Daha öncesini saymasak bile; aşağı yukarı çeyrek yüzyıldır adeta bir “sürekli kriz” durumunda yaşaya geldiğimiz ve son on yıl boyunca da bu krizin ideolojik-politik muhtevasını “laik/şeriatçı” veya “cumhuriyetçi/demokrat” odaklar arasındaki iktidar mücadelesi kalıbı içinde algılamaya alıştığımız için; halen içinden geçmekte olduğumuz krizin açılım ve darbe tartışmaları ile nasıl bir dönüşüme uğradığını, nasıl bir boyut ve derinlik kazandığını fark edemiyor olabiliriz.
Oysa, daha öncekilerle kıyasladığımızda hemen görülebilecektir ki; özellikle şu son altı ay içinde ülke gündeminin baş köşesine oturan olay ve gelişmeler; tarafları nasıl tarif edilirse edilsin, yönetim, egemenlik aygıtları düzeyinde cereyan eden bir iktidar mücadelesi formatını aşmış; giderek Türkiye toplumunun hemen tüm fay hatlarını tetikleyen bir deprem dalgasına dönüşmüştür.
Türkiye toplumunun tüm kesim ve bileşenlerinin inanmasa bile aksini söyleyemediği; kabullenmese bile tartışamadığı –gerçek olguları ikame eden– “resmî doğrular”dan, tabulardan, önkabullerden örülmüş zihniyet dünyası; ne 1970’lerin kitlesel siyasallaşma rüzgârında, ne Susurluk’la patlak veren ’90’lı yılların şiddet tüneli aralanırken ve ne de yüzyıldır süren iktidar kavgasının nihai etabı olan “Çankaya Savaşı” günlerinde... bu denli toptan ve çok yönlü darbelerle delik deşik, çökecekmişçesine sarsılır hale gelmişti.
Bu yıkım ve çöküş hali, şüphesiz en açık ve çarpıcı yönleriyle, yüzyıllık zihniyet dünyamızın ekseninde tüm ağırlığı ile yerleşmiş resmî ideoloji cephesinde, onun has kurumlarında yaşanıyor. Ancak onunla şu veya bu ölçüde mesafeli, eleştirel hatta karşıt addedilen siyasal ideolojilerin, hareketlerin de aynı deprem dalgasından ötürü sarsılmaları kaçınılmaz. Çünkü bu akım ve ideolojilerin en radikal görünümlüleri bile, söz konusu zihniyet dünyasının “kurucu” tabularının, önyargılarının ve örtülmüş-çarpıtılmış olgu, tanımlarının en azından büyük kısmını suskunlukla geçiştirmeyi, bunlara dokunmamayı yeğleyen bir yaklaşım içinde oluşturulmuş, olagelmiş idiler. Dolayısıyla bu deprem dalgası, zihniyet dünyamızın ana mecralarını şekillendiren düşünsel-siyasal akımların mensuplarını, onun tabularını ve önyargılarını bizzat savunup besledikleri dönemlerin iç hesaplaşmasına zorlarken, dünün “en muhalif” akımlarını da o suskunluğun, karşı çıkamamanın hangi temel zaaf veya eksikliğe tekabül ettiği sorusuyla karşı karşıya bırakıyor.
Zihniyet dünyası derken, kendini “toplumun tartışılmaz gerçeklikleri, değişmez özellikleri” kisvesine bürünerek somutlaştıran ve bu meşruluk şırıngasıyla insanların olguları tanımlama ve anlamlandırma tarzlarını birincil derecede etkilediği gibi, evrensellik iddiasındaki ideoloji ve inanç sistemlerine de nüfuz edebilen, onları “yerlileştiren” kabullerden, önyargılardan ve değerler hiyerarşisinden oluşan bir çerçeveyi kasdettiğimizi belirtelim öncelikle. Bunlar “dışarıdan” empoze edilen şeyler olmayıp, büyük çoğunluğun “doğru veya zorunlu” sayılmasını içselleştirdiği ideolojik-bilişsel öğelerdir. Bir resmî ideoloji tarafından özel olarak formüle edilmiş biçimlerine itiraz, karşı çıkış eğer esasa ilişkin değilse; örneğin “Kutsal Türk devleti” nitelemesine itiraz kutsal sıfatına değil onun gerekçelendirme biçimine ise, aynı zihniyet çemberi içinden konuşuluyor demektir.[1]
Zihniyet dünyası, sadece devlet -e hakim sınıf/bileşim- tarafından bir biçimde formüle edilen ve gerekçelendirilen bir “temel kabuller önyargılar” örgüsü olmayıp bunların birçoğu görece farklı da olsa muhalif akımlar, daha da önemlisi toplumsal düzenin “omurgası”nı oluşturan çoğunluk tarafından da referans değerinde öğelere dayandığı için; “doğruluk” halesinin kirlenmesi, çatlaması, algı, yorum ve anlam kalıplarının da sarsılması, çökmesi demektir.
En ağır, karmaşık ve haliyle savrulmalara, iç çatışma ve tahribatlara fazlasıyla açık bir bunalım durumudur bu. Ve Türkiye şimdi bu noktadadır.
Türkiye gibi, ulusal bütünlük ve kimlik fikri, algısı devlet kavramı ile bu denli içiçe oluş(turul)muş bir toplumun, –geçmişi de kaçınılmaz olarak hatırlanan sorgulanan şu son çeyrek yüzyılın 12 Eylül rejiminden, Susurluk şokuna; 28 Şubat’ın tiksindirici yöntemlerinden aylardır korkunç “detaylar içeren belgeleri ard arda ortaya dökülen darbe hazırlık planlarına kadar– “devlet”i ile yaşadığı olaylar serisi gözönüne getirildiğinde; yolun bittiği, kaçınma çarelerinin tükendiği, artık “hakikat”le yüzleşmekten başka bir çıkışın kalmadığı noktaya gelip dayandığımız görülecektir.
Bu bunalımın en ağırlıklı olarak yaşandığı, hissedildiği yer, toplumsal-ulusal kimliklerin üzerine “inşa edildiği”, o kimliğin, “gündelik yaşam” pratiklerine dönüşmesinde “taşıyıcılık”, “omurga” işlevini yerine getiren geniş orta sınıf katmanlarıdır.
Bu orta sınıfın büyük kesimini oluşturan “muhafazakar” çoğunluk, yakın bir tarihe gelinceye kadar, “devlet”i fiilen temsil eden kurum ve kuruluşlar ile kendilerini “çağdaşlık-laiklik” üzerinden onlarla özdeşleştiren orta-üst sınıf katmanlarını, en azından toplumsal-ulusal kimlik zemininde örtüştüğü, siyasal rakipler olarak görüyor, onların da kendisini böyle addettiğini varsayıyor, inanıyordu. Oysa darbe hazırlık planlarının dehşet verici fasılları, başlangıçtan beri değilse bile en azından ’90’lı yılların ortalarından, –bir tarih vermek gerekirse– 28 Şubat arefesinden beri, bu kesimin nazarında artık –gittikçe güçlenen– bir düşmana, bir öteki millete dönüşmüş olduğunun apaçık kanıtı olarak ortaya saçılmışken, şimdiye kadar ortak milli kimlik denilegelmiş şeyin artık söz konusu olmadığını kabul etmek zorundadır şimdi. Gayrımüslim azınlıkların başından beri bildiği, sosyalistlerin ve daha sonra aynı “iç düşman” katogorisine sokulan, seslerini yükselttikçe daima “dışarıda”ki köklerinden bahsedilen Kürtlerin epeydir farkında oldukları “hakikat”le yüz yüze gelme aşaması onların da bu noktaya gelişiyle tamamlanmış olmaktadır.
Osmanlı’nın son döneminin ve Cumhuriyetin kuruluş döneminin damgasını taşıyan “millet” tasarımının temel öğelerini bu süreçte oluşturan zihniyet dünyamızın merkezindeki toplumsal-ulusal bütünlük kavramı; o kavramın odağında yer alan “devlet”in bütünlüğü sağlama işlevinden tam tersine evrildiği bir sürecin sonunda milletin ezici çoğunluğunu “düşmanlar bloku” olarak görebilen bir konuma gerilemesiyle artık tamamen çökmüştür.
Türkiye toplumu, kendisini bir bütünlük olarak tarihsel deneyimlerinden, gelecek ufkunun kapsamından çıkaracağı öncüllerden hareketle yeni baştan tanımlamak ve bu tanım ekseninde yeni bir zihniyet dünyasına açılmak sorunu/görevi ile karşı karşıyadır, bugün.
Bu sorun ve görev sadece bir yönü milletini düşmanlaştırmış bir devlet gerçekliği ile apaçık karşı karşıya olmakla ilgilidir. Özellikle bahsettiğimiz –muhafazakâr orta-sınıf katmanları; otantik Türkiye burjuvazisinin büyük çoğunluğunu oluşturan– kesim açısından bir diğer boyut da en az ilki kadar önemlidir ve ayrıca çok daha hassas niteliktedir.
Şöyle ki; Türkiye toplumunun son yüzyıllık tarihinde, “devlet”in, milleti onun “ülkesiyle birlikte bütünlüğünü” sağlamak adına “öncülük ettiği” girişimler silsilesinin her adımında toplumun belirli kesim(ler)inin desteği ve onayıyla yürüdüğü biliniyor. Pek çoğu kanla, dizginsiz şiddetle, zulümle icra edilen o girişimlerin herbirinde ya bir siyasi akımın mensupları, ya etnik-mezhebi topluluklar –Şeyh Sait’te Şafii Kürt aşiretler, Dersim’de Alevi Kürt-Zazalar, 6-7 Eylül’de gayrımüslimler– “düşman-iç düşman” muamelesi reva görülerek hedef tahtasına konulurken; şimdi devletin milletinin çoğunluğuna düşman gibi bakmakta olduğu gerçeğinden dehşete kapılmış olarak duran bu orta sınıfların mensubiyet çizgisinde yer alanların büyük kısmı da “devlet”le omuz omuzaydılar. Şimdilerde “Dersim katliamı”ndan açıkça söz edip, Alevilere neden hâlâ CHP’nin saflarındasınız diye soran Başbakan Erdoğan, kendisinin içinden geldiği kesime dönüp siz o katliamın neresinde duruyordunuz, katliam artığı sürgünlere nasıl davrandınız diye sormayı da ihmal etmemelidir örneğin.
Az önce de işaret edildiği gibi; bir zihniyet dünyasını oluşturan “malzeme”nin harcı, ait olduğu toplumun tarihsel-toplumsal deneyimlerinden süzülmüştür. Kimi zihniyet dünyaları, bu “süzme”nin, tarihini dikkate almanın gerçek bir sorgulama, hesaplaşma ve dolayısıyla “arınma”yla birlikle yapıldığı süreçlerin ürünü olarak teşekkül eder. Kimileri, örneğin üzerinde konuştuğumuz son yüzyıllık zihniyet dünyamız ise tam aksine, korkuların, eşitlikten duyulan ürküntünün, fizik güç saplantılarının yüzeye çıktığı bir tarihsel durum “verileştirilerek” ve bu verilerden hareketle icra edilen kanlı, karanlık girişimlerin sürekli “unutulmasını”, örtbas edilmesini çıkar yol sayan bir yaklaşım doğrultusunda oluşturulmuştur.
Bu nedenle; mevcut bunalım durumunda artık çökmüş olan o zihniyet dünyasını oluşturmuş tabuların zaten epeyce aralanmış örtüsünü kaldırmakla önyargılar ve kabullerin formülasyonunu revizyona tabi tutmakla yetinilemeyeceği gibi; asıl önemli olarak; bu “unutma alışkanlığı”, örtbas etmeye meyillilik ile gerçek bir yüzleşme yaşanmalıdır. Maddi olanından çok, zihnî ve ahlaki bir bedel ödemeden kaçınma tutumunu ele veren bu “alışkanlık”, o zihniyet dünyasının değerler hiyerarşisinde fizikî-askerî güce öncelik tanıma anlayışının, ona sahip-özdeş olma arzusunun başatlaştırılmış olmasının dolaylı sonucudur. Çünkü fizikî güç ile zihnî yetenekler ve onların varlığında var olabilen ve gelişebilen ahlaki vicdani-akli “güç” arasındaki niteliksel farklılık, “doğal” olan ile “insani” olan arasındaki kategorik, mahiyetsel farka –kimi durumlarda zıtlığa– tekabül eder.
AKP, ve şimdi çoğunluğu ile onun ardında saf tutan –eski deyişle– merkez sağ mecra; zihniyet dünyamızı kurmuş tabuların birçoğunun fiilen geçerliliğini yitirdiği önyargı ve kabullerin milliyetçilik ve ırkçılığın mevzilerine dönüştüğü gelinen durumda bile hâlâ, o zihniyet dünyasıyla gerçek bir hesaplaşmadan, kalıntılarının süpürülüp atılmasından kaçınmaya, karşılaşacağı dirençlere cepheden tavır almak yerine bir uzlaşma pazarlığına oturmaya niyetlidir büyük ihtimalle. Gerçi onun bu niyetine rağmen, konum ve imtiyazlarını koruyamayacakları bir “sath-ı mail”e savrulmuş olmanın “çılgın”lığına sarılmış, bunun sonucunda adeta bir akıl tutulmasına uğramışçasına davranan “Cumhuriyet muhafızları” cephesini öyle bir uzlaşma noktasına getirmek nasıl mümkün olacak bilemiyoruz. Ama asıl önemli nokta; “milletin ülkesiyle birlik ve bütünlüğü”nü –laik– Sünni Türklerin egemen-üstün/imtiyazlı konumları ekseninde tasarlamak ve icra etmek üzerine kurulu geleneksel zihniyet dünyamızın bu kökensel vasfını kimlik algısının tam ortasına yerleştirmiş alt-orta sınıflar mensubu “milliyetçi Türk”ler yığınının –öncelikle– Kürtlerle “eşitlenme”ye açılan bir süreci –kimlik– parçalanması, yok edilmesi gibi algılamasının doğurduğu ve daha da doğuracağı tepkinin şiddet yoğunluğu ve çapını henüz ölçemiyoruz.
Öte yandan, az önce de kısmen işaret edildiği üzre, tarihimizin “istenmeyen, yüz kızartıcı ve ileride sorun yaratması muhtemel” fasıllarını unutturarak veya örterek kurulmuş bir zihniyet dünyasının yıkılışından, çöküşünden söz etmek, o unutturmaların canlı hatırlanışlara dönüştüğü örtülerin altından yüzlerce yıllık sorunların beliriverdiği bir “hafızaların uyanışı” safhasının başlayacağını söylemek de demektir. Türkiye toplumunun birbiriyle, belli hiyerarşiler içinde sırt sırta yaşayan topluluklar toplamı olarak yaşadığı, dili, adetleri tamamen farklı muhacir mahallelerinin “yerliler”ce dışlandığı günlerin ifade edilmemiş tepkilerinin –en azından bir süre– dillendirileceği, sorunlaştırılacağı bu süreç, Türkiye toplumunun gerçek “bütünleşme” –daha doğrusu kaynaşma- imkânlarının ölçülmesini sağlayacaktır öncelikle. Ama aynı zamanda, örneğin Aleviliğin onca devlet zulmüne rağmen “devletçi” bir partinin desteğinde yer almaları açıklayan “Sünni korku ve yılgı”sının –tersinden ifadeyle Sünniliğin, Hanefi/Şafiiliğin Aleviliğe karşı düşmanlık, aşağılama duygusunun– ya yeniden depreşip cepheleşmesine ya da her iki tarafın insani-medeni bir diyalog zeminine yönelmelerine kapı açacaktır.
Türkiye’nin, nasıl ve nerede bir toplum olacağının yeniden belirleneceği sürecin içindeyiz. Bu süreçte ya Türkiye –kelimenin tüm anlamlarıyla ve özellikle insani değerler-vasıflar boyutuyla– büyüyerek kendini dönüştüreceği ve bunu karşılayacak zenginlikte bir yeni zihniyet dünyasını –bölgesine de– açacağı bir süreç istikametinde gelişecek ya da –kendini coğrafya ve nüfus olarak korusa bile– insani ve medeni vasıflarını parçalayıp yok etmenin eşiğinde sürünen bir ülke olmanın kanlı girdabına, fay çukurlarına sürüklenecektir.
Ve Türkiye hepimizin tek tek tercihleriyle o tercihin ardına yüklediği gayretin ve niteliklerin bileşkesinde kendi kaderini belirlemiş olacaktır.
[1](*) Türkiye’de 19. yüzyılın sonlarından ve Cumhuriyetin kuruluş döneminden itibaren teşekkül etmiş zihniyet dünyasının fikirler, görüşler ve bilgiler düzeyi, o dünyanın temelini, duvar ve tavanını tayin eden devlet ve millete ilişkin tabular, değer yargıları ve kabullenmelere açıkça zıtlaşmama kaydıyla serbesttir ve birbirleriyle çatışabilirler. Liberalizm ve sosyalizm gibi akımlar diğer politik mülahazaların yanısıra, o sınırlamalarla uyuşamayacak bir fikir ve inanç temeline sahip oldukları için, dinî –Sünni İslamî– akım resmî ideolojinin asli rakibi addedildiği için çok uzun yıllar kanuni veya fiilî bir yasaklamaya maruz bırakılmış; zihniyet dünyasının o duvarlarına dokunmayan bir dil ve davranış rotası tutturdukları ölçüde legalleşmelerine ancak son on yıllarda izin verilebilmiştir.