Açılımın Sonbaharı

Başbakan Erdoğan’ın “Kürt Sorunu” odaklı bir “açılım süreci” başlatacaklarını ilân eden konuşmasının hemen ardından, daha bu konuşma biter bitmez; CHP ve MHP’nin sözcüleri ve bizzat başkanları, ayrı ayrı ama sanki aralarında telepatik bir bağlantı varmışçasına, aşağı yukarı aynı sözlerle aynı şiddet, öfke ve hatta nefret dozuyla bu girişimi lanetlediler.

O konuşmasında hiçbir ön şart ileri sürmeksizin herkesle konuyu konuşmak istediğini söyleyen Başbakan’ın bu davetini adeta tiksintiyle reddederek; kendi kamuoylarını bu “vatana ihanet” teşebbüsüne karşı seferber olmaya çağırdılar. Deniz Baykal, herhalde bu sorunun son yirmi beş yılda kırk bin cana malolduğunu bilerek ve bunu katlayacak bir rakamı kasdederek, hükümet bu yolda giderse “kan çıkacağı”nı söyledi; Devlet Bahçeli “dağa çıkarız” diye tehdit etti.

Ortada daha bu açılımın neleri kapsadığına, nasıl bir çözüm tasarlandığına dair somut hiçbir şey söylenmemiş ve yapılmamışken; girişimin içeriği ve mahiyeti hakkında bu denli kesin bir yargıya vardırtan “bilgi” nereden temin edilmiş olabilir? Ve bu nasıl bir “bilgi”dir ki; hükümet sözcüleri bu sorun/konunun düğüm noktası olan “üniter/ulus devlet” formülünden başkasının söz konusu bile olmadığına dair teminat üstüne teminat vermelerine rağmen; güvenlik –ordu– ve yargı aygıtında etkin bir bürokrat kesimle CHP ve MHP’nin oluşturduğu red cephesinin, bu milliyetçi blokun ne tutumu yumuşamakta ne de öfkesi yatışmaktadır.

Çünkü; açılımı başlatan konuşmasıyla Erdoğan, her türden Türk milliyetçiliğinin şahdamarına dokunmuş, “rencide” etmiştir. Bütün “hakim ulus” milliyetçiliklerinin mayasında yer alan ama Türk milliyetçiliğinde bilhassa “hassas” olan “üstünlük” duygusunu kaale almayan; bu duyguyu örterek kullanılan o geleneksel “Kürtlerle kardeşiz” edebiyatına bariz bir eşitlik tınısı ekleyerek; söylemini bunun üzerine kurarak konuştuğu için bunca yoğun bir öfkeyle karşılaşmıştır. Onun Ahmedi Hani ile Fuzuli’yi, Yunus Emre ve Pir Sultan’la dengbejleri, Neşet Ertaş’la Şivan Perver’i çatışmalarda çocukları ölmüş Türk ve Kürt anneleri eşdeğerleştirerek sahiplenen konuşmasının bir benzerine MHP-BBP’nin soy Türk milliyetçiliğinde asla rastlanamayacağı gibi resmi Türk milliyetçiliğinin en “ılımlı” diskurlarında bile rastlanmayan bir “ilk”tir. Türk milliyetçiliğinin bütün bildik versiyonları, uzunca bir süre Kürtlerin varlığını kimi kez “aslen Türktürler” diyerek inkar ederken zımnen onları “Türkleştirilebilir” sayıyor; bir kaynaşmayı mümkün, istenir addediyor görünebilirdi. Ama bu eşitleyici gibi algılanabilecek yaklaşım, Kürd’ün –etnik– kökensel altlığını varsayan, kökenin unutulması, reddi veya en azından titizlikle gizlenmesi kaydıyla geçerlidir. Kürd’ün Kürtlüğünü teşhiriyle, hele bir de sahiplenmesiyle derhal “öteki”leştirmeye, rakipleştirilmeyle –dolayısıyla düşmanlaştırmaya– hazır bir çekirdek üzerine kurguludur. Nitekim, tam da bundan ötürüdür ki; Türk milliyetçiliğinin –Kürtleri asimilasyona en samimi– en “ılımlı” söyleminin en dokunaklı, hamasi biçimlerinde bile “kardeş Kürtlerle” paylaşacağımız, Kürtlüğü apaçık bir ögeden sözedilmez. Malazgirt ve Çanakkale’yi paylaştığımız söylenir de, Halepçe ve Mehabad’ı da paylaşıyor muyuzdur? Kürtler bunları da paylaşmamız gerektiğini söylediğinde Türk milliyetçiliğinin nasıl tepki vereceğinin en yakın örneği önümüzde. Erdoğan o konuşmasında Çanakkale’nin yanısıra Halepçe adını da teleffuz ettiğinde, ortak tarih mirasımızdan böyle bahsettiğinde, bu eşitleme tınısı bile, –Türk– milliyetçiliğin ırkçı refleksinin, aslî/tek sahip olma güdüsünün harekete geçmesine yetti. ’90’lı yıllarda yaptığı Komando Tugay Komutanlığı anılarını yazdığı kitapla popüler olan ve bir yıl önce kurduğu partisiyle milliyetçi oylara talip olan bir emekli general, kardeşlik söyleminin o pek ünlü argümanının “Çanakkale’de birlikte savaştık, vatanı beraber kurduk” tezinin dayandığı ortak tarih= ortak vatan formülünü, Çanakkale’de Alman ve Arap taburlar da savaşmıştı diyerek reddediverdi ve pekçok milliyetçinin alkışını aldı.

Çünkü milliyetçilik, “doğası gereği” insanın insan yanına değil, canlı/omurgalı bir varlık olma yanına, o güdülere seslendiği, onlardan kaynaklandığı için, eşitlik gibi değerlere özellikle karşıdır. Ortaklık – eşitlik izlenimi veren argümanların –gereğinde sıyrılıp atılacak– bir örtü olduğunun farkındadır. Kardeşlikten bahsederken kasdettiği en fazla, epeyce büyük bir ağabeyle, erginleştiği asla kabul edilemeyecek, üveyliği akılda tutulacak ve daima “haddini bilerek” davranması gereken bir kardeşin ilişkisidir.

Erdoğan’ın “açılım” konuşması, “kardeş”in erginliğini kabule, önerilerini dikkate almaya hazır –veya gönül indirmiş– bir ağabey konuşması gibiydi. Ama bu bile, Türk milliyetçiliğinin tüm yelpazesinin “ihanet” çığlıklarıyla ayağa kalkmasına, hakarete uğramışlık duygularının tetiklenmesine yetebildi. Bunun hiç de örtük olmayan bir önemli nedeni de, milliyetçiliğin bir biçimde vermek zorunda olduğu üstünlük duygusunun, o konuşmayla zedelenmiş olmasıydı. Üstünlük duygusu, milliyetçiliğin özellikle toplumun daha alt tabakalarınca benimsenebilmesinin temel ögelerinden biridir. Osmanlının yıkılış döneminin sonlarında tüm Müslüman aleminin Batılı ulusların yükselişi karşısında ister istemez kapıldığı aşağılık kompleksini, daha doğuş evresinde mayasına katan, “tevarüs eden” Türk milliyetçiliği için “panzehir”, Doğulu uluslara/halklara karşı bir üstünlük duygusu ile sağlanmıştı. Erdoğan’ın konuşması, ardından, DTP ile ve Kürt sorununa ilişkin geleneksel devlet politikasını, özellikle milliyetçilik dozu ve tarzı açısından eleştirmiş, hak eşitliği yönünde öneriler yapmış köşe yazarları ile görüşülmesi, sözkonusu üstünlük –dolayısıyla imtiyazlılık– konumundan taviz verme niyeti, hazırlığı olarak yankılanabildi bu yüzden, CHP ve MHP’nin açılım girişimine karşı son derece öfkeli tehditkâr ve hakaretamiz beyanlarının; o sözlere AKP’nin sadece yatıştırıcı bir uslupla cevap verebilmesinin nedeni de budur.

Bu nedenle, CHP ve MHP’ye oy vermiş olanların hemen tamamını, AKP’li seçmen kitlesinin önemlice bir bölümünü kapsayan bu “halet-i ruhiye” asla hafife alınmamalıdır.

Devam etmek üzere bir noktanın altını çizmeliyiz: Türk milliyetçiliğinin içerdiği “Doğulu uluslara” özel olarak Kürtlere karşı “üstünlük duygusu, bu ideolojinin doğuş ve Cumhuriyet’le birlikte resmi ideoloji olarak kurumlaşma evresinin ’60’lı yıllara kadar olan safhasında, Türk çoğunluğun büyük kısmında, özellikle de alt katmanlarında son derece cılız, belirsiz kıvamdaydı. O duygu asli kimliğini hâlâ din/mezhep üzerinden tanımlayan büyük çoğunlukta değil, kendi tanımladığı Türk milliyetçi ideolojinin kimlik formatını din/mezhebin verdiği –geleneksel– kimliğin yerine geçirtmek isteyen “devlet” aygıtının Kürt –ve diğer azınlıklara– karşı yaklaşım ve tutumunda somutlaşmaktaydı. Ancak, 1960’larla birlikte soy Türk milliyetçiliği, bir anti-komünist tepki olarak partileştiğinde, sadece komünizm kavramının içerdiği eşitlik–paylaşımcılık gibi değerlerin sosyo-ekonomik içerimlerine değil; doğrudan doğruya Kürt ve Alevi kesimle ilgili olduğu için sosyo-politik içerimine duyulacak tepkiyi de hesaplayarak, bunu da hanesine kaydettirmeye kararlı olarak işe başlamıştı. Böylece popülerleşen MHP’nin tüm ’60’lı ve ’70’li yıllardaki ağırlıkla anti-komünist olan propaganda, ajitasyon metinlerinde Kürt ve Alevilere ilişkin düşmanca ifadelerin asla ihmal edilmediği görülecektir. ’80’li ’90’lı yıllarda bilinen nedenlerle bu “damar” özel bir çaba göstermeye gerek olmaksızın “beslenmiş”, son on yıldır birçok Batı Anadolu şehir ve kasabalarında, en ufak bir vesileyle “Kürtleri linç”e dönüştürülebilen bir potansiyel oluşturulmuştur. Dolayısıyla “üstünlük duygusu”nu işlevli kılmanın araçları artık toplumda, onun özellikle o üstünlük duygusuna ve haliyle imtiyazlarına –gündelik yaşamı için– en fazla ihtiyaç duyan orta-alt tabakalarının elindedir. CHP ve MHP’nin seslendiği yerler de orasıdır.

AKP, kurucu kadro ve omurgasının dini-muhafazakar müktesebatı nedeniyle, Türk milliyetçiliğini oluşturan ögeleri bu süzgeçten geçirerek içselleştirdiği için, üstünlük duygusunu etnik aidiyete mal eden milliyetçi algıya mesafeli durabilir. Ancak buna ne cepheden karşı çıkmaya, eleştirmeye ne de aynı duyguyu İslami bir –ortak– kimlik ve ideoloji içinde tatmin etmeye gücü, cesareti, donanımı yeter. Bu bakımdan AKP, özellikle başlıca rakibinin MHP olduğu merkezî Anadolu’da, MHP’nin “ihanete uğruyoruz” temalı ideolojik kompanyası karşısında ciddi ölçüde zorlanacağını herhalde biliyordur. Görünen odur ki AKP, bu cephede o saldırılara sadece savunmada kalarak, yatıştırıcı bir üslupla karşılık vererek, kazanmaktan ziyade kaybı asgaride tutmayı amaçlayan bir tutum sergileyecektir. Bu politika, Kürt yerleşiminin çok az olduğu yörelerde isteneni sağlayabilir ama, merkezi Anadolu’nun “sınırları”nda yoğun bir Kürt nüfusun varolduğu illerde –çok daha karanlık ihtimallerden söz etmesek bile– AKP açısından ciddi bir gerilemeye dönüşebilir.

AKP herhalde, “açılım”ı tasarlarken bu noktanın da hesabını yapmış, önlemlerini kendince almış olmalıdır. Ancak Türk milliyetçi reaksiyonun dört koldan harekete geçirildiği böylesi kritik bir eşikte, bu politikanın tutunabilene ihtimalini kuvvetli görmediğimizi belirtmek zorundayız. Ama az önce de belirtildiği üzre, AKP gerek ideolojik müktesebatı ve gerekse otantik Türkiye burjuvazisinin içeriklendirdiği sosyo-politik karakteri ile daha fazlası beklenemeyecek olan bir parti ve hükümettir.

O halde, bu tutumun, özellikle şu kritik aşamada son derece ciddi sonuçları olabilecek bir yetersizlikle malul olduğu endişesini taşıyanlar, önümüzdeki aylarda kabarması gayet muhtemel bu milliyetçi reaksiyon karşısında ne yapabileceklerini düşünmek, karar vermek yükümlülüğünü duymak zorundadırlar.


Bu soru/konu hiç şüphesiz ilk planda DTP’yi, onun dolayımında da PKK’yı akla getiriyor.

Söze, DTP’nin “açılım”a ilişkin tutumuyla başlayalım. Dikkat çekici olan nokta, “açılım” konuşmasının DTP’de, MHP ve CHP’nin gösterdiği reaksiyonla kıyaslanamayacak ölçüde düşük bir memnuniyet ifadesiyle karşılanmış oluşudur. Girişimin ve görüşme talebinin olumlu karşılandığı, önemsendiği belirtilmekle birlikte; fazla bel bağlamayan, iyimserlikten ziyade şüpheli bir yaklaşım sezinlenmekteydi DTP’nin tavrında.

Bunun elbette son derece anlaşılır gerekçeleri vardır. Ve en azından girişimin başlatıcısı olarak AKP hükümetinin ve Başbakan Erdoğan’ın yedi yıllık hükümet döneminde konuya ilişkin performans kayıtları bile yeterlidir.

Ancak, daha önce de özellikle belirttiğimiz gibi, bu girişimin, daha önce devlet ve hükümet yetkililerince yapılmış bir dizi kıyaslanabilir açılım girişimlerinden farklı, yeni bir yönü vardı. DTP’nin, şimdilik sadece dile söze yansıtılmış olsa bile, bu yeniliği, eşitlik çağrışımını önemsemesi, ciddiye alması beklenebilirdi.

Bu olmadı. DTP sözcüleri, daha ilk görüşmenin ertesinde, AKP hükümeti MHP, CHP ve “devlet”çi kamuoyu oluşturma aygıtlarının ağır salvoları altında, bunları savuşturmaya çabalarken, beklentilerinin boşa çıktığını “dağın fare doğurduğunu” söylemek için biraz bekleme gereğini bile duymadı. Hemen ardından DTP’nin bir kanadı, “görüşme” için asıl muhatabın Öcalan olduğunu, AKP hükümetinin eğer niyeti ciddi ise Kürtler adına Öcalan’ı muhatap almasının zorunlu olduğunu ilan etti.

Bizzat Abdullah Öcalan’ın bile eleştirdiği bu tutum, DTP’de hayli güçlü olduğu bilinen bir kesimin/kanadın, “sorun”a kendi amacına odaklı bir Kürt milliyetçiliği penceresinden yaklaşmaya gayet kararlı olduğu anlamına geliyor.

Hemen belirtmeliyiz ki bu milliyetçi yaklaşım, damar ne yeni ne de yadırgatıcıdır. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu ideolojisi, kurumlaşma ve uygulama tarzı içinde reaksiyoner bir Kürt milliyetçiliğinin sürekli beslenmesi kaçınılmazdı. 1960-70’lerde yükselen sol-sosyalist ideoloji bile bu beslenme damarlarının dönüşerek, Kürt halkının özlemlerinin, Anadolu-Önasya coğrafyasının diğer halklarıyla birlikte, kaynaşarak yaratacakları bir kurtuluş hedefine yönelmesine yetemedi. Sosyalist dünya görüşünü benimsediğini söyleyen Kürtler, hemen her konuda aynı düşündüğü “Türk” yoldaşlarıyla aynı örgüt içinde olmaktansa o düşünceleri savunan kendi –Kürt– örgütlerini kurup “mesafeli bir ilişki”yi tercih ettiler. Ve zamanla da “Kürtlerin kurtuluşu” diğer tüm görüşlerin içinde eridiği, açsallaştırıldığı veya belirsizleştiği yegane hedef, eksen haline geldi.

DTP’nin hem bir “sol parti” imajı verme gayretini, hem de “sadece Kürtlerin değil Türkiye’nin partisi” olma –usuli– iddiasını sadece vitrinine yansıtmakla yetinmesine Türkiye’nin Türk halkıyla ilişkisini belirli bir sol, liberal Türk aydın-sanatçı zümresiyle –destek– ilişkisinin dışına taşmadan sürdürmekten pek rahatsız olmamasına yığınla mazeret bulunabilir, ama bunlar söz konusu içselleştirilmiş milliyetçiliğin nedenleri değil, örtüleridir sadece.

Şüphesiz bu gerçeklik “açılım” dolayımında fark edilmiş değildir. Şimdiye kadar bu konu, en azından bizim gibiler tarafından gündeme getirilmemiş ise; bunun ilk nedeni, bizlerin egemen Türk milliyetçiliğinin fiilen çok daha büyük ve ciddi bir sorun oluşturduğunu bilerek davranmamızdır. O malum adlandırma ile ezen ve ezilen ulus milliyetçiliklerinin arasında, nitelik asla değil, sadece konum farkı olduğunun daima bilincindeyiz. Bu nedenle de her iki milliyetçiliğin de, nicelikleri itibariyle değil nitelikleriyle eş düzey ve derecede etkili olacakları bir sürecin eşiğinde; tavrımızı belirlerken, her ikisini de aynı ağırlıkta dikkate almak zorundayız.

Öyle anlaşılıyor ki; DTP’nin ağırlıklı kanadının önümüzdeki süreçteki tutumu, parti –ve Kürt tarafı– olarak kestirilebilir bir gelecek için tespit edilecek bir talepler listesinin formüle edilmesi ve bu doğrultuda hareket edilmesidir. Bu yazıda bahsedilen CHP, MHP ve ordu-yargı bürokrasi blokunun açılım sürecini engelleme, baltalama yönünde, özellikle popüler Türk milliyetçiliğini harekete geçirmeye matuf gayretlerini “Türk tarafı”nın sorunu olarak görmeye ve bunları Türk tarafının çözüme yanaşmaması diye nitelemeye yatkındır. O tür “gayret”lerin, kimi yörelerde kitlesel bir Kürt-Türk çatışmasına yol açması durumunda şüphesiz devreye girecektir. Ama bunların “hazırlanma” ihtimalinin yüksek olduğu şu safhada örneğin o yörelerin AKP’si ve sosyo-ekonomik politik nüfuza sahip benzer eğilimli kesimlerle ortak bir –önleyici, halkın kaynaşma duygularını besleyecek– kampanyalar düzenlemek için fazla bir çaba göstermeyecek gibi durmaktadır.

Elbette ki böylesi kampanyalar için DTP’den önce AKP’nin harekete geçmesi, ilk çağrının oradan gelmesi beklenir ve istenir. Fakat, bilindiği ve işaret edildiği üzere, milliyetçiliğin süzgecinden geçmiş bir orta sınıf –liberal– muhafazakârlığın partisi olarak AKP’nin, milliyetçiliğin genel eleştirisini Kürt nüfusun yoğun olduğu illerdeki Kürt muhafazakâr oy depolarının temsilcilerine havale edip; Türk milliyetçiliğinin dayanak bölgesini oluşturagelmiş merkezî-doğu Anadolu’da, onun “hassas” sınırlarında, özellikle Türk milliyetçi reaksiyonun kabartıldığı, kabartılacağı koşullarda “DTP ile ittifak” görüntüsü bile vermekten kaçınacağını kuvvetle tahmin edebiliyor, hatta biliyoruz.

Çünkü; daha 1990’ların başında, dönemin SHP-“CHP”-sinin benzer bir ittifak yapması, bizzat kendi “geleneksel seçmen kitlesi” tarafından bile hoş karşılanmamış; iki yıl önceki yerel seçimlerde ülkenin en çok oy alan partisi konumuna yükselmiş SHP, o ittifak takviyesi ile girdiği genel seçimde üçüncü parti konumuna gerilemişti.

O zamanlar, en keskin halleriyle gözükmekten uzak olan, en azından bahsettiğimiz o kardeşlik temalı diskurları da içeren söylemleriyle ortada olan milliyetçilik(ler)in şu son on yıl içinde katılaştıkları, örneğin o kardeşlik diskurunun sönükleştiği “adet yerini bulsun” kıvamına geldiği zaten gözlemlenebiliyordu. O yıllarda Türk yüksek burjuvazisinin en tuzu kuru kesimlerinin dillendirmeye çalıştığı “ver kurtul” formülüne, yani Kürtlerin “kendi bölgeleri”nde kalmaları koşuluyla ayrılıp gitmeleri önerisine şiddetle karşı çıkarken bunun Kürtleri yoksulluk ve geriliğe mahkûm etmek olacağını söyleyerek, kabul edilmezliğini savunan Türk orta sınıflar, o sıralarda merhametli bir dille bahsettikleri Batı’ya göçmek zorunda kalmış Kürtlerden şimdi bir suç ve huzursuzluk kaynağı olarak öfkeyle söz eder hale geldiler. O tarihlerde Kürtleri kendi sosyo-ekonomik ve etnik “üstünlük” duygularının tatmin nesnesi gibi görebildikleri için, onlardan “yukarı”nın acıyan diliyle bahsedenler, şimdi aynı üstünlük duygusunu “ezerek” tatmin etmenin diline kapılmaya teşne duruyorlar. Devlet Bahçeli ve özellikle “kan çıkar” uyarısını yapmakta beis görmeyen Bay Baykal, “yukarı”lardan yuvarladığı bu kartopunun toplumun eteklerindeki çap ve kapsamını göze almış mıdır?

Belirtmek istediğimiz nokta Türkiye toplumunun bütün etnik bileşenleri ve özellikle de Türkler ve Kürtler arasındaki yakınlaştırıcı, kaynaştırıcı ögelerin, hem içinde yer aldığımız genel dünya –kapitalizm– koşullarının törpüleyiciliği ile hem de o genel koşulun da ayrıca beslediği –etnik– milliyetçiliklerin erozyon etkisiyle olabildiğine zayıflamış oluşudur. Egemen –Türk– milliyetçiliğinin gitgide daha büyük bayraklar, daha sık ve daha yüksek sesli marşlarla örtmeye çalıştığı gerçeklik budur. Gelinen noktada Türk milliyetçiliği bu kaynaşma istek ve iradesinin neredeyse tükenme çizgisine gelişini saldırgan bir posta bürünerek ifade ederken, Türkiye sınırları dahilindeki Kürt milliyetçiliği ise tamamen kendi içine kapanarak, “dışı”na gözetleme pencerelerinden bakmakla yetinerek ifade ediyor.

Eğer bu örtünün de yırtılabileceği bir dönemin eşiğinde isek; o örtünün altındaki gerçekliğin dehşetli sonuçlara varmasa bile insanî–toplumsal varlığımızı yoksullaştıracak, kısırlaştıracak salgıları ile karşılaşacağımızı, bunun şimdiden etrafımızı sarmakta olduğunu da biliyoruz demektir.

Milliyetçilik(ler)e karşı doğrudan ve cepheden tavır almak, onu içyüzünü, beslendiği kaynak ve güdüleri teşhir ederek gerilemeye mecbur etmenin, sadece Kürt sorunu açısından değil, Türkiye toplumunun tüm sorunları ve geleceği açısından hayati önem ve önceliğini defalarca vurguladık.

Bunu salt bir teşhir faaliyeti olarak elbette düşünemeyiz. Özellikle de söz konusu milliyetçiliklerin, hitap ettikleri kesimlerin bilhassa orta-alt tabakalarının “üstünlük duygusu”nu harekete geçirmeye yöneldikleri şu koşullarda… Bu bakımdan milliyetçiliklere cepheden karşı çıkacak bir kampanya, bu ideolojilerin bilinen biçimde tatmin ettikleri o duyguyu, o ihtiyacı dönüştürerek; bunun nitelikçe tamamen farklı ve her şeyden önce insani vasıf ve değerlerimizle örülmüş bir tatmininin mümkün olduğunu anlatan, gösteren bir dil, yaklaşım oluşturması birincil önemdedir.

Türkiye toplumuna, özel olarak bu –Kürt sorunu– bağlamında, çözüm ufkunu mevcut Türkiye sınırlarına kapatmayan; yer aldığı tarih ve kültür dünyasının, son asırlarda en fazla deneyim ve badirelerden geçmiş, dolayısıyla olgunlaşmış ama ulus-devlet ve milliyetçilikler cenderesinde insani yetenek ve değerleri kelepçelenmiş halkı olduğunu hatırlatarak başlayabiliriz. Bunun ana tarihlerinin en kritik dönemeçlerinden birinden geçmekte olan tüm bölge halklarıyla birlikte, onlarla kaynaşarak yeni bir siyasal gelecek, bir büyük birliktelik inşasında öncü olma yükümlülüğünü verdiğini vurgulamak, bunun argümanlarını ve imkanlarını anlatmaya koyulmak…

Belki şu noktada hayal aleminde dolaşmak gibi gelebilir; ama sosyalist kimliği, özellikle gerçekliğin bu ufunetli halinde, kendi “öz” değer ve ufkumuzu olanca netliği ile paylaşmaya açmaktan başka bir yol bırakmaz bizlere. Nasıl sonuçlanabileceğinin hesabını yapmaksızın bize düşen görev bunun gereğini bir misyon bilinciyle yerine getirmektir.