Eylül ayının ilk yarısına Trakya ve İstanbul’da hayatı birkaç günlüğüne felç eden ve 40’a yakın insanın hayatına mal olan sel “felaketi” damgasını vurdu. Ancak yetkililerin olup biteni “felaket” olarak sunmakta ısrar etmelerine rağmen bir skandal ile karşı karşıya olduğumuz konusunda geniş bir konsensus vardır.
Ve tarihin (ve de siyasetin) tuhaf bir cilvesi midir bilinmez, “skandal” tam da Hasankeyf’e baraj yapılması konusunda nihai dönemeçlerden birinin daha geçildiği ve İstanbul’a 3. köprü yapılması konusunda AKP Hükümetinin kesin kararlılığını beyan ettiği döneme denk gelmiştir ve bu haliyle “merkez sağ” siyasetin ve onun kalkınmacı-imarcı takıntısının ne kadar yıkıcı olabileceğini görmemiz için bize bir fırsat sunmaktadır.
Adım adım gitmek belki de daha pratik olacak. Hasankeyf ile başlayalım. Bilindiği gibi 1990’larda ortaya atılan bu proje ilk günden beri dünya kültür mirası için eşsiz bir alan olan bölgeyi sular altında bırakacak olması açısından eleştirilere, tepkilere neden olmakta. Bölgeye yapılacak olan Ilısu barajı, bilindiği gibi Hasankeyf’in önemli bir bölümünü sular altında bırakacak. AKP iktidarından önceki merkez sağ hükümetler projeye yönelik eleştirileri “eserler aynı şekilde başka bir yere taşınacak” argümanıyla cevaplamaya çalışmaktaydı. Bu cevabın ayrı bir skandal olduğunu öne süren çevreciler ve bir nebze de olsa insanlığın kültür mirasından nasibini alanların itirazları da cılız bir ses olarak kaybolup gitmekteydi. AKP’nin iktidara geldikten sonra Ilısu barajı projesine tamanen sahip çıktığını gördük. Şaşırtıcı değildi. AKP’ye asıl tonunu veren siyasi eğilim “merkez sağ”daki o kalkınmacı-imarcı duruştur ve siyasetin diğer alanlarında statüko dışı hamleler yapıyor olmaları, merkez sağın çekirdeğindeki o “imar hamlesi”nden vazgeçiyor olacakları anlamına gelmez. Çeşitli aşamalardan geçildi tüm bu süreçte. En kritik aşama birkaç ay önce geçildi ve Ilısu Barajı’na kredi verecek olan Batılı bankalar çevrecilerin eleştirilerini dikkate alarak baraja kredi vermekten vazgeçtiklerini beyan ettiler. Bu ülkelerin vereceği kredi 450 milyon euro civarında olacaktı. Bankaların sözcüleri kararlarına gerekçe olarak tarihî kentteki eserlerin nasıl taşınacağının açıklanmadığını, evlerini terk edecek köylülere yeterli miktarda tazminat ödeneceği yolunda da tatmin olmadıklarını söylediler. Ancak bu gelişme AKP Hükümetinin yolundan döndürmedi. Çevre Bakanı Veysel Eroğlu bu projede geri adım atmayacaklarını açıkladı. Eylül ayına geldiğimizde manzara böyleydi. Ve baraj inşaatına Ekim-Kasım aylarında başlanması planlanıyordu. Ancak Eylül başında bir gelişme daha yaşandı. CHP milletvekili Yaşar Ağyüz TBMM’ye bir soru önergesi verdi. Basitçe şunu sormaktaydı Ağyüz: “Ömrü 40-50 yıl olan baraj için Hasankeyf’i feda etmeyi düşünüyor musunuz?”
Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan gelen yanıt irkiltici oldu. Özetle şöyle deniyordu: “Ilısu Barajı bir zarurettir. Baraj iş imkanı ve geçim kaynağı getirecektir. Hasankeyf’teki en mühim tarihî ve kültür varlıklara sahip olan Yukarışehir sular altında kalmayacaktır. Sular altında sadece bir takım tahrip olmuş yapıların bulunduğu Aşağışehir kalacaktır.”
Yanıt her çevreciyi ve dünyanın kültür mirasına sahip çıkılmasını isteyen her bireyi isyan ettirecek nitelikte. Ancak sanat tarihi ve mimarlık çevreleri ayrıca tepki duymaktalar. Daha doğrusu şoke olmuş durumdalar. Açıklamanın ardından görüşlerine başvurulan İTÜ öğretim görevlisi Prof. Dr. Zeynep Ahunbay “Aşağı Hasankeyf demek, Hasankeyf’in en az yüzde 60-70’i demek. Birçok tarihî eser burada bulunuyor. Tahrip olmuş yapılar da olabilirler ancak bu eserler suya bırakılmayacak kadar değerlidir. Kale’nin aşağısında kalan tüm eserler Aşağışehir’e giriyor.”
Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nden yapılan açıklamada da şöyle dendi: “Eserlerin taşınacağı söyleniyordu. Ancak bu eserlerin taşınamayacağı anlaşılınca ‘harap olmuş’ şeklinde açıklamalar yapılıyor. Önemli olan eserlerin restore edilmesidir. Zaten kazılarda çıkan eserler de tahrip olmuş bir şekilde çıkıyor. O zaman hiç kazı yapılmasın ve eserler gün yüzüne çıkarılmasın” (6 Eylül 2009, Radikal)
Merkez sağın kültür mirasına ve tarihî eserlere bakışı budur. Ve Türkiye’nin siyaset geleneğinde bu bakışın derin kökleri vardır. Şunu da eklemek lazım: Türkiye özelinde sadece merkez sağın paylaştığı bir bakış açısı değildir bu. Merkez sol da kendini bu bakış açısına hapseder çoğu zaman. Peki, Hasankeyf’i sular altında bırakmak neden bütün iktidarların paylaştığı ve hiç taviz vermediği bir proje acaba? Zira düşündüğümüzde ANAP iktidarı döneminden bu yana bir süreklilik söz konusu. Sayısız iktidar geldi geçti, ama kimse Hasankeyf projesini rafa kaldırmadı. Neden?
Şöyle düşünmek mümkün: Hasankeyf nasıl ki çevreciler için ve dünya kültür mirasına sahip çıkmak isteyenler için bir simge ise merkez sağ siyaset için de bir simge. Burası sular altında kalınca bu zihniyet rahatlayacaktır belki de. Bir direnme hattı olabilir mi, merkez sağ siyaset açısından Hasankeyf? Pekâlâ olabilir. Kalkınmacı imarcı anlayışın en çiğ haliyle karşı karşıyayız zira. Merkez sol da dahil olmak üzere Türkiye’nin siyaset esnafı bu zihniyet içinde rahat eder ve hayatiyet bulur. “Barajlar Krallığı” bu zihniyet içinde efsane olabilmiştir. Yakın tarihimiz boyunca merkez sol tarafından da hakkınca sorgulanmayan bu zihniyetin önceliği kalkınmacılık-imarcılıktır. Ülkeyi barajlarla otobanlarla kuşatmak birinci hedeftir. Batı’da on yıllar önce kökten biçimde sorgulanan bu zihniyet, bu topraklarda tüm gücüyle hükmünü sürdürmekte ve itirazlar hayli cılız kalmakta. Toplumu belli bir vasatta buluşturan bir zihniyettir ve doğayı tahrip ederek insana var olma alanı açmayı, kalkınmanın bir şartı olarak sunar. Devasa rantların döndüğü imar projelerini topluma ilerlemenin bir şartı olarak dayatır. “Kardeşim adamlar elektrik üretecek; bu çevreciler itiraz edip duruyor” mantığını merkez sağın tabanına empoze eder ve toplumun bu vasatta buluşmasını ister. En bilindik silahı da “Bu baraj vesilesiyle insanlara iş imkanı doğacak, işte bu çevreciler buna itiraz ediyor” mantığını topluma dayatmaktır. Bu yolla imar hamlesinin itirazsız kabul edilmesini ister. Dünyanın bu kalkınma-imar projeleri yüzünden geldiği halden habersiz değildir. Ancak nasıl ki, bireyler düzeyinde “her koyun kendi bacağından asılır” zihniyetine yaslanarak iktidar oluyorsa; toplum düzeyinde de bunun yansıması “her ülke kendi bacağından asılır” olacaktır ve nasıl ki, bireyler bu kendi bacağından asılan koyunlar olarak etrafını tahrip etmekte beis görmüyorsa ve büyük kentlerde kendi bacağından asılmak için bu zihniyetten –merkez sağdan- imar hakkı alıyorsa, bu hakkı veren merkez sağ da topluma dönüp “kendi bacağından asılan bir ülke olarak etrafı tahrip etmek pahasına kalkınmak, imarlaşmak zorundayız” diyerek bu tip devasa projeler için onay alır. Kapitalizmin en temel varoluş hallerinden biri budur. Ve birçok nedenin yanı sıra tam da bu yüzden AKP en hasından bir merkez sağ partidir. Dolayısıyla Hasankeyf pekâlâ sular altında kalabilir. Oradaki tarihî eserler tahrip edilmiş eserlerdir bu zihniyete göre. Artık “Hasankeyf’i başka bir yerde tekrar kuracağız” argümanına bile gerek yoktur zira dava zaten –zihinlerde- kazanılmıştır, neden yeni zahmetlere girişilsin?
Sel skandalı ile de bu zihniyetin muzafferiyeti içinde karşı karşıya kaldık. Bu kalkınmacı-imarcı zihniyet çoğu zaman merkez sol tarafından paylaşılır, paylaşılmak zorunda kalınır, zira merkez sol etraflı bir kapitalizm eleştirisine giremediği için bu kalkınma imar meselelerinde merkez sağın dili içine hapsolmuştur ve kaldı ki CHP bir tür müteahhit partisi olması hasebiyle zaten bu zihniyetin dışında kalamaz. Dolayısıyla 40’a yakın kişinin hayatını kaybettiği sel skandalı sonrasındaki CHP-AKP atışmasını sistemin özüne yönelik bir tartışma olarak görmek mümkün değil. Bir kere şundan dolayı mümkün değil: bu konuda hiçbir partinin eli temiz değil. Ve zaten birkaç ay öncesini hatırlamak bile yeterli değil mi? Mesela şu günlerde yeniden CHP Genel Başkanı Baykal’ın yanında/arkasında boy gösteren Mehmet Sevigen tam da yerel seçimler öncesinde ismi bir imar usulsüzlüğü ile birlikte anıldığı ve savunması o dönem için Baykal’ı tatmin etmediği için kenara alınmamış mıydı? Herhalde “cezası” bitti, daha doğrusu Türkiye’nin hafızasının zaten bu kadar olduğuna duyulan inanç, Sevigen’in yeniden siyaset sahnesine dönmesine yetti. Şunu da atlamayalım: AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin yine kenara çekilme gerekçesi neydi, yine yerel seçimler öncesinde? Evet isminin yine bir imar usulsüzlüğüne karışmış olması ve savunmasının Başbakan Erdoğan’ı tatmin etmemesi. Aslına bakılırsa şu iki örnek bile imar-rant meselesinin nasıl da yeni dönemin gözde “konu”larından biri olduğunu ve önümüzdeki dönem global kapitalizmin “gelişen” ülkelerde yapacağı yatırımların alacağı mahiyeti göstermektedir.
Evet CHP ve diğer siyaset esnafının bu konuda eli temiz değildir ama İstanbul söz konusu olduğunda AKP’nin yeri ayrıdır. Hasankeyf örneğinde de görüldüğü gibi büyük kent-imar-kalkınma bahsinde de merkez sağ siyasetin tüm gereklerini yerine getirmişlerdir. İstanbul’un tek bir karış toprağının bile feda edilmesine gönülleri razı gelmemiş, değerlenen her arazi için bir “plan” ortaya koymuşlardır. Yerel siyaset bahsinde son yıllarda en çok duyduğumuz kelimelerin “değer”, arazi” “ihale”, “gayrimenkul”, “global yatırım” olması bir tesadüf değil herhalde.
Basitçe şunu yaptı AKP. Yukarıda bahsettiğimiz merkez sağ kalkınma-imar geleneğini 2000’lerin global kapitalist gayrimenkul yatırımcılığı akımıyla buluşturdu. Gidişat böyle olunca İstanbul’un tüm arazileri imara açılabilirdi. Değil mi ki, Türkiye dünyada artan yatırım iştahından payını arttırmalıydı? Aynı şekilde İstanbul da dünyada ve Türkiye’de artan gayrimenkul yatırım iştahından payını alabilmeli, arttırabilmeliydi. Madem ki, İstanbul bir finans ve kültür merkezi olacaktı, her bir karış toprak değerliydi ve değerli araziler hakkınca değerlenmeliydi. Bu hava içinde İstanbul’dan bir beton denizi oluşturmak gayet akla yakın göründü. Levent’teki İETT garajı artık işlevsiz kaldı madem, hemen bir ihale açılmalı ve oraya bir dev gökdelen kondurulmalıydı. Başka bir seçenek kimsenin aklına gelmedi. Sivil örgütler dışında. Onların itirazı ve yargı yoluna gitmeleri de biraz önce bahsettiğim “bozguncular” mantığıyla cevaplandı. Bununla da kalınmadı. “Değerlenen arazi” fetişizmi öyle boyutlara vardı ki kent içinde kalan okullara hastanelere göz dikildi. Plan, bu okul ve hastaneleri kent dışına taşıyıp, bu “değerli arazilere” oteller, alışveriş merkezleri yapmaktır. Ve halen işlemektedir. Zira AKP’ye ve bu zihniyete göre İstanbul mümkün mertebe global gayrimenkul yatırımlarından payını almalıdır. Basın ekspres yolunun ve İkitelli’nin sular altında kalmasına bu çevrede bakmak gerekiyor. Doğrudur, buralar çok önceden imara açılmış alanlar ve az önce de söylediğimiz gibi hiçbir partinin bu konuda eli temiz değil. 11 Eylül tarihli Milliyet gazetesinde yer alan haber, sel skandalının bir simgesi haline gelen Ayamama deresi etrafındaki yapılaşmanın 1997 tarihinde hız kazandığını ortaya koyuyor. Habere göre derenin güneyi 1997 yılında rekreasyon alanı olmaktan çıkarılıp çok katlı yapılaşmaya açılıyor. Ve bu tarihte Mimarlar Odası “Bölge betonlaşınca ekolojik özelliğini kaybedecek” raporu veriyor ve dava açıyor. Habere göre plan iptal ediliyor, belediye bu kez de karşı dava açıyor ve tüm bu hukuki süreç içinde bölge geri dönülemez biçimde betonlaşıyor. Karşılıklı davalar ve suçlamalara geniş yer vermeyeceğiz ancak az önce saydığımız haber tatmin edici biçimde yalanlanmadı ve belediye cephesinden gelen sadece CHP ve DSP’ye yönelik karşı suçlamalardı. Bu tablo içinde Başbakan Erdoğan’dan gelen “Dere öcünü alır” ve Belediye Başkanı Topbaş’tan gelen “Vatandaşlar tedbirsiz davranmışlardır” açıklamaları için bulunabilecek tek açıklama “Herhalde dalga geçiyorlar” olmalı.
Kalkınmacı-imarcı anlayışın duvara çarptığı ayan beyan ortada. Sadece merkez sağ ve merkez sol zihniyetin değil, bu zihniyeti paylaşan toplumun da bu tablodaki payını teslim etmek gerek. Zira bu, paylaşılan ve kendini yeniden üreten bir zihniyettir ve bu cephede otoban maalesef çift taraflı işliyor. Doğayı ve çevreyi tahrip etmek ve büyük kentleri “mağlup etmek” üzerine kurulan düzen merkez solu da girdabının içine çekiyor. Şunu hatırlatmak yerinde olur. Öncekileri bir kenara bırakalım şimdilik, yaklaşık 6 ay önce bir yerel seçim geçirdik. Bu mevzuların merkez sağ partiler dışındaki partilerce mesele edildiği canlı bir tartışma ortamı yaşadığımızı hatırlayan var mı?
Üstelik de elimizde yeni ve mükemmel bir mihenk taşı varken. Yazının başında da bahsettiğim gibi o bulunmaz tesadüf sayesinde İstanbul’a 3. köprü yapılması tartışmalarını da aynı günlerde yaşadık. Sel skandalına “takaddüm” eden günlerde 3. köprü güzergahı tartışması vardı ve tek konu 3. köprünün nereden geçeceğiydi. Aslına bakılırsa köprü güzergahının şehrin kuzeyinden geçeceği, dolayısıyla kuzey ormanlarını tahrip edeceği gün gibi ortadaydı ancak tartışma ayrıntılı güzergaha odaklanmış durumdaydı. Doğrusu bu da önemsiz bir tartışma sayılmaz çünkü güzergahın bir avuç AKP’li tarafından biliniyor olması, o hattaki arazilerin yine “değer”lenmesine ve o arazilerin önceden kapatılmasına yol açacaktı. Bu oyunu bozmak isteyen CHP İstanbul İl Örgütü ayrıntılı güzergahı açıklayıverdi ve bir gün sonra da Belediye Başkanı Topbaş açıklamanın doğru olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Manzara doğrusu hayli tuhaftı. Güzergahın belli olmasıyla yine bilim çevreleri ve çevreciler bu güzergahın hayata geçmesi halinde kuzey ormanlarının ciddi biçimde tahrip olacağını ikna edecek biçimde ortaya koydular. AKP’nin bu itirazlara cevabı hiç de ikna edici olmayan “gerekli önlemler alınacak” açıklaması oldu. Zaten daha sonra Başbakan Erdoğan güzergahın hâlâ tartışılmakta olduğunu söyledi –muhtemelen sürecin bir aşaması, istediği gibi gitmedi- ve ileriki günlerde helikoptere binerek bizzat güzergah belirleme çalışmaları yaptı. Tablo artık laubalileşmekteydi.
Bu vesileyle köprü tartışmasına değinmemek olmaz. Zira burada da kapitalizmin/merkez sağın teslim alıcı ve itirazları boğucu hakim mantığıyla karşı karşıyayız. Ve burada en önemli dayanak da 1. köprü. Değil mi ki, 1970’li yıllarda da 1. köprüye itiraz edilmişti ancak köprü yapılıp bittikten hatta yetersiz kalıp 2. köprü inşa edildikten sonra bu itirazlar cılızlamıştı. Şimdilerde bu kalkınmacı-imarcı mantık diyor ki, “1. köprüye de itiraz ettiniz ama ne oldu?” İlk bakışta haklı bir soru gibi görünse de 1. köprüye yapılan itirazın önemini azaltmıyor bu cevap. Ve aslına bakılırsa bu itiraz günümüzde daha da önem kazanıyor zira bir nükleer santral inşası kararı var yine AKP Hükümeti tarafından alınmış olan. Daha doğrusu aynı Hasankeyf gibi daha önceki hükümetler tarafından ortaya atılan ve AKP tarafından sahiplenilip ısrarla savunulan. Her iki konu da aslında birbiriyle bağlantılı. 3. köprü de nükleer santral de bize bir “zaruret” olarak sunuluyor bu zihniyet tarafından. Ve doğayı tahrip ederek insana yaşama alanı açan ancak bu tavrını ironik bir biçimde “doğal davranış şekli” olarak sunan bu kalkınmacı-imarcı zihniyet tüm itirazları “başka türlüsü mümkün mü” argümanıyla cevaplıyor. Ve tam da bu noktada bu kalkınmacı-imarcı zihniyete yöneltilen eleştiriler daha da zayıflıyor, cılızlaşıyor. Çünkü 1. köprünün hatta 2. köprünün bir zaruret olduğu kabul ediliyor ama 3. köprü biraz fazla deniliyor. Aynı nükleer santral tartışmasında olduğu gibi. Orada da “evet elektrik ve enerji ihtiyacı var ama nükleer santral şart mı?” deniliyor. Hata da burada yapılıyor. Oysa bu konu yıllardır tartışılıyor dünyada ve son yıllarda –yine ironik bir tesadüf– Batılı liberal demokrasiler tarafından sahiplenilen çevreci politikaların özü, uzun yıllar önce ortaya atılan radikal kalkınma eleştirilerinde yatıyor. Bütün bu konular arasımda bir bağ kurmak artık kaçınılmaz hale geliyor. O da şu: 1. köprüye itiraz edenler özünde haksız değildi. Ve onlar aslında şimdinin nükleer santrallere hayır diyenleriyle buluşuyor. Bu itiraz kökten bir kalkınma ideolojisinin eleştirisine dayanıyor. Basitçe: daha fazla enerjiye, daha fazla otomobile dayalı kent hayatını bir zaruret olarak kabul edersek, itiraz şansımız kalmaz. Eğer bu ortak paydada buluşursak, “iki köprü tamam ama üç köprü fazla” “daha çok santral gerekiyor tamam ama nükleer santral şart mı?” itirazımız havada kalır. Çünkü kalkınmacı, endüstrileşmeci politikaların azı çoğu yok. Zaten bu mantık içinde hapsolunduğu içindir ki dünya kıyamet alametleri veriyor ve Batılı liberal demokrasiler hâlâ işin etrafından dolanmakla meşguller. Oysa ki sistem elektrik tüketmeye dayalı kurulduğunda nükleer santral kurmak mecburiyet halini alıyor, sistem otomobil ve otobanlar üzerine kurulduğunda 3 değil 5 köprü zaruret halini alabiliyor. Oysa yeşil hareket tüketim mantığımızı gözden geçirmemiz gerektiğini söylüyor. Günde 5 saat televizyon seyretmeyin diyor. Enerji tüketen ne varsa aslında yapılmayabileceğini ya da çok daha az elektrik tüketecek biçimde yapılabileceğini söylüyor. Kapitalizm, hayatın her alanına yayılmış vaziyette ve tüketim alışkanlıklarını mecburiyet, hayatın doğal hali olarak pazarlamayı iyi biliyor. Ve bu zihniyet içinde kalındığında insanın kentle ilişkisi de bozuluyor çürüyor ve dere yataklarını ıslah edildikten sonra oraya ne kurulacağı değil, o ıslah kararını kimin verdiği tartışılıyor. Çünkü oraya ne kurulacağı bellidir. Otoban ya da betondan bir deniz. Kenti otobanlar, iş merkezleri, değerli araziler, fırsatlar bütünü olarak gördüğümüz derecede, denize ulaşamayıp beton sitelere çarpan sel suları gibi belli bir alana hapsolmaya mecbur oluruz. Ve Başbakan Erdoğan “dere öcünü alır” derken ilahi bir tesadüfe dikkat çektiğini biliyor muydu acaba? Zira Hasankeyf’in sular altında kalmasının nasıl bir şey olacağını hayal eden varsa 10 Eylül günü İstanbul’a bakması yeterliydi aslında. Bundan iyi “uyarı” mı olur?