Seçim sonrasının en fazla ilk birkaç yılı içinde çözüme kavuşması ya da en azından “çözüm” mecrası veya yönünün belirlenmesi kaçınılmaz hale gelecek sorun/konular listesi, bunların önem ve ağırlığı göz önüne getirildiğinde; 12 Haziran seçiminin, sunulan perspektiflerin kapsam ve çeşitliliği, bunlara gösterilen ilginin yoğunluğu açısından Cumhuriyet tarihimizin siyasete en fazla odaklanmış seçimi olması gerektiğine kolaylıkla hükmedebilirdik.
Bunun için, ülkenin tarihinde ilk kez gerçekten sivil denebilecek bir anayasanın yapılabilme koşullarının hemen tümüyle oluşmuş olması bile tek başına yeterli olurdu. Üstelik tam da bu durumda, ülkenin “en hassas” sınırının öte yakasında uzanan İslam-Arap dünyasında Ortadoğu’da hüküm süren neredeyse asırlık statüko, zincirleme halk ayaklanmaları ile yerle bir oluyor ve böylece harekete geçen dinamiğin mevcut ulus-devlet sınırlarınca durdurulamaz olduğu açıkça görülebiliyorken... Bölgenin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde çizilen ve o tarihten beri sürekli sancılı olan sınırları dahilinde hüküm süregelen monarşik veya diktatoryal rejimlerin sürdürülemez hale geldiğini daha ilk etabında kabul ettiren bir isyan ve arayış dalgası mevcut devlet sınırlarını aşarak yayılıyor. Biraz daha dikkatli ve derinliğine bakış, bu isyan dalgasının sadece bu baskıcı, demokrasiden nasipsiz rejimlere tepkinin ürünü olmadığını, o rejimler altında yerleştirilmeye çalışılmış ulus-devlet mantığı ve formatına sıkışmaya karşı çıkan bir arayış potansiyelinin dışavurumu olduğunu kuvvetle sezdiriyor. Bu durumda Türkiye’nin siyasal kadroları/“siyaset sınıfı” ve bizatihi toplumun kendisi, hem zaten sancılı ve geçirgen olagelmiş güney sınırlarına vuran bu isyan dalgasını yaratan halklarla binlerce yıllık tarihsel kültürel bağ ve yakınlıkları ve son yıllarda bilhassa yoğunlaşan iktisadi-sosyal ilişkileri bağlamında ve hem de bu bağlamı zaten içerdiğinden, hayatî önemi ve ağırlığıyla yaşadığı “Kürt sorunu”na yeni boyutlar kattığı için... siyasal varoluşunun hal ve geleceğini, bütün imkân ve ihtimalleri düşünerek acilen tartışmak zorunda değil midir?
Evet demeliyiz ama tam tersine, görünen odur ki; 12 Haziran seçimi, başlıca partilerin (AKP, CHP, MHP) propaganda konularına, bunların işleniş tarzına bakıldığında, belki de Cumhuriyet tarihinin en apolitik havalı seçimi olacaktır. Artık son etabına girdiğimiz seçim kampanyasında şu yukarıda özetlenen durum, konu ve sorunların adının bile nadiren geçtiği, siyasal tartışmadan daha fazla belaltı magazinin rağbet gördüğü bir sığlık ve düzeysizlikte sürüp gidiyor.
Şüphesiz, BDP ağırlığı ve ekseninde oluşmuş blokun seslendiği ve desteklendiği, büyük çoğunluğuyla Kürt nüfus, bu durumun istisnasıdır. Bu blokun adayları sadece Türkiye sınırları ve devlet yapısı temelinde –özerklik gibi– radikal düzenleme önerilerini değil, “demokratik konfederalizm” gibi Ortadoğu’yu mevcut ulus-devletlerin egemenlik sahalarına bölüştüren 20. yüzyılın ilk çeyreğinden beri geçerli statükoyu da tartışmaya açan öneriler bağlamında, bilhassa Kürt nüfusun yoğun ilgiyle izlediği, katıldığı, bir siyasal propaganda/kampanya yürütüyorlar. Ancak, dikkat çekici olan nokta; BDP’nin devraldığı ve PKK ile bağını asla reddetmediği bu siyasal hareket, geçmiş dönemlerde bu önerilerin sadece bir parçası olabilecek talepleri dillendirdiğinde dahi; başlıca partilerden –hemen daima karşı çıkış biçiminde olmuş ise de– bir cevap alabiliyor iken; şimdi çok daha radikal ve bir tasarı bütünlüğünde talepler dillendiriliyorken aynı partilerden sözü edilir bir cevap gelmeyişi, karşılık verilmeyişi, sessizlikle geçiştirilmesidir.
Bu, –sadece BDP adaylarına oy verecek olanlarla sınırlı denilemeyecek– Kürt çoğunluk ile AKP, CHP ve MHP’den birine oy verecek “Türk” büyük çoğunluğun “artık karşılıklı konuşacak tartışacak bir şeyimiz kalmadı, bilinmesi gerekeni biliyoruz ve kesin kararımızı netleştirmenin eşiğindeyiz” noktasına gelip dayandıklarının mı göstergesidir? O nedenle mi BDP adaylarının propaganda çalışmalarında “Türk” çoğunluğa meramını anlatmaya eskiden gösterilegelen gayret şimdilerde neredeyse yok düzeyine inmiş ve kampanya Batı metropol varoşlarında bile hemen tamamen Kürt nüfusa yönelik hale gelmiştir? Ve yine aynı nedenle midir ki; geçmişte AKP, CHP ve MHP’nin eleştirmek, kınamak hatta suçlamak için bile olsa bolca üzerinde konuştukları BDP tez ve taleplerine değinilmiyor bile?
Eğer söz konusu ilgisizlik ve ilişkisizlik esasta böyle açıklanıyor ve yorumlanıyor ise; ortada gayet tekinsiz bir durum ve gidişat var demektir. Bu tutum örneğin 12 Haziran sonrası Meclisin gündemini belirleyecek olan “yeni Anayasa”nın Kürt sorununun çözümü ile doğrudan ilişkili maddelerinin AKP, CHP ve MHP’nin uzlaşabileceği, ortaklaştığı noktalara göre formüle edileceğine dair kararlılığın yansıması olarak okunabilir bu durumda. Ve galiba BDP-PKK cephesinde durum çok daha önceden böyle okunduğu için; seçim propagandasının dili, yöntem, araç ve temaları müstakbel meclisin büyük –Türk– çoğunluğunun açık veya zımni desteğiyle formüle edilen anayasa maddelerinin Kürt sorununa cevaz verdiği çözüm/açılım kanallarını asla yeterli saymayacağına şimdiden kararlı bir tutuma göre düzenlenmiş gözükmektedir.
O halde BDP sözcülerinin “çok kötü şeyler olabilir”, Abdullah Öcalan’ın “cehennemî” diye nitelediği bir şiddet ve çatışma süreci başlayabilir diye yaptıkları uyarıların gerçekleşeceği bir yakın gelecek mi bekliyor Türkiye toplumunu? “Yeni Anayasa”nın –en azından mevcut konjonktür bağlamında– özellikle Kürtler ve “Kürt sorunu” açısından kritik önem ve anlamı bilindiği halde; anayasa konusunun bununla ilgili noktalarında beklentilere –tatmin etmese de– karşılık vermek suretiyle hiç değilse Kürt kesiminde “muhatap alındıkları” duygusunu verecek bir tavrı topluca almayan AKP, CHP ve MHP, bu ihtimali ciddiye mi almıyor, blöf mü sayıyor yoksa?.. Aynı soru; Ortadoğu’yu kaplayan isyan dalgasının Türkiye’ye de Kürt nüfus yoğun illerde de pekâlâ zuhur edebileceğini ilan eden BDP-PKK cephesinin bu kabil beyanlarına gösterilen tepkisizlik, duymamış gibi yapma ortak tutumu bahsinde de sorulabilir.
Bundan birkaç yıl önce, Kürt nüfusun yaşadığı şehir ve semtlerde protesto gösterilerine giderek artan bir kitlesellikle katılan 18 yaş altı gençlerle ilgili bir söyleşide, önde gelen bir Kürt siyasetçi, kendisi gibi 40’lı ve üzeri yaşlardaki Kürt politikacıları için “bizler” diyordu; “Türk arkadaşları olan, onlarla yaşamış, yakın ilişkileri olmuş, dertlerini paylaşmış bir kuşağa mensubuz. Bizden sonraki kuşaklarda o arkadaşlıklar, yakınlık ve paylaşma duyguları giderek ve hızla azaldı; şimdi sokakları dolduran şu çocuk-gençlerin çok büyük çoğunluğunun belki de hiçbir Türkle tanışmışlığı bile olmamıştır. Türkü polis, subay, asker olarak görmeye alışmış, Türk tanımını onlardan gördüğü muameleyle özdeşleştirmiştir. Yani sonuç olarak, Türk siyasetçilerin insani ilişkiler, değerler boyutu da olan bir müzakere süreciyle Kürt sorununu çözmeye yatkın muhataplar bulacağı son nesil bizleriz. Eğer şimdiye kadar yaptıkları gibi müzakereyi reddetmeye devam ederlerse birkaç yıl geçip bir sonraki nesil ve şimdi sokakları dolduran gençlerin artık inisiyatif ve karar sahibi olduğu döneme girildiğinde, öylesi bir müzakere için isteseler dahi muhatap bulamayacaklardır. Karşılarında Türklerle sadece çatışma halinde ilişkisi olmuş, onları burada tanımış temsilciler olacaktır.”
Mealen aktardığımız bu sözler: “Kürt sorunu”nu milliyetçilik(ler)in belirlediği bir mecraya olabildiğince sokmamak, bu halen mümkün görünüyorken çözüm için uğraşmak adına yapılmış bilgece bir uyarıydı.
“Sorun”un şiddet/çatışma zemininden müzakere zeminine kaydırılma ihtimalinin belirir gibi olduğu zamanlarda –ki hepsi de PKK’nın ateşkes ilanı iledir– bu ihtimallerin nasıl boşa çıkarıldığını biliyoruz. O boşa çıkarma “mekanizması” her defasında aynı şekilde işlemiş; ya PKK tarafından –33 asker olayı gibi– ağır bir sabotaj ya da güvenlik güçlerinin beklenmedik cop ve haşinlikte bir operasyonu ve bunlara anında verilen şiddetli tepkilerle süreç daha nefes almadan bitirilmiştir.
Bütün bunlar devlet-iktidar cephesinde olsun, PKK ve onun çevrelediği Kürt siyasal kadrolar içinde olsun, iki karşıt eğilimin varlığı ile açıklanagelmişti. Her iki taraftaki “siyasal –şiddetsiz– çözüm” eğilimlilerin nadiren de olsa inisiyatif kazandıkları, müzakere kapısı aralamaya gayret ettikleri her durumda, diğer “şiddetle çözüm”den yana eğilimler –belki de el altından gizlice ve önceden anlaşmalı olarak– bu girişimleri daha başlamadan söndürecek bir tertibi derhal yürürlüğe sokabiliyor; diğerleri de bu duruma çaresiz boyun eğiyorlardı.
Bu açıklama kalıbı, AKP hükümetinin 2008’de büyük bir tantanayla ilan ettiği “açılım”ın boşa çıkması bahsinde de bir ölçüde kullanıldı. Ama orada “açılım”ı sönümleten, silahlı eylem biçiminde bir tertip değil, CHP ve MHP’nin organize ettiği kitlesel bir milliyetçi reaksiyondu. AKP hükümeti kendisine oy vermiş kesimlerin de bu reaksiyona katılabileceği endişesi ve telaşıyla kendi açılım projesini rafa kaldırmayı yeğlemişti.
Ancak bunu yaparken gösterilen o milliyetçi reaksiyonu –alçak profilli de olsa– kınamaktan ve “açılım”a nihai darbeyi vuran KCK tutuklamaları ile ilgisi olmadığını, ayrıca gereğini onaylamadığını belirtmekten de geri durmamıştı.
Oysa 12 Haziran seçimi arifesindeki AKP ve hükümetin tavrı hiç de böyle değildir. PKK’nın tavrında da buna paralel bir yön görülüyor. Nitekim AKP, tam da seçim kampanyası dönemi başlamışken, Tunceli’deki askerî birliklerin aniden harekete geçerek, bölgedeki gerilimi körükleyeceğini bile bile, 7 PKK’lının öldürülmesiyle sonuçlanan bir operasyona girişmesini, kamuoyu çoğunluğunun bundan rahatsız olduğunu, onaylamadığını gördüğü halde, gayet tepkisiz karşılayabildi. Vaktiyle kendi mensuplarının yaptığı 33 asker olayı gibi eylemleri sabotaj, provokasyon diye niteleyebilmiş PKK da, “açılım”ı baltalayan Reşadiye baskınının ve Tunceli operasyonunun hemen akabinde Başbakanın seçim konvoyuna pusu kurulmasını –ortam gerici etkilerini elbette bile bile– “misilleme hakkı” adına sahipleniyor artık.
Dolayısıyla, –bir tarih vermek gerekirse– 2009 referandumundan bu yana, her iki “cephe”de de “ılımlı–katı” kanatların varlığı ve iç çekişmesi tespitine dayalı açıklama kalıbını geçersiz saymak gerekir. Özetle ifade edilecek olursa; Türkiye’nin başlıca partileri AKP, CHP ve MHP, yakın zamana kadar ağırlıkla “askerî çözüm”den, yani “Kürt sorunu”nu yok saymaktan yana olan asker-sivil bürokrasi ile birlikte Türk milliyetçiliğinin formel bir demokrasiye uyarlanması zemininde uzlaşma noktasında bir araya gelmiş; söz konusu partilerin ve onları besleyen siyasal düşüncelerin şekillendireceği hükümetlerin o çerçeveden çıkmayacakları kabulü ile, “Kürt sorunu”nu aralarında açık bir tartışmanın konusu yapmamaya karar vermiş gibidirler. Yeni anayasa meselesinin bu partiler arasındaki rekabet ve sürtüşmelerin bir konusu olmamasının kanımızca asli nedeni budur. Çünkü böylece yeni Anayasanın en fazla merak edilecek noktası olan “Kürt sorunu”nun çözümüne ilişkin yönleri, haliyle “Kürt partisi”ne de açık olacak ülke çapında bir siyasal-seçim platformunda tartışılma konusu olmayacaktır.
Şüphesiz “Kürt partisi” bu yönde bir çabaya girişebilir. Ama az önce değindiğimiz gibi, “o cephe”de de böyle bir amaç ve istekten pek söz edilemez. Daha önce işaret ettiğimiz gibi BDP, önceki seçim dönemlerinde hiç görmediğimiz ölçüde “kendi içine dönük” bir kampanya yürütmekle yetinmekte; yeni anayasa konusunu hemen sadece “Kürtlerin statüsü” konusuna indirgeyerek işlemektedir. Kürt milliyetçiliğinin artık ilan edilmesine bile gerek görülmeyecek ölçüde belirleyici bir temel olduğunun açık yansıması ve teşkilidir bu durum. Tıpkı az yukarıda Türk milliyetçiliğinin “milliyet-etnisite” ile doğrudan ilişkili konularda bazı ortak kabuller üzerinden temel alınmasına dayalı bir uzlaşma ile AKP, CHP ve MHP’nin “Kürt sorunu”na ilişkin farklı tutumlarından artık bahsedemiyorsak, bunlar detay derecesine inmiş ise; BDP etrafında kurulan ve HakPar gibi partileri, İslami eğilimli Kürtleri de kapsayan “blok”un da çimentosu Kürt milliyetçiliğidir. Kürt milliyet-etnisitesi’ni doğrudan ilgilendiren konularda perspektif aynıdır. Ve yukarıda adı geçen tüm partilerin diğer konulardaki farklılıkları, özellikle ana konu addettikleri o milliyet konusu söz konusu olduğunda detay kısmına havale edilebilecek aksesuar mesabesindedir.
Bu seçim kampanyası döneminin son 20 yılın tüm seçimlerinde bıktırıcı ölçüde duymaya alıştığımız Türk milliyetçi hamaset gösterilerinin asgariye inmiş olması, yukarıda söylenenlerin aksine bir kanıt değil, tam tersine doğrulanmasıdır. O dönem boyunca kabartılmış milliyetçilik(ler)in aşıldığını, sönümlendiğini değil, sindirildiğini içselleştirildiğini gösterir. Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin, Kemalist milliyetçiliğin, özellikle 1980’li yıllarda pekiştirdiği içerikle ağırlaştırdığı “Kürt sorunu”nu, o ideolojiden şu veya bu şekil ya da ölçüde müşteki siyasal akım ve kadroların, dillerine doladıkları onur, demokrasi ve özgürlük sözlerine rağmen sürüye sürüye bugüne getirmelerinin faturası budur.
Bu faturanın nihai bedelinin 12 Haziran seçimlerinden sonra ödenmeye başlanacağını bilelim. Zaten ödenmiş bedelleri aşan bir bedel de olabilir bu. Milliyetçiliği iyice sindirmiş tarafların karşı karşıya geleceği bir “milli sorun”dan insanca/hakça bir çözüm şöyle dursun, adına çözüm denebilecek bir şeyin çıkmasının dahi mümkün olmadığını, umarız en az acı ve utançla, çok geç olmadan öğreniriz toplum olarak.
Bunca zengin potansiyeline, imkânlarına rağmen Türkiye’nin, tam da Ortadoğu ve Doğu Akdeniz merkezli dünyada tarihsel bir atılımın, dönüşümün ufku ağarırken bu noktada oluşu, belki de hepimiz için bir silkinme vesilesi, imkânı olur. Dileyelim.