ile iki ülkeyi bir anlamda enkaza çeviren savaştan sonra yine ABD’nin Saddam Hüseyin’i devirmesi İran’a verilen gönülsüz bir hediye gibi oldu. ABD politikasını oluşturanların tıpkı işgal öncesinde olduğu gibi yanlış yönlendirme, yanlış bilgilendirme ya da bölgeyi bilmemelerinden kaynaklanan -ki bugünkü bilgilerimizle Ortadoğu ile bilgi ve hareket tarzının “cahillik” düzeyinde olduğu ortaya çıkıyor- yanlış politikalarının hâlâ devam ettiği görülüyor. Diğer yandan El Kaide’nin etkinliği azalsa da bu kez İran faktörü ağır basmaya başladı. Bush’un son dönem konuşmalarına bakılarsa El Kaide’den çok “İran destekli terör”den söz ettiği görülür. Amerika sık sık bazı saldırılarda İran kökenli silahların kullanıldığını iddia ediyor. Petreaus’un “şah damarı” metaforu Irak’ta istedikleri düzeni oturtmak kadar İran’a yönelik bir hareketin altyapısı için geçerli. Çünkü, Petreaus asker azaltmanın ertelenmesini talep ederken Irak’taki direnişten çok İran’ı düşünüyor. Bu da Bush’un İran konusundaki politikasını tam olarak netleştirememesinden kaynaklanıyor. Aslında Bush yönetimde kalabilse hemen yarın İran’a saldıracak ama yönetim içinde buna karşı çıkanlar ve durumu daha zorlaştıracağını söyleyenler de var. Asker azaltmaya karşı çıkanlarsa İran’a yönelik niyetler gündemdeyken kafaları karıştıracağı ve İran karşısında bir zaafiyet oluşacağı görüşünde. Tam da bu noktada “kim, kimin şah damarına basıyor”, tartışmak gerekiyor. Çünkü, bölgesel bir güç olarak tüm bu gelişmelerde belirleyici olan İran, Amerikan politikasını ister istemez yönlendiriyor. ABD atacağı adımları İran’a göre belirliyor. İran’ın Irak politikasının Maliki başkanlığındaki hükümetin üzerinde etkisi olduğu biliniyor. Amerika’nın en küçük bir hareketine İran, Irak içinden yanıt veriyor.
RAPORA RAĞMEN
İran’ın uranyum zenginleştirme programını nükleer silaha dönüştüüp dönüştürmediği ya da bu teknolojinin buna izin verdiği konusu hâlâ muğlaklığını korumakla birlikte özellikle Bush’un Neocon ekibi bu konuda kendisinden emin görünüyor ve İran’ın nükleer silah ürettiği takıntısını aşabilmiş değiller. Hatta bu takıntı ABD’deki 16 Amerikan istihbarat biriminin ortak raporuna rağmen devam ediyor. Raporun ilk tespiti “İran’ın 2003 Sonbaharı’na kadar nükleer silahlar geliştirmek için hükümetin kontrolünde çaba harcadığı” şeklinde.
Rapordaki bir diğer tespit İran’ın belirtilen tarihten bu yana çabalarını yeniden başlatmadığı yönünde. “Ancak gelecekte başlatıp başlatmayacaklarına dair bir garanti verilemez” deniyor.
Üçüncü tespit ise İran’ın nükleer silaha sahip olmadığı.
Rapor istihbarat birimlerinin konuyu değerlendirdiği 2005 yılından bu yana İran’ın nükleer silaha sahip olma konusunda daha az kararlı olduğuna da değiniyor.
Rapora göre İran’ın 2015’ten önce nükleer silah üretebilmesi de mümkün görünmüyor.
Ancak rapor İran’ın istemesi halinde belli bir zaman diliminde nükleer silah yapmasının önünde büyük bir engel olmadığını da iddia ediyor.
National Intelligence Estimate Raporu’na göre İran nükleer silah çalışmalarından 2003 yılında vazgeçmiş. Ayrıca son verilere göre İran nükleer silah yapmak istese bile bunun için en az 10 yıl beklemesi gerekecek. Daha önceki tahminler 5 yıldı. Hatta İsrail, İran’ın 1-2 yıl içinde nükleer silahlara sahip olacağını iddia ediyordu.
Birçok uzmana göre bu rapora rağmen Bush yönetimi hâlâ kararında ısrarlı. Neredeyse tüm medyanın ortak kanaati bu rapordan sonra İran’a yakın bir gelecekte savaş ilan etmenin çok zor olduğu yönünde. Her ne kadar Bush “İran’a karşı tüm seçenekler hâlâ masada” dese de Bush’un danışmanları dahi bu raporun ardından ABD’nin dostlarını İran konusunda ikna etmekte zorlanacağını kabul ediyorlar.
SAVAŞI SÜREKLİ KILMAK
Durumun böyle olmasına rağmen Bush yönetimi sabit fikrinden vazgeçmiş gibi görünmüyor. İranlı sosyolog Hamid Dabaşi’nin de savaş ve şiddet kadar savaş tehdidinin geçerli bir yöntem olarak hayatımıza girdiğini, sürekli savaş tehdidinin aslında savaşın kendisi kadar yıkıcı olduğunu söylüyor. Amerika’nın tehdit politikası da bunu anımsatıyor zaten. Savaş tehdidi bir süre sonra insanlarda savaşın beklentisini sürekli hale getiriyor, bu bekleyişi normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor aslında tehdit, savaşın kendisinden daha fazla istikrarsızlığa neden oluyor. Yani bir süreklilik hali söz konusu. “Savaş hali ve şiddet tehdidi, herhangi bir tikel savaşı veya şiddeti algıladığımız ve yorumladığımız politik kültürü değiştirir. O kadar değiştirir ki her savaşın parçası olan şeyler insani bedelin büyüklüğü altyapıya verilen zararlar ve çevre felaket savaş halinin her yere yayılmamış olması karşısında etkisizleşir ve görünmez hale gelir. Başka bir deyişle savaş hali insan bilincini köreltiyor böylece hem Filistin hem Irak’ta her gün şahit olduğumuz ahlak yoksunu eylemlere ölçülü denilebilecek bir şekilde yanıt vermekten aciz hale geliyoruz; çünkü buna yeterince anlamlı bir dile sahip değiliz artık” diyor Dabaşi. (Doğudan dergisi Ocak-Şubat 2008)
ABD Irak’la güvenlik antlaşmasını imzalamaya çalışırken İrana’ yönelik sıkıştırma planını uygulamaya koyuyor. Avrupa Birliği ülkeleri klasik diplomasi, ambargo seçeneklerini zorlarken geçen ay İran Milli Bankası’nın Avrupa’daki kaynaklarının dondurulmasına, İranlı birçok siyasetçi, akademisyen ve işadamının adı geçen ülkelere sokulmamasına karar verdi.
SÜNNİLERİN HESABI
Tüm bu olanlar Irak’la yapılmaya çalışılan antlaşmanın kısa vadede İran’ı hedef alacağı şüphesi uyandırıyor ki Irak’taki Şii grupların en büyük kaygısı bu. Ancak üsler kurulsa bile İran’a saldırının Irak’ta ve hatta Lübnan’da nasıl karşılanacağı aşağı yukarı biliniyor. Hatta bu saldırıyı ABD’den çok İsrail’in istediği inanışı Amerika açısından durumu daha da zora sokuyor. Irak’ın işgalinin ardından bu ülkede güç mücadelesinde en öne çıkan İran denilebilir. İran’ı hem ülkenin yüzde 60’ını ulaştıran Şiiler üzerindeki etkisi hem ülkedeki bazı grupları eğitip silahlandırıp ABD’nin taktiğine farklı yöntemlerle cevap verme yeteneği ya da Irak’ı istikrarsızlaştırma kabiliyetine ve ilişkisine sahip. Bu yüzden Iraklı gruplar gibi ABD’de bu konuda ikilem yaşıyor. Yani İran’ı tehdit ederken bu tehdidini Irak’ın istikrarını bozabileceğini tahmin ediyor. Irak’ın istikrarının bozulması ABD’nin durumunu zora sokacağı için İran’ın da işine geliyor. Yani zor durumda olan sadece Irak içindeki gruplar ve Şiiler değil.
Irak-ABD görüşmeleri devam ederken, görüşmelerin hep bir köşesinde İran olduğu açık. Bölgedeki Sünni ülkeler ise son dönemde Irak’taki İran etkisinin artığının farkında. Eğer gelişmeler böyle devam ederse Irak’ın büyük bir bölümünün İran’ın etki alanı içine gireceğinden kaygılanan Körfez ülkeleri Bağdat’la yeniden ilişki kurmak ya da var olan ilişkileri geliştirmek çabasında. Aksi takdirde bir süre sonra İran etkisini kırmakta zorlanabileceklerini tahmin etmek zor değil. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt gibi Sünni Arap ülkeleri Irak’a kısa süre sonra Büyükelçi göndereceğini, temsil niteliğini yükselteceğini açıklaması bazılarını da Bağdat’ta yeniden Büyükelçilikler açması ya da ilişkileri geliştirme çabaları bu durumun en somut örneklerinden. İşgalin başından itibaren ama özellikle 2006’daki Lübnan savaşı sırası ve sonrasında daha da netleşen Şii ve Sünni bölünmesinin kendini en net hissettirdiği ya da hesapların en çok yapıldığı ülkelerden birisi Irak. İran, Suriye, Hizbullah ve Hamas eksenine destek verip güçlenirken Bahreyn gibi körfez ülkelerinden de Şiilik giderek bir güç olarak ortaya çıkıyor. Diğer yanda ise Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Körfez zenginleri ise Saddam Hüseyin sonrası iktidar gücünü yitiren Sünnileri daha fazla yalnız bırakmanın İran’ı güçlendireceği kaygısını taşıyor.
AMERİKA’NIN SEÇİMİ
ABD’de Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi Irak konusu adayların en can alıcı/can sıkıcı konularından birisi. Cumhuriyetçilerin kazanması halinde mevcut politikada herhangi bir değişiklik beklenmiyor. Obama’lı Demokratlar ise 16 ay içinde kademeli olarak Irak’ta asker azaltılacağını ve geri çekilme işleminin başlayacağını savunuyorlar. İran’a yönelik politika en azından söylem düzeyinde Bush’u aratır nitelikte. Ancak pratikte neler yaşanacağını şimdiden kestirmek güç. Obama’nın adaylık yarışındaki İran söylemi İran’ı yine “düşman” cephesinde görme eğilimi taşıyor. Demokratlarla birlikte ABD politikasının genel çizgilerinden büyük sapmalar ve sürprizler yaşanmayacağı biliniyor. Bu yüzden antlaşmanın imzalanması seçim sonrasına kalabilir ki yeni politikayı yürütecek kadrolar açısından bu seçeneğin gerçekleşme ihtimali daha yüksek.
ABD-Irak antlaşması çerçevesinde Amerikan emperyal anlayışının bölgede yeni bir döneme gireceği, bu dönemle birlikte Irak’ta olduğu gibi İran’da da güç gösterisine mi yoksa daha uzun vadeli bir yıpratma savaşına mı girişileceğini göreceğiz. 5 yıl önce Irak ve bölgeyi “kurtarmaya” “demokrasiyi inşa etmeye” gelenler belli ki bölgeye yerleşerek bu misyonlarını başka adlar altında sürdürmeye niyetliler. Ama niyetin iyi bir niyet olmadığını herkes çok iyi biliyor. Bu yüzden Ortadoğu’da dengeler kısa vadede değişmekle birlikte aynı durumun ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılından bu yana çok farklı olduğu ve Washington’un Irak’ta üs kurması halinde bile kolaylıkla güç gösterisi yapamayacağı, yapsa bile bunun karşılıksız kalmayacağını söylemek kehanet olmaz.
METE ÇUBUKÇU