Haziran’ın 25’ini 26’sına bağlayan gece saat 00.59’da başlayan TBMM’nin 110. Bileşiminin dokuzuncu oturumu 13 dakika sürdü. Oturumda TCK ürk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun teklifi görüşüldü.
Görüşme sırasında Türkiye’de asker kişilerin TCK’nın 250. maddesine giren suçları işlemesi durumunda sivil savcılıklar tarafından kovuşturulmaları ve sivil mahkemelerce yargılanmaları ilkesini getiren değişiklik onaylandı. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 3. maddesine eklenen fıkrada, “Barış zamanında, asker olmayan kişilerin Askeri Ceza Kanununda veya diğer kanunlarda yer alan askerî mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir suçu tek başına veya asker kişilerle iştirâk halinde işlemesi durumunda asker olmayan kişilerin soruşturmaları Cumhuriyet savcıları, kovuşturmaları adlî yargı mahkemeleri tarafından” yapılacağı belirtiliyordu. Bu değişiklikle sivillerin askerî suç işlemeleri durumunda bile askerî mahkemede yargılanmalarına son veriliyordu. TBMM bundan önce, bakaya kaçaklarının sivil yargıda yargılanmasına ilişkin değişiklik yapmıştı. Bu yeni düzenleme ile barış zamanında askerî mahkemenin sivilleri yargılamasına bütünüyle son veriliyordu.
Değişiklik hakkında kimse söz talep etmedi ve öneri iktidar ve muhalefet partilerinin desteği ile kabul edildi. Askerî yargı ile ilgili yasada herhangi bir değişiklik yapmadan gerçekleştirilen bu önemli değişiklik, bazı sorunları içinde barındırıyordu. Örneğin asker ve sivil kişilerin birlikte işledikleri bir ihaleye fesat karıştırma suçunda suçlu sivillerle suçlu askerlerin ayrı mahkemelerde yargılanacak olması sorunu nasıl çözülecekti? Dolayısıyla atılan adımın tamamlanması için, asker kişilerin askerî mahalde işledikleri, askerî disiplin dışı suçların da sivil mahkemelerde yargılanmasına yönelik bir değişiklik de gerekecekti. Bu ise askerî yargının yetki alanının, demokratik bir düzende olması gerektiği gibi son derece sınırlanması demekti.
Bu değişikliğin oylanarak kabul edilmesinin ardından, Ceza Kanununun 250. maddesinin a) bendi değişikliği görüşülmeye başlarken, daha önce verilmiş bir önergeyle, aynı maddenin üçüncü fıkrasının son cümlesinde geçen “hâli dâhil” ibaresi “hâlinde” şeklinde değiştirildi. Meclis oturum başkanı oylamadan önce kanun değişikliğinin gerekçesini okumuştu: “Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu ile suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçunun daha etkin bir şekilde soruşturulması ve kovuşturulması amacıyla, bu suçların da Ceza Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesine göre görevlendirilen ağır ceza mahkemelerinde görülmesi; ayrıca, asker kişilerin barış zamanında, 250 nci madde uyarınca kurulan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri hâlinde, bu mahkemeler tarafından yargılanması amacıyla bu değişiklik önergesi verilmiştir. Buna karşılık, savaş ve sıkıyönetim hâlinde işlenen suçlarda ise askerî mahkemelerin yargı yetkisi korunmaktadır.” (abç)
Gerekçe metni çok açıktı. Yasa değişikliğinin gerekçesinde belirtildiği gibi, bundan böyle asker kişilerin yürürlükteki “Anayasayı ihlâl ederek, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine, yasama organına ve hükûmete karşı işledikleri suçlar sivil ağır ceza mahkemelerinde yargılanacaktı”.[1]
Yasa değişikliğinin içerdiği “tehlikeleri” açık bir biçimde dile getiren YARSAV Başkanı Eminağaoğlu, “rütbesi ne olursa olsun görevdeki askerlerin sivil mahkemenin yetkisi altına sokulduğuna” dikkat çekerken, kendi duruşu açısından bütünüyle haklıydı. Yasa değişikliği gerçekten de, 1961 Anayasası sonrası güçlendirilen ve 1982 Anayasası sonrasında olabileceği en özerk konuma getirilen tam teşekküllü paralel askerî yargı oluşumuna bir son veriyordu. Askerî Yargıtay ve Askerî Danıştay işlevi gören Yüksek Askerî İdare Mahkemelerinin altından büyük ve hayatî bir alanı çekip alıyordu.
O 13 dakika içinde Meclis’te bu değişiklik önerisi de itirazsız kabul edildi. Ama 13 dakikaya sığan büyük değişim daha bitmemişti. Ceza Kanunu’nun başka maddelerindeki iki değişikliğin oylanması ve CHP milletvekili Akif Hamzaçebi’nin bir değişiklik maddesini geri çekme önerisinin, gerekçesi okunduktan sonra kabul edilmesinin ardından, kanuna bir geçici madde eklenmesi önerisi geldi. Ceza Muhakemesi Kanununun 3. ve 250. maddelerinde yapılan değişiklik hükümlerinin, değişikliğin yürürlüğe girdiği tarihte devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanacağını geçici madde öngörüyordu. Oturumda okunan gerekçede, “kanunun yürürlüğe girdiği tarihte adlî ve askerî yargı yerlerinde devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanacağı hükme bağlanmak suretiyle, uygulamada herhangi bir tereddüdün yaşanmaması amacıyla” değişiklik önergesi verildiği açık biçimde belirtilmişti. Bu öneri de milletvekillerinde herhangi bir tereddüt yaratmamış olmalı ki, hakkında konuşulmadan bu geçici madde de oylanarak kabul edildi.
Görüldüğü gibi 13 dakika içinde yasama gücü, askerî mahkemelerin yetki alanını daraltmış, sivillerin bütünüyle askerî yargıdan çıkarılmasının yanında, darbe hazırlama, hükümete karşı muhtıra verme, silahlı çete oluşturma gibi suçların işlenmesi durumunda istisnasız bütün asker kişilerin sivil ağır ceza mahkemelerinde yargılanması kapısını açmıştı. Bu gerçekten önemli bir değişimdi ve TBMM’de muhalefet partileri milletvekillerinin bir kısmının desteğiyle bunun kabul edilmiş olması son derece önemliydi.
Ama ertesi gün CHP’de, İlker Başbuğ’un 35 generali arkasına alarak yaptığı gövde gösterili basın toplantısı başladığı sıralarda bir panik yaşanıyordu. Önder Sav, “tasarı görüşülürken maddeye eklenen bir fıkra” diyerek, bunun daha önce görüşülmediğini ima ediyor ve doğru söylemiyordu.
CHP Grup Başkanvekili ve değişikliklerin oylanması öncesinde onay verdiği konusunda güçlü karineler olan Hakkı Süha Okay ise, bir yandan değişikliğe karşı çıkmıyor diğer yandan bunu “sivil darbe” olarak değerlendiriyordu. Bir cümle içinde bu kadar tutarsızlığın yanyana getirilmesi, söz konusu kişi bir hukukçu ise üstelik, Türkiye’de bazı çevrelerde nasıl bir zihin yarılması yaşandığını gösteriyordu: “Bu içerikte bir değişiklik yapılabilir. Ama hukukun olağan olarak işlediği, yargının bağımsız olduğu bir sistemde. Bizzat Başbakan tarafından biçimlendirilmek istenen bir yargı süreci var. Birileri hukuku kendine göre biçimlendirmek, birilerini kendi hukukunda yargılamak istiyorsa bu sivil darbedir.” (Cumhuriyet, 29.6.2009). “Birilerinin kendi hukuku” olarak nitelenen hukuk, yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’ydu. Değişikliğe ilke olarak karşı çıkmayan sosyal demokrat partinin hukukçu başkan yardımcısı, Türkiye’de demokrasinin başbakanın biçimlendirdiği sivil hukuktan kaçmak için askerî hukuka sığınmak zorunda kaldığını söylüyordu. Kendilerinde kalan sivil demokratik refleks kırıntılarının kendilerini gafil avladığı ve “gece yarısı sersemliğinde” evet dedikleri anlaşılan bir değişikliği şimdi “sivil darbe” olarak tanımlayarak, yaptığı hatayı telafi etmeye çalışıyordu. Üstelik bu gece yarısı lafı da ilginçti. Meclis çalışmaları bilmeyen birisi, Meclis’teki oturumlarda gece saat 11’de herkesin evine gittiğini ve Meclis’in sabaha karşı saat 2-3’e kadar hiç çalışmadığını zannedecekti. İnsan zaman zaman bunlar bizi gerçekten bu kadar mı budala zannediyor diye sormamazlık edemiyor.
27 Nisan muhtırasını savunmak için kendini paralayarak ilk öne atılan CHP’nin ve Türk sosyal demokrasisinin mümtaz şahsiyeti Mustafa Özyürek’in, İlker Başbuğ ve 35 generalli gövde gösterisi sonrasında değişiklik hakkında söylediklerini aktarmaya gerek yok. Ama bağımsız milletvekili Tayfun İçli, hâlâ neden bahsedildiğini anlamamış olmalı ki, “Gece yarısı önergeleri ile kurnazca birkaç kelime ya da bir cümleyi ilgisiz bir kanuna eklemek, hukuk düzenimizin içerisine bir mayın gibi sokmak”tan şikayet ediyordu. İlgisiz bir kanun dediği, Tütün ve Alkollü İçkiler Yasa-sı’nda değil, Ceza ve Ceza Muhakemesi kanunlarında yapılan değişikliklerdi! Ayrıca 250. maddeki değişiklik önergesine ilaveten yapılan kelime değişikliği aynı maddenin başka bir bendiyle ilgiliydi. Ama askerî vesayet rejiminin hukuk düzeni içine mayın sokulduğu tespiti elbette bütünüyle doğruydu.
Hakkı Süha Okay’ın ardından bu askercil cumhuriyetin sivil destekçisi partinin genel başkanı sahne aldı. Önce lafı yargıyla oynamaktan açtı: “Yargıyla oynamak iyi değil. Hükümetler yargıyı mıncıklamaktan vazgeçmeli. Yargıyı çekiştirerek ne yargıya hizmet etmek mümkündür ne de bu hükümetin kendisine bir yarar sağlar” diye konuştu. Ardından hükümeti TSK’dan da elini çekmeye çağırdı: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni çekiştirmek, uğraşmak, orasını burasını farklı yönlere çekiştirmeye çalışmak doğru ve yararlı değildir. Türkiye bu iktidar nedeniyle böyle sorunlar yaşıyor. Medyayı, adaleti karıştırıyor. Bunlardan büyük üzüntü duyuyoruz.” Sırtını üst yargıya ve TSK’ya veren ve şeriat korkusuyla aklı kitlenmiş laikçilerin partisi olarak CHP’nin duruşu tutarlıydı. Yasa değişikliğini cumhurbaşkanı onaylarsa, büyük ihtimalle bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürerek, bu partinin neyi savunduğunu, hangi kampta yer aldığını bir kez daha göstereceğini Kemal Anadol ilan etti. Kimse gerçek yüzünü gösterme fırsatını kaçırmıyordu.
Sivil yargıyı özerk hale getirmek için hamle yapmak yerine, kuşatılmışlık psikozunun giderek içinde hakim olduğunu gördüğümüz yüksek yargıya yaslanarak, hükümetin “elini TSK’dan çekmesi” mücadelesi vermeye kendini adayan bu CHP, demokrasi fobisinden muzdarip muhafazakâr cumhuriyet ideolojisinin yorgun partisi olarak elinden geleni yapıyor. Elinden gelenin az olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin Anayasa Mahkemesi’ne bu değişikliği taşıyarak ve Anayasa Mahkemesi yargıçlarını kuşatarak, Türkiye’de askerî yargı alanının sivilleşmesini yıllarca engelleyebilir. Biçimsel olarak Anayasa Mahkemesi’ne değişikliği götürmenin güçlü gerekçeleri de olabilir. Örneğin Anayasa’da askerî yargıyı düzenleyen madde ile bu değişikliğin çeliştiği ileri sürülebilir. Askerî yargı ile yasanın da bunun paralelinde değişmesi gereği ileri sürülebilir. Buna karşılık Anayasa Mahkemesi’nin geçmiş kararları ve AİHM kararları çerçevesinde, yasa değişikliğinin olması gerekeni yerine getirdiği de savunulabilir. CHP’nin değişikliğin tamamlanması, yarım bırakılmaması için girişimde bulunmak yerine, Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla iptal girişiminde bulunması, onun Ergenekon avukatlığına soyunan bir genel başkan tarafından yönetilmesinin bir rastlantı olmadığını daha açık biçimde gösterecek.
CHP bu devletin kurucu partisi olarak tarihî görevini yerine getirmeye devam ediyor. 25 Haziran’ı 26 Haziran’a bağlayan gece TBMM’de kendi milletvekillerinin 13 dakikalık demokrat bilinç uyanışını bir “uyku sersemi” refleksi ve bir kandırılma olarak tanımlayacak kadar kendini küçültmeyi, devleti/askeri koruma ve kollama görevini yerine getirmek için göze alıyor.
Bütün bunlara rağmen görünen o ki düşman bazı CHP milletvekillerinin uykusuna sızabilmekte ya da bu CHP milletvekilleri 13 dakika boyunca demokrat refleksle davranabilmektedir. Tehlikenin farkında mısınız?
[1] 250. maddede öngörülen suçlar şunlar: “Devletin güvenliğine karşı suçlar, devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, Anayasayı ihlâl, Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı, yasama organına karşı suç, hükûmete karşı suç, hükûmete karşı silâhlı isyan, silahlı örgüt, örgüte silah sağlama, suç için anlaşma, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme, casusluk, devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama, gizli kalması gereken bilgileri açıklama, uluslararası casusluk, devlet sırlarından yararlanma, devlet hizmetlerinde sadakatsizlik, yasaklanan bilgileri temin, yasaklanan bilgilerin casusluk maksadıyla temini, yasaklanan bilgileri açıklama, yasaklanan bilgileri siyasal veya askerî casusluk maksadıyla açıklama, devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma.”