Genel seçimler yaklaşırken, yine ortalık toz duman ve yine “özel” meseleler ertelenebilir gibi görünüyor... Kadınların parlamentoda temsili, bu “özel” meselelerden biri.
Her seçim öncesinde olduğu gibi, bu kez de “tabii, muhakkak, kadınlar temsil edilmeden olur mu hiç” diye girdiğimiz yolda, aday adayları listelerinde seçilebilir yerlerdeki kadın sayısını görüp hayal kırıklığına uğradık... Partilerin seçim broşürlerine bakarsanız, hiçbirinin suçu yok, hepsi kadın adayları destekliyor, “kadın sorunları”na eğilmek istiyor ama işte, adaylık meselesi biraz karışık, orada işler farklı yürüyor...
“Bayan Aday” sayısı, önceki seçimlere göre yüksek: CHP 109, AKP 78, MHP 68. Ama seçilemeyecek sıralara yerleştirilmiş olanları bir kenara koyduğumuzda, durumun pek de parlak olmadığını görüyoruz. Örneğin, birinci sırada yer alan kadın aday sayısı, AKP 1, MHP 2, CHP 4. İkinci sırada AKP’de 6, CHP’de 10, MHP’de 5... Yani, listelerde nispeten kalabalık görünseler de, aslında pek de öyle değiller. Anlaşılıyor ki, seçim sonuçları ne olursa olsun, meclisteki kadın sayısının artması mümkün olmayacak.
“Mecliste daha fazla kadın” talebi ne anlama geliyor? Kadınları neden kadınlar temsil etsin?
Bu iki soruyu iki farklı anlam çerçevesinde yanıtlamak gerekiyor bana kalırsa. Bunlar birbiriyle ilişkili ama aynı zamanda, politik olarak ayrıştırılması gereken çerçeveler.
Birincisi, nüfusun yarısını oluşturan bir grubun siyasal alandan sistematik olarak dışlanmasının, kendi başına bir sorun olduğunu teslim ederek girdiğimiz çerçeve. Sistematik bir dışlama olduğunu, yalnızca sayılara bakarak bile söyleyebiliriz: Şimdiye kadar Mecliste en yüksek kadın oranı, %9 oldu. Elbette ki temsil sistemi nüfus içindeki oranlar üzerinden değil siyasal partilere dayalı olarak işliyor ancak kadınların partilere katıl(a)maması, aday ol(a)maması, partilerin karar mekanizmalarında yer al(a)maması, temsil sisteminin mantığının farklı olduğunu söyleyerek problemin üzerinden atlamamızı engelliyor. Siyasal partilerin karar mekanizmalarında ve aday listelerinde kadınlar neden bir türlü yer bulamıyorlar? Bu soruya cevap olarak kadınların zaten (fıtraten) siyasete uzak oldukları türünden safsataların tekrarlanması giderek zorlaşıyor, çünkü bütün partilerde kapıları zorluyorlar, adaylık başvurusu yapıyorlar, talip oluyorlar... O halde siyasette ne var ki bu kadınları geri püskürtüyor?
Kadınların geleneksel rolleri ile bağlantılı açıklamalar, yani zamanlarını ev işleri ve çocuk bakımıyla geçirmek zorunda kalmaları nedeniyle kamusal varlık gösteremedikleri yolundaki sözler, doğru olsa bile yeterli değil. Vakitleri, eğitimleri, paraları... olmadığı için değil yalnızca, siyasal mekanizmalar onları sistematik olarak dışladığı için de orada olamıyorlar. Yani “toplumsal” denilen sebeplerin yanında, siyasetin kendine ait sebepleri de var kadınların dışarıda kalmasının.
Bu sebeplerin ortadan kaldırılması, “zihniyet değişikliği” türünden belirsiz vadelere, belirsiz öznelere gönderen hedef şaşırtmalarla değil, doğrudan siyasal müdahale ile mümkün olacaktır ki kota ve benzeri önerilerin temel mantığı da budur: “Sen bir grubu dışlıyor musun, o halde şimdi o gruptan şu kadar kişiyi içeri almak zorundasın” der. Bir tür temsil adaleti. Seçilenlerin kimi temsil ettikleriyle değil, sistematik dışlamanın telafisiyle ilgileniriz bu durumda. Dolayısıyla, kadın kotası ile engelli kotasının mantığı aynıdır: Oraya girmesi engellenen için özel giriş kanallarının oluşturulması gerekir...
Kadın kotasını bu çerçeve içinde düşünürsek, “negatif özgürlükler”le ilişkisini kurmamız gerekir: Kadınlar çeşitli şiddet biçimleriyle karşılaşırlar, ayrımcılığa uğrarlar, engellenirler, dışlanırlar... Kadın olmak bir ortak paydadır: Bütün bunlar, başımıza sadece kadın olduğumuz için gelir. Kimimizin bankamatik kartına el konur, kimimizin burnu kesilir, bazılarımız cinayete kurban gider, bazımız işyerinde bir adım yükselebilmek için erkeklerin iki katı çalışmak zorunda kalır... Bazımız da siyasetin kum havuzunda oynamaktan bezip karar mekanizmalarına girmek ister, iş biraz ciddiye bindi mi gazetelerde mayolu resimlerini basıverirler: “Milletvekili adayımız havuz sefasında” gibi bir başlıkla!
Bu anlam çerçevesi içinde, sınıfları, siyasal eğilimleri, yaşları ne olursa olsun, bütün kadınları ortaklaştıran bir mağduriyet durumu vardır. Onun için Ümit Boyner TÜSİAD’ın başına geçti diye seviniriz, onun için günahımız kadar sevmediğimiz bir partinin kadınlarının parti karar organlarına girebilmeleri için elimizden ne gelirse yaparız. Çünkü onlar, bu anlamda, “bizden”dirler...
İkincisi, “kadınları neden kadınlar temsil etsin” sorusu, biraz daha zorlu bir sorudur. Bir başka anlam çerçevesi içinde düşünmemiz gereken bir soru. “Kadınlar” diye bir kategorinin varlığını, üstelik de bu kategorinin yalnızca “negatif özgürlükler” temelinde ortaklaşmadığını, toplumsal düzenin böyle bir kategorinin varlığı üzerine inşa edildiğini kabul ederek yanıtlamaya başlayabilirsiniz. Yani, feminist bir duruş noktasından. Burada artık “neden kadınlar da...” diye başlayan soruların ötesine geçmişsinizdir; artık “peki ya kadınlar da...” diye başlayan cümleler faslındasınızdır. Kadın olmanın “iyi siyaset”in bir garantisi olduğu saçmalığından söz etmiyorum. Öyle olmadığını görmek için sadece bakmak yeterlidir. Kadınlar daha temiz, daha barışçıl, daha fedakâr ve ortak iyiyi kurmaya daha yatkın değildirler. Bu bakımdan, erkekler gibidirler.
Bu soruyla uğraşmak için iyi bir giriş noktası, “temsilci kadınlar”ın kimler olduğuna bakmaktır. Aslında, yalnız siyasal temsil değil, kamusal figürler olarak hangi kadınların temsilci olarak ortaya çıktıkları, seçildikleri ya da işaret edildikleri, önemlidir. Çünkü, temsil ilişkisi yalnızca temsil edilenden temsilciye doğru bir bağlantı değildir, tersidir de. Temsil eden, temsil ettiğinin adına konuşarak, onu adlandırır. “Ben, şerefli bir Türk annesi olarak” diye başlar; adımızı böyle koyar. Yahut “cefakâr ve mazlum kadınlar”dan söz ederek bizi adlandırır... Bugüne kadar parlamentoda yer almış kadınlara baktığımızda, neredeyse istisnasız biçimde, orta-üst orta sınıflardan, eğitimli, ailesinde politikacılar bulunan, evli ve orta yaşlı olduklarını görürüz. Bize adımızı veren, onların bu gerçekliğidir. Ya da bizi büsbütün adsız bırakan. Onları görüp dururken “kadınların deneyimleri farklıdır, bunu da ancak kadınlar anlar” türünden meşrulaştırıcı tezlere yaslanmak pek kolay olmaz. Tabii ki kadınların deneyimleri farklıdır ama sadece erkeklerden değil, birbirlerinden de farklıdır! Bu orta yaşlı, kırmızı ceketli, dore saçlı hanımların benim deneyimimi bir erkekten daha iyi anlayacağına ya da temsil edeceğine inanmak için bir sebep bulamıyorum. Tersine, onların varlığı, beni yanlış adlandırdığından, bu nedenle tamamen sessizliğe mahkum ettiğinden, benim için yokluklarından daha iyi değil.
Temsilcilerimizin bu hanımlar olması, kaderin kötü bir oyunu sayılmaz pek. Daha çok yapısal, sistematik ve tercih edilmiş bir temsilci seçimidir bu. Medeniyetimizin aynası olması uygun bulunmuşlardır, şerefli Türk annelerinin numuneliğine yatkındırlar. Bunun için onları suçlayamayız, kaderi de tabii! Burada söz konusu olan şey, kadın temsili değil, temsilî kadındır. Tıpkı Antep’in düşman işgalinden kurtuluşunu temsili olarak canlandırdığımız gibi, medeni Türkiye toplumunu da bu hanımlarla gösterebiliriz. Bu gösterinin Türkiye nüfusunun yarısının düşük de olsa, yetersiz de olsa, temsil edilmesiyle bir ilişkisi yoktur. Dolayısıyla, bu hanımların sayısı arttıkça bizim, yani “yarı nüfusun” daha fazla temsil edileceğimizi düşünmek, yersizdir. Bir salon dolusu boyunsuz adam yerine bir salon dolusu dore saçlı kadın tercihe şayan gibi görünüyor gerçi ama, biraz daha iyisini umabiliriz hala!
Dünyanın düzeninin cinsiyet farklılığı/eşitsizliği üzerine kurulu olduğundan başlamıştık bu fasla, oradan devam etmeliyiz. Bu farklılığı/eşitsizliği bir “kadın hakları” söylemi içine kapatıp bırakmadan, cinsiyet eşitsizliğini politik bir sorun olarak tarif eden feminizm, kadınların kendi aralarındaki bütün farklılıklara, eşitsizliklere ve hakimiyet ilişkilerine RAĞMEN değil, bunlarla BİRLİKTE bir politik özne olabileceklerini, bu potansiyeli taşıdıklarını söyler. Dore saçlıyla benim aramdaki fark, cinsiyetin sınıfla dolayımlanması, onunla birlikte kurulması sonucu oluşmuştur. Sınıfsal fark bir “parantez” değil, kadınlığın kurucu ögelerinden biridir. Böyle ögelerin bileşimiyle kurulan farklı kadınlıklar, sadece erkekliklere göre değil, birbirlerine göre de konumlanır ve birbirleriyle ilişkilenir. Şimdi burada, bizim ortaklığımızı kuran şey ezilme ve ikincilleştirilme değil, bu konumlanmayı ve ilişkilenmeyi kavrayan bakış, yani feminizmdir.
Kadınların ve kadınlıkların temsili meselesi, bir politik özne olarak feminizm dolayımı olmaksızın ele alınamaz; alındığı zaman, her durumda bir “temsili kadın”la karşılaşılır. Bu nedenle de kadınların daha fazla sayıda temsilini isterken, sanki feminizm diye bir şey yokmuş yahut da basitçe “bütün kızlar toplandık” havasında, çeşit çeşit politik çizgiyle birlikte yürüyebilir bir şeymiş gibi yapmak, analitik olarak birbirinden ayrılması gereken anlam çerçevelerini karıştırmaya neden olur. Böyle bir karışıklıkta kazananın feminizm olmayacağını tahmin etmek zor değil.