Son Eşikte miyiz?

2000’lerin başından bu yana hiçbir seçim öncesinde yaşanmayan bir çatışma, ölüm, tutuklama ortamında giriliyor 2011 milletvekili genel seçimlerine. MHP’nin peş peşe gelen kaset şantajları ve onu izleyen istifalarla serseme döndüğü; CHP’nin Kürt sorunu konusunda kendi tarihi için büyük, sorunun geldiği aşama için çekingen adımlar atarak sahnenin kenarında kaldığı, kalmayı tercih ettiği, hükümet cephesiyle BDP/DTK/KCK oluşumu arasında cereyan eden bir gövde ve güç gösterisi sürüyor. Hükümet cephesi içinde sadece AKP yok. Polis, yargı ve büyük ölçüde TSK da var. Her şeyin bir merkezden yönetilmediği ama kendi inisiyatifinde gerçekleşmemiş de olsa, kendi cephesinden yapılan her hamleyi tarafların desteklemek zorunda hissettiği bu topyekûn mobilizasyon halinin seçim dönemi başladığından beri bilançosu son derece ağır: Onlarca ölü ve yüzlerce tutuklu. Ve daha önemlisi, Türklerin önemli bir kesimiyle Kürtlerin önemli bir kesimi arasındaki duygu bağının biraz daha gevşemesi. Bu gevşemenin artık yer yer kopmaya dönüştüğünü, iki tarafta özellikle genç kuşaklarda bu kopmanın çok daha yoğun biçimde yaşandığını farklı araştırmalar gösteriyor. Yeni anayasa yapma ihtimali olan bir meclisin üyelerinin seçileceği, bu bağlamda çok daha fazla ortak siyasal projelerin tartışılmasının normal olarak beklenmesi gerektiği bu seçimlerin, iki kimlik algısı arasındaki mesafeyi paradoksal olarak biraz daha açacak olma ihtimali var.

YSK’nın BDP destekli birçok bağımsız adayın seçime girmesini engelleme girişiminin etkisiz kalmasından sonra, topyekun mobilizasyon Kürt siyasal hareketinin adını koyarak başvurduğu bir yöntem olarak çalışıyor. Bu hareketin birincil hedefi, Kürdistan olarak tanımladığı bölgede etnik temelli siyasal temsil tekelini kabul ettirmek. Hepsini BDP’nin seçim komitesinin tespit ettiği Demokrasi, Emek ve Özgürlük Bloku’nun milletvekili adayları arasında diğer Kürt partisinden ve İslami gelenekten gelen birkaç Kürt adayın yer alması, bu hedef yönünde atılmış önemli bir adımdı.

Bu temsil tekeli hedefini Emine Ayna, Diyarbakır’da çarşı ziyareti sırasında, kendinin AKP’li olduğunu söyleyen bir esnafa hitaben çok açık dile getirdi: “Bu kadar zulümden sonra Kürtlerin tek yürek olması gerekiyor. Bakın KADEP, HAKPAR ve diğer Kürt kurumlarının birliği sağlandı. Sizin de artık bu konuda biraz daha hassas davranmanızı bekleriz” (ANF, 19.5.2011). Bu tek yürek ve tek ses olma talebinin uzantısı, kendini Van Halk İnisiyatifi olarak tanımlayanların, Tayyip Erdoğan’ın Van’a seçim mitingi için gelmesinin arifesinde yayımladığı bildirideki çağrı ve onu tamamlayan tehditti:

“Kürt sorunun çözümü noktasında inkar ve imha politikasıyla yaklaşan AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan barışa yönelik bütün iyi niyetli adımlara operasyonlarla cevap veriyor. (...) Kürdistan coğrafyasına ve Kürt halkı üzerine parçalanmış evlatlarını cenazelerini gönderiyor. Onurlu ve vicdan sahibi olan Van halkını Tayyip Erdoğan’ı protesto edip, mitinge katılmamaya davet ediyoruz. Bu kadar Kürt halkının kanını döken Erdoğan’ın mitingine katılanlar ise hedefimiz olacaktır” (ANF, 19.5.2011).

Bu tehdide rağmen, Van’da büyük bir güvenlik kuvvetleri mobilizasyonu eşliğinde yapılan mitinge katılım büyük oldu. Muhafazakar Van, DTK/KCK’nın boykot çağrısına kitlesel olarak uymadı. Buna karşılık, benzer bir güvenlik güçleri mobilizasyonu ile gerçekleşen, bütün dükkanların kepenk kapattığı, hiçbir arabanın dolaşmadığı Hakkari mitinginde, Erdoğan valilik binası önünde bin küsur kişiye konuştu. Demokratik Özerklik uygulamalarının fiilen hayata gireceği bir pilot bölge olarak değerlendirilen Hakkari’nin önümüzdeki dönemde bu işlevi çok daha fazla yerine getirmesi büyük bir ihtimal.

Mayıs başında yapılan DTK toplantısında, başbakanın ve AKP liderlerinin seçim kampanyası sırasında bölgeye sokulmaması önerisi ısrarla dile getirilmişti. Bu öneriyi dillendirenler, buna paralel olarak seçimlerin boykot edilmesinde de ısrar etmişlerdi. Hatta ANF, 5 Mayıs’ta DTK Genel Kurulunun olağanüstü toplanmaya başladığını bildiren haberi, toplantıda boykot kararı alınacağı neredeyse kesin olduğunu ima eden bir tonda vermişti. Geniş katılımlı bu DTK toplantısında, son derece sert ve tavizsiz bir tutum alınmasını isteyen, ağırlığı genç kuşaktan oluşan bir kesimin ısrarlı çabalarına rağmen seçimleri boykot kararı alınmadı. Buna karşılık, “halkımızın statüsünün belirlendiği bu süreçte ulusal birliğe gelmeyen anlayış ve tutumların halkımız tarafından kabul edilmeyeceği ve bundan dolayı da herkesin bu tarihi süreçte üzerini düşeni layıkıyla yapma” çağrısı dile getirildi. Toplantı kararlarını özetleyen DTK sözcüsüne göre, Türkiye bir seçime gitmemekteydi; “Kürt halkının özgür iradesini ortadan kaldırmanın” planlanması yapılmaktaydı. Bu bağlamda AKP “muhataplığını yitirmiş”ti ve bu partiyle “geliştirilecek bir süreç” kalmamıştı. Bu nedenle, “Demokratik Özerk Kürdistan’ı inşa etme kararlılığında olan” DTK, “Türkiye halklarından kendi muhatabını geliştirme noktasında tarihsel rolünü oynama çağrısında” bulunuyordu.

AKP’nin Kürt sorunu konusunda muhatap olma niteliğini yitirdiğinin ilan edilmesi, bu konunun şimdiki hükümetle olduğu gibi, büyük bir olasılıkla seçim sonrasında oluşacak hükümetle de müzakere edilmeyeceğinin ilanı demekti. Halbuki bu DTK toplantısından birkaç hafta sonra Öcalan, avukatlarıyla yaptığı görüşmede (18 Mayıs) daha çelişkili veya dolambaçlı ifadeler kullanmayı tercih etti. Erdoğan için “artık Çillerleşti” benzetmesini yapan Öcalan’a göre, DTK ve KCK’ya yönelik siyasi-polisiye ve askerî operasyonların eşzamanlı yürütülmekteydi ve bu AKP iktidarının politikasıydı. Gladyo döneminde bu işi yürüten gazetelerin yerini şimdi Zaman gazetesinin almıştı.

Seçimleri AKP’nin kazanması hemen hemen kesin olduğuna göre, bu değerlendirmeler ışığında, seçimden sonra da barış içinde çözüm beklemek nafileydi. Ama Öcalan, aynı görüşmede, bir hafta önceki görüşmede söylediğini ısrarla tekrar etti. Üç yıldır kendisiyle görüşmeleri sürdüren heyetin çözüm konusunda iyi niyetli olduğunu, ikna edebilecek güce ve iradeye sahip olduğunu belirtti. Heyetin “ne tam hükümet memuru ne de kandırmaca bir devlet ekibi” olduğunu söyleyip, “bağımsız” olduklarını iddia etti. Bu iddia, Erdoğan ve AKP’nin çözüme bütünüyle karşı olduğu, “Gladyovari bir komplonun” içinde oldukları iddiası ile yan yana getirilince, Öcalan’la görüşen heyetin Erdoğan ve AKP’den bağımsız, herhalde TSK güdümlü de olmayan, çözüm konusunda irade sahibi bir heyet olduğuna Öcalan’ın inandığı, ya da buna başta Kürtler olmak üzere, herkesin böyle inanmasını arzuladığı anlaşılıyordu.

Hükümetten bağımsız bir heyetin Öcalan’la görüşmeler yürüttüğü iddiası pek inandırıcı değil. O zaman neden Öcalan’ın bir yandan Gladyo’nun yeniden devrede olduğunu, AKP ve Erdoğan’ın “yeşil Gladio’ya” teslim olduğunu ima ederken, kendisiyle görüşmeleri üç yıldır sürdüren heyetin bağımsız ve çözüm iradesi açısından güvenilir olduğunu söylemek ihtiyacı duyuyor sorusu karşımıza çıkıyor. Kendisinin fiilen devlet tarafından muhatap kabul edilmiş olması fırsatını yitirmemek için mi? Muhtemelen. Hükümetin kontrolü dışında başka bir devlet gücüyle ilişkide olduğunu ima etmek için mi? Öcalan başta olmak üzere, Kürt siyasal söyleminde yaygın olan bu keskin devlet ve hükümet ayrılığı yanılsamasının bir sonucu olarak, belki evet. Ama her iki yanıt da hükümetin denetiminden bağımsız bir heyetin İmralı’da görüşmeleri sürdürdüğü iddiasını inandırıcı kılmak için yeterli değil.

Son aylarda hem Kürt sokaklarında hem de PKK’nın içinde Öcalan’ın tutukluluk koşullarında müzakere yürütmesi konusunda ciddi sorular sorulmaya başlandığı ve Öcalan’ın da bunu gayet iyi bildiği dikkate alınırsa, AKP ve hükümetten bağımsız bir heyetle görüşme yaptığı iddiası, Nisan ayı sonundaki görüşmede dile getirdiği başka bir iddia ile ilişkilendirilince anlam kazanıyor. O görüşmede Öcalan, “bu süreci benden başka götürecek kimse olmadığı için, ben bu sorumluluğu üstlenmek zorunda kaldım” demiş ve ardından sormuştu: “Benden başka kimse var mı, kim yapacak?” Bu soru, aynı zamanda “benden başka kimse olamaz” da demekti. Karayılan, Kandil, BDP ve DTK yöneticileri, seçilecek milletvekilleri vs... değil, yegane muhatap, mahpus da olsa “önderlik” yani kendisi olmaya devam etmeliydi.

İşte tam bu noktada Selahattin Demirtaş’ın çıkışı dikkat çekiyor. Demirtaş, “Kandil’le en çok görüşen Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Kandil’den kaç defa ateşkes istenmiş, bunu başbakan bilir (...) İmralı’nın elinde silah mı var; ateşkes ilan eden Kandil’dir. Kandil’e mesaj gitmiyorsa, ateşkes nasıl oluyor?” diye sorarken, aslında gerçek ve etkili görüşmelerin Öcalan’la değil, Kandil’le yapılması gerektiğini ima ediyor. Seçim sonrasında Kürt siyasal hareketi içinde bu talebin çok daha sık dile getirilmesi kuvvetle muhtemel. Öcalan’ın 15 Haziran’a kadar hükümete, “Kürtleri çözüm sürecine dahil ederek sorunu çözeceklerine dair bir açıklama” yapmaya çağırması, bu olmadığı takdirde “beni ölmüş bilin” demesi ve başkaldırı, isyan, “devrimci halk savaşı” olarak yaşanacakları tanımlaması, aynı zamanda kendi konumunu da koruma aracı işlevi görüyor olabilir mi? Öcalan, hem PKK hem BDP yöneticilerine ağır eleştiriler yöneltirken, bu eleştirilerin birbirine zıt iki yöne çekilebilir olmasına dikkat ediyor (veya görüşme notlarını yazanlar buna özen gösteriyorlar).

Dikkat çekici olan, Öcalan’ın yerleşik Kürt siyasal figürlerini zaman zaman hakarete varan kelimelerle eleştirirken, kendine yeni dönemde destek olacak güç olarak yukarıda işaret ettiğimiz radikalleri, BDP yöneticilerini de kontrpiyede bırakan gençleri işaret etmeye başlamasıdır. Gençleri her yerde “kendi örgütlülüklerini kurmaya, kendi önderliklerini seçmeye, oluşturmaya” çağırırken, “öyle kimseyi esas almaya gerek”leri olmadığını ilave ederken, kendi kariyer hesapları içinde konformist ve edilgen olmakla suçladığı BDP yöneticileri karşısında nihilizm sınırlarında radikalleşen genç bir militan kesimin çıkışını desteklemektedir. Bu çağrının yankılarını DTK konferanslarında, çalıştaylarında giderek artan biçimde görmek mümkün. Demokratik özerklik talebi çerçevesinde bölge için önerilen yönetim modeli de, bu yeni ve daha radikal siyasal aktörlerin doğrudan yönetme arzusunu büyük ölçüde yansıtıyor.

Bu açıdan bakılınca, seçim öncesi Kürt siyasal hareketinde yaşanan hareketliliğin, Selahattin Demirtaş’ın ifade ettiği gibi salt parlamentoda güçlü bir temsil elde etmeyle sınırlı olmayan, bu amacı ikinci plana iten bir asli amacı olduğu daha açık biçimde gözüküyor. “Biz seçime hiçbir partinin yüklemediği kadar anlam yüklüyoruz. Kendi anavatanımızda bizi esir yapanlara karşı özgürlük yürüyüşüyle 12 Haziran’a gidiyoruz” diyor Demirtaş.[1] Ardından 12 Haziran sonrasını savaş betimlemesiyle tanımlıyor: “Önümüzde uzun yıllar var. AKP de sadece 12 Haziran’a hazırlanmıyor. AKP sınır bölgelerinde seçime değil, savaşa yatırım yapıyor. Başbakan kafasında uzun yıllar sürdürmeyi düşündüğü savaş var. Başbakan çatışmalara hazırlık yapıyor”. Bu değerlendirmenin, güvenlik güçlerinin ateşi altında ölen militanların, gerillaların, art arda tutuklanan BDP militanlarının, cenazelerin gövde gösterisine dönüşmemesi için devletin uyguladığı baskıların öfkesiyle söylenmiş sözler olmaktan öteye giden bir ağırlığı var. Artık siyasal akıl yerine bütünüyle tepkisel bir duyguyla öfkesini sergileyenleri yatıştırma işlevini aşıyor bu tavır. Zaten Öcalan da böyle bir işlevin geçersiz olduğunu ilan ediyor: “BDPliler ‘Biz halkı zor durduruyoruz, zaptedemiyoruz, onları tutmakta güçlük yaşıyoruz’ diyorlar. Kimsenin halkı zorla tutmak gibi bir görevi yoktur. Artık bu dilden vazgeçilmelidir”. Benzer şekilde PKK’ya da yüklenmekten geri kalmıyor: “Kandil de ‘biz gerillayı zor tutuyoruz, zapt edemiyoruz, gerillayı durduramıyoruz’ diyor. Bu dilden, bu politikadan vazgeçilmesi gerekiyor. Gerilla kendi savunmasını yapmak zorundadır, kimse bunun önüne geçemez.” Öcalan’a göre “BDP’nin görevi halkı demokratik çözüme hazırlamaktır, Kandil’in de görevi doğru çizgide hareket etmeyi sağlamaktır.” Ama galiba bu cephede sorun biraz da doğru çizginin tam ne olduğunu kimsenin bilmemesinden, kestirmemesinden kaynaklanıyor.

%10 barajını aşabilmek için seçimlere bağımsız adaylarla girme zorunluluğunun yarattığı sıkışma nedeniyle de, BDP/DTK tarafında seçim kampanyası bir siyasal programa dayanmaktan ziyade, ağır siyasal baskı ortamında Kürt coğrafyasına hakimiyetini tescil ettirmek amacı üzerine inşa edilmiş durumda. Hükümetin bilgisi ve denetimi dışında sürdürülmesi mümkün olmayan tutuklama dalgaları ve askeri operasyonlara karşı misilleme eylemlerinin “meşruiyetini” savunan BDP ve DTK sözcüleri, bağımsız milletvekili adayları için, 12 Haziran sonrasında yeni anayasa teması, artık kendi başına anlamlı ve siyasal olarak işlevsel gözükmüyor. Bir son gün kazası olmazsa, önümüzdeki dönemde Mecliste daha büyük bir temsil gücüyle yer alacak olsa da, Kürt kimlikli siyasallaşma dinamiğinin önümüzdeki dönemde kendini çok daha fazla Kürt coğrafyası ve sosyal alanı içine kapatması, “anavatan” kavramını bütünüyle bu coğrafyayla sınırlı olarak sunması ihtimali şimdi çok daha yüksek.


Bu kendi üzerine kapanma halinin hükümetin Kürt sorunu konusundaki büyük yalpalamaların, çözüm yolunda atılan çekingen adımları büyük ölçüde etkisiz kılan çözüm tıkayıcı hamlelerin, isyan ettirici baskıların, tutuklamaların sorumluluğu yadsınamaz. Bu karşı hamleleri AKP kurmaylarının mı tasarladığı yoksa kucaklarında mı buldukları tartışmasının sonuç açısından o kadar büyük anlamı yok. Sekiz buçuk yıldan beri geniş bir parlamenter çoğunluğa dayalı olarak hükümette olan, emniyet güçlerine bütünüyle hakim, yüzlerce muvazzaf ve emekli üst rütbeli subayı tutuklu yargılatan bir adalet sistemini yöneten bir partinin kurmaylarının ve destekçilerinin, yargı, emniyet ve ordunun bazı tasarruflarından hükümetin/AKP’nin sorumlu tutulamayacağına hâlâ inanılmasını istemek ne kadar gerçekçi olabilir ki? TSK ve PKK arasında süregiden baskın, misilleme, karşı saldırı döngüsünde kendilerinin herhangi bir sorumlulukları olmadığını ispat etmek için, PKK-Ergenekon denklemi iddiasına bel bağlamaktan başka çarenin kalmadığı görülüyor.

“Ergenekon makyajını kazıyınca PKK, PKK makyajını kazıyınca Ergenekon ortaya çıkıyor” iddiası bugün yaşanan çatışma, ölüm ve tutuklamalardan hükümet olarak sorumlulukları olmadığını AKP sözcülerinin ima etmek için kullandığı bir savunma aracı. Ömer Çelik’e göre:

“Ne zaman Türkiye bir seçime gitse, Türkiye ekonomisinde, demokrasisinde, dış politikasında bir atılım gösterse çift taraflı kıskaca alınır. Bu kıskaçların birincisi, Türkiye içerisinde darbe ya da post modern darbe yapmak isteyenlerin ortaya koydukları planlardır. İkinci olarak da PKK merkezli bir takım eylemlerin temposu artar.”

PKK ile Ergenekon arasında bir tahterevalli, bir rol paylaşımı olduğunu ama bunun iki tarafın da bir merkezden yönetildiği, oturup anlaştıkları anlamına gelmediğini de hatırlatıyor Çelik. Seçim gibi ortamlarda “devletin reflekslerinin kışkırtılmaya çalışıldığını”, “devletin aşırı şiddet kullanması için kışkırtıldığını” iddia ediyor. Ömer Çelik’in analizi elbette, seçimlerin “AKP ile Ergenekon arasında geçeceğini” iddia eden Hüseyin çelik’in analizinden biraz daha derinlikli. Ama sonuçta her ikisi de Ergenekon/PKK/terör örgütü denklemi üzerinden baskı ve şiddet politikalarına kulp takmaya kolaycılığını sürdürüyorlar.

DTK’nın önerdiği, ondan daha önce DTP’nin benzer bir girişimde bulunduğu “demokratik özerklik” projesinin siyasal alanda tartışılması girişimlerinin “Stalinist projeler” olarak lanetlenmesini talep ederken, bu taleplerle olağanüstü hal zihniyeti arasında bir benzerlik kurarken, AKP sözcüleri sonuçta Kürtlerin farklı siyasal öneri getirme hakkını tanımadıklarını ilan etmiş oluyorlar. Bu durumda Ahmet Türk’ün, “silahlar sussun bunu ondan sonra tartışalım diyenler, şimdi farklı bir yaklaşım sergiliyorlar” serzenişi haklılık kazanıyor.[2] Ergenekon-PKK denklemine başvurarak, yaşanan çatışmalarda hükümetin en azından doğrudan sorumluluğu olmadığını ima edenler, göstericilere karşı polisin orantısız güç kullanımını, sivil itaatsizlik çadırlarına yönelik saldırılarını ve ileri bir paranoyanın dışavurumuna benzemeye başlayan kitlesel tutuklamaları haklı göstermeye çalışıyorlar. 1990’larda gayet iyi bildiğimiz, PKK’nın 1980 başlarında hızla güçlenmesine neden olan baskı-tepki mekanizmasını yeniden görmezden gelerek, seçim öncesinden beri tırmanan gerilimin, hükümetin başarılarını gölgelemeye yönelik terörü manipüle eden iç ve/veya dış güçlerin komplosu olduğunu iddia ediyorlar[3]. 2009 yerel seçimlerinden hemen sonra KCK operasyonları başladığından beri bu operasyonların, özellikle tutuklamaların şiddet eylemlerini tetikleyecek bir yanlış hesap olduğunun, hükümete bu planı pazarlayanların çok büyük bir siyasal sorumluluk altına girmiş olduklarının kendilerine çeşitli çevrelerce defalarca hatırlatmış olduğunu unutmuş gibi yapıyorlar. Hükümet olmanın devletin tüm kurumlarının tasarruflarından sorumlu olmak anlamına geldiğinin görmezlikten gelinmesini talep ediyorlar.


Seçimin son üç haftasına girilirken BDP gösterileri içinde yer alan ve çevreye molotof kokteyli atmayı artık sıradanlaştıran grupların öfkesinin ne derece tasarlanmış bir öfke olduğunu bilmiyoruz. Bunların ne derece kendiliğinden ortaya çıkan eylemler ne derece polisin şiddet kullanımını tetikleyerek mağduriyet rolünü pekiştirme amacıyla tasarlanmış girişimler olduğunu kestirmek şimdilik zor. Ama biliyoruz ki, “bundan sonrası kıyamettir” dendiğinde, kıyametin şimdi ve burada gerçekleşmesini arzulayanlara yeşil ışık yakılmış olur.

Bu durumda artık başbakanın Kürt sorununun “inkar, ret ve asimilasyon sorunu” olduğunu kabul etmesinin ve bunu Hakkari’de dile getirmesinin barışçıl çözüm açısından kısa vadede bir etkisinin olacağını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. Üstelik sorunun kaynağına doğru bir teşhis koyarken, hemen arkasından 22 Kasım’dan, yani dokuz yıla yakın bir süreden beri inkar, ret ve asimilasyonun sona erdiğini iddia ediyorsa. 1940’ların utanç verici Kürt yasaklarını hatırlatıyor ama bugün binlerce Kürdün “terörle mücadele” kisvesi altında tutuklu olduğunu, bu yoğunlukta tutuklamaların geçmişteki askerî yönetimlerin en kara dönemleriyle karşılaştırılabilecek seviyeye ulaşmış olmasında yönettiği kurumların da bir payı olabileceğini dikkate almıyorsa. Ya da çözüm konusunda yıllardır yerinde sayıyor olmanın sorumluluğunu kah Ergenekon’a kah “CHP-MHP-BDP ittifakına” havale etmekle yetiniyorsa.

Çözümün tıkanmasında kendi sorumluluğunu inkar eden bu tavır, gerçeklik algısında derin bir yarılmanın işareti olamaz mı? Belki. Bunun Türkiye toplumunda da yaygın olan bir yarılmanın izdüşümü olması da güçlü bir ihtimaldir. Her durumda, Kürt topluluğunda giderek artan kararlılığın en somut işaretlerinden biri olan, sınır ötesindeki PKK’lı cesetlerini TSK’nın taciz ateşine rağmen alma konusundaki halk kararlılığını görmeyen, görse de gördüğünün gerçekliğini hep ileri bir tarihe öteleyen bir gerçeklik yarılmasıdır bu. Bir yandan Kürt sorununun çözümü yönünde inkar edilemeyecek somut adımlar atmış olmanın yarattığı “kadirbilmezlik” duygusunun, diğer yandan bu adımların hep gecikerek atılmış olmasının yarattığı “bunlar geride kaldı” ruh halinin kıskacında bugün Türkiye toplumu. Sadece başbakan değil, toplumun önemli bir bölümü de, eşitlik ve barış yönünde atılacak kalıcı çözüm adımları tahayyül sınırlarını aştığı için, bu asli sorunun gerçekliğini yadsıma veya öteleme arasında bocalıyor.

Seçimlerin tozu dumanı durulduğunda, Kürt sorununda Türkiye toplumunun önündeki somut gündemin ne olacağını daha açık biçimde göreceğiz. Ümit ederiz ki, bu son eşik, çatışma ve karşılıklı gövde ve güç gösterisinin enerjisini tüketmiş olur ve bu sel geçtikten sonra kalan kumun içinde barış içinde çözümü mümkün kılacak öğeler kalır. “İnkar, ret ve asimilasyonu” reddettiğini ilan ettiğini unutmayan bir iktidar partisi, her zorluğa rağmen parlamentoda yerini almayı başarmış Kürt siyasal hareketinin temsilcilerini “amasız, şartsız” muhatap kabul eder. Böylece ivmesi artan bir hızla devam eden yarılma, topyekun mobilize olmuş milliyetçiliklerin kanlı boğuşmasından çıkacak çözümü kara bir kader olarak Türkiye toplumuna dayatmaz.


[1] ANF’nin bir haber-yorum bülteni, bu anavatan temasını daha da ileri götürüp, Dersim’de Nazım Hikmet’in “Bu memleket bizim” şiirinden bir mısra okuyan Kılıçdaro€lu’na karşı daha açık bir dille kullanıyordu: “Zazaki afişleri indirdi, Dersimlilerin Uzak Asya’dan geldi€ini savunacak kadar düştü. fiimdi Kılıçdaro€lu’na Dersim’li denir mi? Kürtsen Kürtsün Kılıçdaro€lu. Ama Türk’üm diyorsan aklında olsun, bu memleket senin de€il!” Türkiye’nin Batısında ırkçı-şoven a€ızlarda duymaya alışık oldu€umuz, “Türküm dersen bu memleket hepimizin ama Kürdüm dersen bu memleket senin de€il” cümlelerinin pek yakınında yer alan bir memleket-etnik kimlik bütünleşmesi ifadesi bu.

[2] Benzer bir tespiti Karayılan 2010 Aralık’ının sonunda, DTK çalıştayı sonrasında yaşanan gelişmeler hakkında yapıyordu: “Tartışmayı başlatanlara da bu sefer ‘neden geriyorsun, suikast yapıyorsun’ diyerek tartışmayı bastırmak istiyorlar. Bir kere e€er insani bir yaklaşım olsa, adil bir adalet ve hukuk anlayışı olsa, Kürtler bir takım yazar-aydın kesimlerle birlikte bir çözüm projesini tartışıyorsa, bunu normal görür ve bunu hemen mahkemeye vermez ve hemen askeriye muhtıra gibi tehditler savurmazlardı.”

[3] Son görüşme notlarında Öcalan’ın da, “Erdo€an’ın Ortado€u’da ABD’ye verece€i destek karşılı€ı olarak Kürtlerin kellesinin kendisine verilmesi” konusunda Obama ile anlaştı€ını iddia etmesi, Ergenekon-PKK denklemini ileri sürenlerinkiyle benzer bir itibarsızlaştırma denklemi kurma çabası olarak de€erlendirilebilir.