Son dönemde Genelkurmay Başkanı, kamuoyunda Ordunun konum ve tutumunun tartışılmasını zorunlu kılan vak’alar olduğunda, “iletişim toplantısı” adıyla, bizzat katılıp konuştuğu toplantılar yapmak gibi bir âdet getirdi.
“Devlet” ve çekirdeğindeki Ordunun haşmet, huşunet, otorite ve ciddiyet vasıflarını, imajını bilhassa vurgulayacak, “hatırlatacak” tarzda düzenlenmiş toplantılar oluyordu bunlar.
Ancak ne var ki, toplantının içeriği tartışmanın asıl konusuna dair söylenenler, mantık ve argümanlar, bu kudret, kutsallık ve tören havası, görüntüsü ile tam bir kontrast oluşturacak şekilde sarsak, zayıf ve arızalı idi her defasında. Örneğin, geçen Nisan ayında Orgeneral Başbuğ, Ergenekon soruşturması kapsamında ortaya çıkarılan gömülü silah ve mühimmatın Orduya ait olmadığını uzun uzun izah etmiş ama ardından, o silah ve mühimmatın üreticisi kuruluş tam aksini belgelediğinde o izahatin değeri de Genelkurmayın inandırıcılık, doğruluk imajı ile birlikte yere inmişti.
Taraf gazetesinin yayımladığı o mahut belge ile ilgili “iletişim toplantısı”nda vaziyet ve sonuç da farklı olmadı. Genelkurmay Başkanı, ne o belgenin sahte olduğunu, ne de “mürteciler” veya Ordu karşıtlarınca tertiplenmiş bir komplonun parçası olduğunu söyleyebildi. Şüphesiz böyle diyebilmeyi pek isterdi ama yapabildiği onun askerî yazışma ve belge mevzuatı açısından “bir kağıt parçası” hükmünde olduğunu söylemekten ibaretti. O “kağıt parçası”nda dillendirilmiş kastın, niyetin olmadığını, o kastı taşıyan, o kasıtla davranan askerî personelin olmadığını söyleyemedi. Oysa kamuoyuna söylemesi ve inandırıcı biçimde anlatması gereken şey tam da bu idi. Ama bunun –en azından şimdilik– mümkün olmadığını en iyi bilen de kendisi idi.
Dolayısıyla bu “iletişim toplantılar”ı, bazı “vaka”ları bahane ederek, bunları Ordunun yıpratılması, kamuoyundaki “en güvenli kurum” olma imajını lekelemek isteyenlerin girişimlerini boşa çıkarmak amacıyla tertiplenmiş olmalarına rağmen; tam tersi sonuç veriyor, “doğruluk-güvenilirlik” imajını bizzat tahrip edici oluyorlar. Nitekim bu sonuncu toplantıdan sonra oradan güven tazeleyici kanıt ve argümanlar bulmaya dünden teşne çoğu gazetecinin bile hayal kırıklığını zar zor gizleyen bir dille konuşabilmeleri de bu yüzden.
Orgeneral Başbuğ, yıpranmış güveni, sarsılan, çatlamış imajı onarmak, “eski hali”ne getirmek için, kanıt göstermek yerine, otoritenin sorgulanamazlığı kültünün alamet-i farikası olan “son söz söylenmiş, tartışma bitmiştir” uslubunu kullanıyor ve emir kipinde konuşuyor bu “iletişim toplantıları”nda. O üslubun bir gereği olarak, önce yumuşak bir ses tonuyla vakanın, meselenin hangi bilgi ve veriler dahilinde ele alınacağını belirtiyor ve vaka/sorunun bu çerçeve dışına taşan asıl yönlerini peşinen yok sayıyor.
Otorite(ler)in konumunun tartışılamadığı, dahası içselleştirildiği dönem ve durumlarda şüphesiz etkili, sonuç alıcı bir yöntemdi bu. Ama, vaka/sorun demokrasi ile doğrudan ilgili, Türk Ordusunun demokrasiye sadakati gibi hayli muhataralı bir konuya değin ve sadakat ıspatı amaçlı olduğu için aykırılığı bilhassa göze batıyor şimdi.
O nedenle de Genelkurmay Başkanının değersiz bir kağıt parçası muamelesi görülmesini buyurduğu o belgenin içindeki ve ardındaki gerçek, hem kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor hem de belgede adı geçen şahıs, muvazzaf subay ve bu belgeyle ilişkili olduğu sanılan diğer subaylar hakkında savcılık soruşturma açıyor, ifade vermeye çağırıyor. “Otorite”nin geçmişte tartışmayı kesen yöntemi şimdi tartışmayı körüklemek gibi tam tersine bir sonuç üretiyor.
Otoritenin “düşüş”ü böyle bir şeydir işte. Ve düşüş, sadece otoritenin tartışmaya açılması, yöntemlerinin etkisizleşmesi, hatta tersine etki yaratması ile değil, aynı zamanda otoritenin konumunu koruma, konumunda direnme araç ve davranışlarında belirgin bir kalitesizleşme, bayağılaşma ile de kendini gösterir. Otoriteye atfedilen “yüce”liğe yakıştırılan asalet, ciddiyet, serinkanlılık, derin düşünebilme yetisine sahicilik izlenimi veren görüntü ve tutum kaybolmaya yüz tutar ve “mazruf” tüm sıradanlığı, aklî ve ahlâkî zaafları ile görünür hale gelir.
Altında üst rütbeli bir kurmay subayın imzası olan belgeyi o aşağılayıcı “kağıt parçası” sıfatına müstehak kılan da budur. 1997’deki 28 Şubat operasyonu çerçevesinde, kimi “karşıt” medya mensupları hakkında iftira yalan ve belge tahrifatına dayalı bir kampanya yürütecek kadar alçalmış bir ahlaki niteliğe, o iftira ve yalanların kolayca çürütülebilir olması ile de akıl-zeka düzeyinin sığlığına tanık olmuştuk zaten. 12 yıl sonraki 2009 belgesinde ise, niyetinin ahlak-vicdan dışılığını kamufle etmeye bile lüzum görmeyen bir arsızlık ya da bunu beceremeyecek derecede pörsümüş bir akıl-zeka tutukluğu yansıyor.
Bu durum, Orduda en pür, dolaysız ifadesini bulan arkaik otoriter-militer zihniyetin, geriletilme öfke ve telaşı ile akli-ahlaki kayıtlara aldırmaz hale gelişinin ürünü olmaktan çok, çağın ve toplumun geldiği noktada kendini sürdürme, revize etme imkânlarını tüketmiş bir zihniyetin kaçınılmaz çürüyüşünün sonucudur.
Bu çürüyüş, Ordu ile birlikte aynı zihniyetin taşıyıcısı olmuş veya ona eklemlenmeyi seçmiş kurumlara da sirayet etmiştir. Nitekim, bu zihniyetin siyasal parti olarak şekillenmesini temsil eden CHP’nin her iç yenilenme çabasını kusan son kırk yıllık tarihi ve halihazır durumu bunun kanıtıdır. Bir diğer ve çok daha ürkütücü kanıt ise yüksek yargı organlarıdır.
Türkiye’de yüksek yargı organlarının, askerî darbe ve müdahalelerde sembolik dahi olsa herhangi bir karşı duruş göstermek şöyle dursun, derhal alkışçılar safının önünde yer aldığı malumdur. Onu askerî darbe ve müdahalelerin “doğal müttefiki” olmaya iten “refleks”in kaynağı, az önce de belirtildiği üzre aynı arkaik otoriter zihniyet içinde şekillenmiş oluşlarıdır.
Hukukun ve yargı erkinin bağımsızlığı tarafsızlığı, temelde her tür otoritenin, özellikle de fiziki güç tekeline, doğrudan yaptırım kudretini haiz –ordu, yürütme aygıtı gibi– otoriteleri dizginleme, sınırlama ihtiyacının mecrasında oluşmuş bir değerdir. Dolayısıyla yüksek yargı organlarının bu otorite makamlarından birinin yedeğinde konumlanması, varoluş nedeni ile çeliştiği için, oradaki çürüyüş çok daha zehirleyicidir.
Yüksek yargı organlarının 2007 Nisan’ından beri, otoriter-devletçi/“laik-ulusalcı” cephenin en etkin unsuru olarak sivrilmesi, bu durumu çok daha ağırlaştırmıştır. Çünkü, o tarihten itibaren, AKP’nin şahsında Türkiye’nin otantik burjuvazisine karşı verdiği asırlık iktidar kavgasını, bir daha kazanamayacak biçimde kaybettiğini görmek zorunda kalan bu cephenin, artık kayıplarını asgarileştirmek, imtiyazlarını olabildiğince korumaktan ibaret bir direnme hattına gerilediği ortada idi. Yüksek yargı organlarını cephenin ön saflarına iten, onların koruması altında mevzilenilen bir direnme mantığıydı bu. Hukukun yargı erkinin bağımsızlığı-tarafsızlığı “değeri”nin ikinci bir çelişkiyle bir kez daha çarpılmasını kaçınılmazlaştıran bir “görev”lilik yaklaşımıyla uygulandı bu mantık. Birer hukuk ucubesi olan 2007 Nisan’ındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk etabını kilitleyen o mahut 367 kararı ve türban yasağını kaldıracak Anayasa değişikliğinin iptali gerekçesi, bu bağlamda türetilebildi.
Hukukun ve yüksek yargının, kendi özgül mantığı, değer ve kuralları ile ilişkisini alabildiğine silikleştirerek, kendini iktidar kavgasının ve dahil olduğu cephenin direnme taktik ve ihtiyaçlarının mantığına tabi kılmasının bir diğer ucubesi de AKP’nin kapatılma davası kararıydı. Direnerek gerileme ve böylece kayıplarını asgarileştirme amacının 2007 Temmuz ertesinde ihtiyaç duyduğu “ateşkes” durumu bu kararla sağlanmıştı. AKP’yi hem laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı sayan hem de kapatmayan bu trajikomik karar, yargı organının kendini siyasal pazarlıkların kılıfı derecesine düşürmesinin en katıksız örneklerinden biridir.
Bir diğer yüksek yargı organı olan Yargıtay’ın, temel haklar ve özgürlükler ile resmî ideoloji ve “millî-manevi” değerlerle ilgili davalarda verdiği hükümler bahsine sadece değinmekle yetinelim. Başka herhangi bir ülkede bir Mafya örgütüyle ilişkisine dair fısıltı dahi olsa, bir Yargıtay başkanının görevinden derhal istifa ettirileceği dikkate alınırsa, Türkiye’de böyle bir Yargıtay başkanının görev süresini doldurmasının beklenmesi, benzer iddialara muhatap olmuş Yargıtay üyelerinin makamlarında kalabilmiş olması, bu yüksek yargı organının ahlâkî düzey bakımından da ne durumda olduğunun –başka kanıt gerektirmez– göstergesidir.
Şu anda, bu çürümüş otoriter-devletçi zihniyet ve cephenin siyasal rakibi konumunda olan AKP’nin bu karşıtlık görünümü nedeniyle o zihniyetin tam zıddını temsil ettiği asla söylenemez. Çünkü AKP ne çekirdek kadrosunun “zihniyet kökleri” itibariyle ne de devraldığı Türkiye merkez sağ zihniyet yapısı dolayısıyla arkaik otoritarizmin fazla uzağında değildir, olamaz da. AKP’yi olabileceğinden çok daha demokrat bir hatta mevzilendiren asli faktörün konjonktürel olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, AKP’nin Ordu ve yüksek yargı organlarının kendisine karşı hukuk ve demokrasi karşıtı girişimlerinde bile, aradaki gerilimi gevşetmeye özel bir ağırlık vermesi, en haklı olduğu durumlarda bile çatışmayı göze almış bir dilden ve tutumdan uzak durması eğer bir ılımlılık ve “uzlaşmayla çözüm” tavrının ifadesi ise; bu, sözünü ettiğimiz arkaik otoriter zihniyete gösterilen bir ılımlılığın, onunla, onun demokrasiyle barışık olmayan karakteriyle uzlaşma arzusunun kanıtıdır sadece.
Bu bakımdan eğer, Türkiye’nin siyasal gündemini yıllardan beri işgal eden Ordu-yargının bir “taraf” olarak yer aldığı –türban yasağı, “Ergenekon”, faili meçhul cinayetler gibi– vakaları ve nasıl içinden çıkılacağı bilinmez hale gelmiş, getirilmiş –“Kürt sorunu”, AB’ye üyelik, Kıbrıs.... gibi– sorunları, AKP’nin de öteki taraf olarak yer aldığı “yüksek siyaset”in zemini ve çerçevesi ile sınırlı vaka ve sorunlar olarak değil, tüm toplumu kuşatan, ona nüfuz etmiş arazlar olarak kavrayabiliyor isek; söz konusu tarafların bunlara ilişkin tutumlarına tabi –destekleyici veya eleştirici– tavırlarla yetinmemek gerektiğini de biliyoruz demektir.
Ve yine eğer ortada, Ordu ve yüksek yargının hukuk-demokrasi dışı diye nitelemenin daha ötesinde bir çürüyüş hali tanımına hak verdirecek bir durum varsa ve tarafların birinde daha belirgin biçimde teşhis edilebilen bu gidişat, öteki tarafın buna ılımlılık ve uzlaşma arayışı ile yaklaşımını değiştirmiyor ise –son zamanların deyişiyle– sorun çok daha vahim demektir. Bu vehamet derecesinde ise yurttaşlar toplamı olarak toplum, vekalet verdiklerinden, temsilci atadıklarından çok daha önde devreye girmek zorundadır.
Ama bu, erginliğinin ve yurttaş olma sorumluluk ve yükümlülüğünün bilincinde bir toplumun hareket tarzıdır. Türkiye toplumunda böylesi bir bilincin gelişip yaygınlaşması ise, otoriter-devletçi zihniyet ve gelenek için “tehlikelerin en büyüğü” olmasının yanısıra, kendini merkez sağ mecraya tamamen uyarlamış AKP’nin “genetik kadroları”na aykırıdır. Bu partinin Ordu ve yüksek yargının halihazır zihniyet durumu ve bu durumuyla içinde yer aldığı vakalardaki tutumuna karşı radikal bir teşhir faaliyetini yürüten Taraf gazetesine karşı “soğuk”luğunun, el altından yürüttüğü engellemelerin birincil derecede nedeni de budur.
AKP, 1980’lere kadar kendini “toplumu modernleştirme” misyonu ile kamufle edebilmiş bu zihniyet mensuplarının ve onları barındıran kurum/organların, sınırlarını kendisinin belirleyeceği bir “normal demokratik bir rejim” kabullenme anlayışına tedricen sokulabileceğine inanıyor, bu “evrim”i sağlamaya çalışıyor olabilir.
Fakat, Türkiye toplumu, o kurum ve organların bunaltıcı vesayeti altında erginleşme sürecinin güdükleştirilmesi, özgüveninin tahrip edilmesine bağlı pek çok sorunla boğuşmak zorunda kalarak enerjisinin, yapıcı-yaratıcı potansiyelinin affedilmez ölçüde harcandığını artık kavramak zorundadır. Bu ağır kaybın etkenlerini “ılımlılaştırarak”, “uzlaşmaya razı” ederek bünyesinde tutmanın dozu hafifletilmiş bir uyuşturma, zehirlenme süreci anlamına geldiğine “uyanmak” mecburiyetindedir.
Devrim bu uyanışın adıdır. 21. yüzyılın giderek başdöndürücü hale gelen gelişme hızında, bu toplumun geleceğinde ışıklı, umutlu ve onurlu varış noktaları tasarlayabilmenin olmazsa olmaz yegâne koşulu da bu uyanıştır.