“Çanakkale Ruhu” iki cenahın bir tarafından çekiştire çekiştire kendi hesabına “tarihin başına” koymak istedikleri bir olayın ideolojik yüklemi olarak hayatımıza gireli çokça zaman oldu. Bu cenahlardan birisi tabii bekleneceği gibi Kemalist-Cumhuriyetçi kanattı ve bu kanadın Çanakkale destanını Turgut Özakman yazdı. İkincisi ise Türkiye’nin oldukça özgün savrulmalarla malûl İslamcıları idi. Onlar da kendi efsanelerini Mehmet Akif’ten devşirdiler ve bugüne kadar doğru dürüst başkaca bir manevi kaynak yaratamayarak bugüne geldiler, gelmekle kalmadılar bu sözde “ruhu” iktidarlarının kaynağındaki manevi güç olarak tanımladılar. Bu iki efsanede eksik olan tek şey, hiç şüphesiz doğru tarih idi.
Doğru tarih sözüne takılmayalım. Burada doğruluk dürüstlük anlamındadır. Günümüze özgü postmodern savrulmalar içinde işini doğru dürüst yapan ilim erbabına sataşmak vak’a-i adiyeden olduğundan bu söz de şüphesiz tepki çekecektir. Kime göre “doğru tarih”? gibisinden… Buradaki kasıt şudur: Tarihi çeşitli yöntem ve teknikler eşliğinde eşeleyen araştırmacının gördüğü/bulduğu şeyi tereddüt etmeden olgusal varlığa dahil edebildiği ve değerlendirmeye çalıştığı bir tarihtir bu. Kendi ideolojik/politik seçimlerine göre ayıklamadan, görmezden gelmeden hatta imha etmeden… Ya da başka bir deyişle baştan kafasında kurduğu idolojik/politik seçimin, hatta sonucun eşliğinde ortaya çıkan bulguları eğip bükmeden, en azından varlıklarını teslim ederek, işine gelenden yararlanıp sadece onları manşete çıkarmadan yapılan dürüst bir tarihçilikten bahsediyoruz. Bu tarihçilik, ayrıca günlük hesaplardan, ez cümle yarın yerlerini başkalarının alacağı “günün sorunlarından” ve kaygılarından azade olabildiği ölçüde değerlidir.Çanakkale’ye dönelim. Önce olgusal bir tespit yapalım: Sarıkamış felâketi ve yaklaşık olarak dokuz aya yakın bir süre devam eden Çanakkale Muharebeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na giriş chapter’ını oluşturur, biri “bozgun” diğeri “zafer” olarak… Dolayısıyla ulusal ve millî tarih yazıcılığı ilkinden yine işine yarayacağını umduğu bir “kurban” öyküsü eşliğinde ulusal/millî ortaklık hikâyesi, diğerinden ise bir direniş ve kurtuluş, buna bağlı olarak da bir “ulusal doğuş” ya da “yeniden millî uyanış” hikâyesi yazar. Bu yüzden trajik Sarıkamış’la bile yüzleşemiyoruz. Üstelik bu hikâyeler öyle bir zamana işaret eder ki, aynı zamanda bütün bir halkın Türkiye coğrafyasından fiziken ve kültürel olarak yokolmasına neden olan Ermeni Tehciri ve buna eşlik eden katliam ve facialar da aynı dönemin ve aşağı yukarı aynı faillerin ürünüdür. Bir de üzerinden yüz yıl geçip, 2015 yılı hem Ermeniler hem de Türkiye Cumhuriyeti için sembolik biçimde yüz yıl öncesinin bir hesaplaşmasına dönüşünce, bilhassa ulusal ve millî kanatlar için Çanakkale’nin önemi bir kat daha artar.
“Ulusal” ve “millî”yi kasten birlikte kullanıyorum. Ulusal hikâyeler Kemalist/Cumhuriyetçi kanadın, “millî” hikâyeler ise İslâmcı kanadın hanesine kayıtlıdır çünkü. İslâmcı kanat “millî”den paralel biçimde “dinî” olanı anlar. Oysa “ulusal”ın bileşenleri içinde dinî, yani İslâmî olanın yeri ikincildir.
Ulusal Çanakkale hikâyesi kanonunun baş eseri şühpesiz Turgut Özakman’ın Diriliş: Çanakkale 1915’idir. Bu kanona dahil olan başka pek çok hikâye ve efsanenin metinsel karşılıkları da var elimizde. Bu hikâye ve efsanelerin başında Çanakkale muharebelerinde Atatürk’ün rolüne dair olanlar geliyor. İkincisi, Çanakkale cephesi ile büyük bir fedakârlık ve yokluklar içinde savaş hikâyesi karşımıza çıkıyor. Üçüncü sahnede “Seyit Onbaşı” hikâyesi dikkat çekiyor. En nihayet Türklerin ulus bilincine Çanakkale’de kavuştukları ve ulusal kurtuluş savaşının Çanakkale’de doğan ruhun bir tezahürü olduğu anlatısı var.
İslâmî hikâyenin baş kahramanı ise ordunun imdadına yetişen “yeşil sarıklı, yeşil cübbeli evliya”dır. Uzun yıllar sokakta bu hikâye dolaşımda kaldı. Ama esas referans alınan Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri şiiri oldu. Bu şiirde yansıtılan destanın ana fikri, savaşı taktik uygulamaları, kumanda heyetlerinin herşeyi göze alarak savaşa yön vermesini sağladığı yüksek can kaybı, sıklıkla ele geçirilen ateş üstünlüğü, arazinin sağladığı avantajlar, ağır silahların varlığını ve konum üstünlüğü gibi askerî nedenlerle değil, savaşanların her birinde şeksiz şüphesiz varolduğu kabul edilen “iman”ın kazandırdığıdır. Üstelik bu savaş sonradan Akif’in “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” diye yaftalayacağı “his yoksulu, sırtlan kümesi Avrupalı”ya karşı kazanılmıştır. İslâmcıların en çok sevdiği tema da budur zaten. O tek dişi kalmış canavar, “vahşi Avrupalı”yı ve esas itibariyle Hıristiyanlığı temsil ediyordur zira. Canavarın dişini kıran ise şehitlerin ve gazilerin savaş ruhuna hâkim olan imandı. Biraz soğukkanlı bakıldığında ise Osmanlı tarafından pek çok Hıristiyan asker ve subayın, hatta Alman ve Avusturyalılar gibi bizzat o “vahşi Batı”ya mensup muhariplerin Osmanlı ile birlikte savaştığı ve öldüğü görülür. Bunlarda Akif’in kastettiği iman, eğer gizlice Müslüman olmadılarsa, çok kuşkulu olduğuna göre Mehmet Akif’in epik karinesinden bugüne taşınan kabul temelden sakatlanır. Öte yandan özellikle karşı tarafta savaşan Fransa ve Britanya ordularının içinde bulunan, kolonilerden getirilmiş çok sayıda Müslüman askerin imanından bir kuşku mu vardır? Ya da onlarda iman eksikliğini tespit etmiş bulunan bir araştırma mı söz konusudur? Gerçi onlar “yanlış taraftadır”. Bir de başka yönden bakalım. Kim bilhassa cephede göğüs göğüse ve en az Osmanlı askeri kadar yiğitçe savaşmaktan kaçınmayan Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (ANZAC) askerinin savaşma gücüne hayat veren başka bir “iman”ın varlığını sorgulama hakkına sahiptir? İnsanın aklına şu soru da geliyor: Çanakkale’de devreye giren iman ve onun sağladığı psikolojik üstünlük, neden acaba Hicaz’ı, Filistin’i, Irak’ı ve Suriye’yi terk ederken Osmanlı ordusunda, o “Bedr’in aslanlarında” müstevliye karşı devreye girmemiş, savaşlara hâkim olan ters gidişi çevirememiştir? Herhalde hiçkimse Çanakkale Boğazı’nın ve onun ardındaki hedefin (yani İstanbul’un), İslâm bakımından Mekke ve Medine’den, Kudüs’ten, Kerbela veya Necef’ten daha kutsal olduğunu iddia edemez. Şair “zafer” karşısında “iman”dan bahsedebilir, başka yerlerde ise ne imandan ne de yenilgiden söz edilecek! Böyle epik bir tarih açıklaması kabul edilemeyeceği gibi, objektif bakıldığında hiç şüphesiz bu düpedüz dinî duyguların politik kullanımının örneklerinden biri olarak literatürdeki yerini alır. Yeri gelmişken Mehmet Akif’in savaş sırasındaki yerinden ve konumundan da söz edelim. Akif, İttihat ve Terakki’nin en aktif üyelerinden biriydi. Üstelik Teşkilât-ı Mahsusa’da çalışıyordu ve Almanlarla pek yakın ilişkisi vardı. Şairliğine ve duygularının samimiyetine lâf söyleme yetkisini haiz değiliz elbette. Lâkin şairin propagandif projenin önemli bir aktörü olduğuna işaret eden bütün bu bilgiler alenen ortadayken, savaş sırasındaki Akif’i o ruhun bayraktarı ve o ruhu bugüne taşıyan simge kişi ilân etmek de pek kolay görünmüyor.
Bugünkü sıcak gündem bağlamında ise, 2015 yılında dünyada gündeme oturacak olan Ermeni soykırımının 100. yılı meselesine karşı “Sarıkamış dramı”nı da içine katarak bir savunma hattı oluşturmak, topyekûn tehciri ve ona eşlik eden katliam ve yıkımları görünmez kılacak bir hamle yapmak ve Çanakkale’nin uluslararası niteliğine sığınarak Ermenilerin bütün çabalarına karşılık dünya kamuoyunca daha büyük bir ilgiyle takip edilecek Soykırımın 100. Yılı anmasına ve ona bitişik yükselen uluslararası sıkıştırmalara karşılık, onu sönümlendirecek bir Çanakkale’nin 100. Yılı anmasını ikame etmek yeni devlet stratejisinin baş köşesine oturuyor. Osmanlı ordusu bakımından hiçbir “zafer”in sözkonusu olmadığı, üstelik müttefiklerin henüz karaya asker çıkarmamış oldukları, yani tek bir tabancanın dahi henüz patlamadığı “arife günü” olan 24 Nisan’ı Çanakkale savaşlarını anmak amacıyla uluslararası bir gösteriye çevirmek, 24 Nisan’ı soykırımın başlangıç günü olarak anan Ermeni dünyasına ve onlara eşlik eden uluslararası kamuoyuna verilmiş en iyi ve en akıllıca cevap olmasa gerek. Avustralya ve Yeni Zelandalılar 25 Nisan’da “ANZAC günü” adıyla anma programı O gün Avustralyalılarla Yeni Zelandalılar kendi kayıplarını anmak için “özel” olarak toplanırlar. 25 Nisan’ın Türk ulusal tarihi açısından İstanbul’un işgal edildiği 13 Kasım 1918’den veya Yunan ordusunun İzmir’e çıktığı 15 Mayıs 1919’dan bir farkı yoktur. O günü de değil, bir önceki günü “anma günü” haline getirmek ise ancak gülümsetebilir. Ulusal tarih 18 Mart’ı önemser ve anar. Zira gerçekten o gün boğazı zorlayan müttefik donanması ağır kayıplar vererek çekilmiş ve 18 Mart bu yüzden Osmanlı ordusu ve bahriyesi için gerçek bir “deniz zaferi” sayılmıştır.
Herşey bir yana, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına karşılık gelen dünya konjonktürü ve 1913 darbesiyle ülke üzerinde mutlak bir yönetim kuran İttihat ve Terakki cuntasının karar ve eylemleri eleştiriye tâbi tutulmadan, Çanakkale muharebelerinin gerçek niteliğin üzerine konuşmak mümkün değildir. Öncelikle şu iki konuyu vuzuha kavuşturmak gerekir: 1) O zamanın İtilaf devletleri (yani Britanya, Rusya ve Fransa) Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmemiştir. Onlara karşı Almanların yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu ve İmparatorluk adına tek karar mercii haline gelmiş olan İttihat ve Terakki cuntasıdır. Hem müttefiklerin hem de Osmanlı devletinin savaşa dahil olma gerekçeleri aynıdır. Üstelik Osmanlı devleti, savaşı başlatanların, yani saldırgan tarafın yanında yer almış ve Karadeniz’deki deniz baskınları ile hasımlarına ilk saldıran olmuştur. Dolayısıyla İtilaf donanmasını Çanakkale önlerine çeken fikir, öncelikle müttefiklerin Osmanlı’ya yönelik “emperyalist hırsları” değil, kendilerine karşı savaş ilan etmiş Osmanlı’yı bir an önce savaş dışı bırakmak ve Rusya’nın Akdeniz yolunu açmak istemeleridir. 2) Çanakkale seferi, başlangıçta özellikle Britanya’ya çokça muhalefet görmüştür. Bu seferin ısrarlı takipçisi ve baş savunucusu hırslı genç politikacı Amirallik Birinci Lordu (yani Donanma Bakanı) Winston Churchill’dir. Churchill, döneminin sönük ve pasif İngiliz politikacıları içinde sivrilmiş ve bu seferi zoraki kabul ettirmiştir . Yani, özetle Churchill’in ısrarı ve dikte ettirdiği savaş planı olmasaydı Çanakkale seferi de olmayacaktı. Tıpkı Enver’in Almanların yanında savaşa girme gereğinde ısrar etmesi ve iradesini kendi sözde “parlaklığı” ile pasif ve öngörüsüz Osmanlı kabinesinin yerine ikame etmesinde olduğu gibi… İşin abc’si bu iki saikte gizlidir. Bunları kabul etmeden hiçbir I. Dünya Savaşı anlatısına girişilemez.
Şimdi Kemalist/Cumhuriyetçi Çanakkale kurgusunun ortaya koyduğu büyük metnin unsurları üzerinde düşünmeyi deneyelim.
“Çanakkale’de bir ulus doğdu” yahut “Çanakkale bir yurt savunmasıdır”
Çanakkale muharebeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun can çekiştiği bir sırada kurtuluş için ipine sarıldığı Almanya ile birlikte, esasen Rusya’ya bir geçit açmak ve imparatorluğu savaş dışı bırakmak üzere Çanakkale’ya yüklenen müttefiklere karşı bir “boğazları koruma” savaşıdır. Boğazlar korunmasaydı, İstanbul düşecek ve imparatorluk teslim olacaktı. O yüzden boğaz savaşı hayatî bir öneme haizdi ve Osmanlı harbiyesi 1915 yılında bütün gücüyle burayı savunmaya yoğunlaştı. Müttefikler çekildikten sonra da aynı harbiye Çanakkale’ye teksif ettiği gücü başka cephelere dağıttı ve Osmanlı ordusu Galiçya’dan Basra Körfezi’ne kadar yayılan cepheler ağı içinde yavaş yavaş eridi. 1915 Osmanlı için savaşın başı, ama aynı zamanda sonun başlangıcıydı. Ordu, Çanakkale’ye dayanan “büyük belâ” defedildikten sonra, önce Enver’in yayılmacı hülyaları peşine sevk edildi (bakınız Kanal ve İran seferleri) ve fakat Irak ve Mısır’dan ilerleyen Britanya karşısında bu hayaller bir süreliğine terk edilerek imparatorluk topraklarının savunmasına geri dönüldü. İngilizler yavaş yavaş Anadolu’ya doğru yaklaştıkça Osmanlı-Türk subaylarının aklı başına gelmeye başladı ve aralarında “vatan kurtarma” telâşı başladı ve önlemler almaya giriştiler. İşte “Millî Mücadele” böyle doğdu. Mondros’tan sonra Türk olmayan asker ve sivil bürokratlar ise ortaya çıkan yeni durumda kendi ulusal varlıklarını nasıl inşa edecekleriyle ilgilenmek üzere Osmanlı devlet aygıtını ve ordusunu terk ettiler . Bu koşullarda Millî Mücadele yani gerçek anlamda “yurt savunması” fikri yorgun ve beklentisiz Osmanlı ordusunun tabanında değil, subayların ve generallerin zihninde 1918’den sonra doğdu. Yıllardır cepheden cepheye koşan askerde böyle bir bilincin filiz vermesi olanaksızdı, akılları evlerinde ve ailelerinde olan bu insanların en büyük beklentisi bir an önce terhis olmaktı, “vatan kurtarmak” değil… Nitekim I. Dünya Savaşı sırasında savaşa katılan bütün ordular arasında en büyük firar oranının Osmanlı ordusunda ortaya çıkması bir tesadüf değildi . Dolayısıyla tarih itibariyle daha gerilerde, Çanakkale’de savaşan askerin zihninde bir “ulusal bilincin” veya “yurt savunması” anlayışının filizlendiğini iddia etmek sadece kötü bir idealizm olur. Öte yandan 1915’deki Osmanlı ordusu sadece Türklerden ibaret bir ordu değildi, aksine Osmanlı ülkesinde asker toplanabilen her yerden sevk edilmiş çeşitli etnik gruplara hatta dinlere mensup bir terkipti. Doğal olarak savaştaki başarı da savaşa bilfiil iştirak etmiş olan bütün bu unsurlara ortak olarak aittir. Hatta bazı kritik anlarda icra ettikleri faaliyetlerle yer yer savaşın seyrini değiştiren Alman ve Avusturyalıları da hesaba katmak gerekir .
Dolayısıyla Çanakkale’de savaşanlar Alman ve Avusturyalıların desteğinde harbe iştirak etmiş bir “imparatorluk ordusu”nun efradıydı, “millî bir ordu”nun değil! Türklerin ve Kürtlerin yanında, Çerkesler, Tatarlar, Gürcüler, Lazlar, çok sayıda Arap, hatta Ermeni ve Rumlar Osmanlı ordusunda müttefiklere karşı savaşmıştı . Örneğin Yarbay Mustafa Kemal'in emrindeki üç alaydan ikisinin (72. ve 77. alayların) askeri Arap, Yezidî ve Nusayrî idi . Bu yüzden savaş sırasında 19. Tümene “Halep Tümeni” adı takılmıştı ve Filistinli bir Arap olan 4. Ordu müftüsü Şeyh Esad eş-Şukayrî başkanlığında Arap din adamlarından oluşan bir heyet Gelibolu’da bizatihi bu tümeni ziyaret ederek moral vermişti . Dahası özellikle topçu birliklerinde önemli sayıda Alman ve Avusturyalı vardı . Bölgeyi savunan Osmanlı 5. ordusunun komutanı ile iki kolordusundan birinin ve tümenlerinden birinin komutanı Almandı . Savaşta hava ve denizaltı desteğini de Almanlar vermişti. Üstelik Osmanlı ordusunun moral unsurları da “ulusal” olmak yerine dinî ve emperyal öğelerle bezenmişti. Osmanlı İslâm tebasının seferberliğe Şeyhülislam fetvası ve padişahın mukaddes cihad ilânıyla davet edildiği unutulmamalıdır. İmparatorluğun asker kaynağı olan müslüman köylülerin bu savaşa millî bir bilinçle iştirak ettiğini ya da savaştan millî bir bilinçle döndüğünü tasavvur etmek ya hayalperestlikten ya da sonradan uydurulmuş bir temenniden ibarettir.
Atatürk mitosunun kuruluşu bakımından Çanakkale
Çanakkale muharebeleri üzerinden Atatürk mitosunun kuruluşu, Çanakkale muharebeleri içinde Mustafa Kemal Paşa'nın rolünün öne çıkarılıp diğer kumanda heyetinin geri plana atılması, hatta adlarının neredeyse hiç anılmaması şeklindedir. Yani bir anlamda, Mustafa Kemal'e atfedilen "yurt kurtarma" menkıbesi böylelikle daha gerilere çekiliyor ve 1915 gibi kritik bir yılda, örneğin maceracı Enver Paşa Sarıkamış'ta batağa saplanıp on binlerce insanın yok yere ölmesine neden olurken, Mustafa Kemal gerçek ve doğru bir amaç uğruna, yani "memleketi kurtarmak" adına hayatî bir iş yapıyor ve savaşa katılan bütün Osmanlı askerî ricali içinde öne çıkarılmış oluyordu. Bu örtük karşılaştırma eşliğinde Çanakkale gibi büyük bir askerî kapışma içinde kurucunun askerî dehası vurgulanarak gelecekte olup-biteceklerin sadece bu dehanın eseri olabileceğine dair bir ön-kabul yaratma girişimidir bu; peygamberliği haber veren ön-mucizeler türünden… Mustafa Kemal'in ülkeyi kurtarma pratiği böylece bir değil bir kaç defa tekrarlanan ve onun değerini ve biricikliğini tekrar tekrar teyit eden özgül bir pratik olarak kutsanmış oluyordu. Üstelik bu kutsamaya, Arıburnu'nda patlayan şarapnelin sadece saatini parçalayıp ona hayatî zarar vermemesi türünden "göksel bir korunmuşluk" unsuru eklenerek menkıbe adeta dinselleştirilmiştir. Mustafa Kemal, hiç şüphesiz Çanakkale muharebeleri sırasında parlamış ve savaşın kaderine etki etmiş birkaç komutandan biridir, ama “biridir” . Zaten Mustafa Kemal, bu savaştaki başarısı nedeniyle daha o günlerde, diğer parlak subaylarla birlikte, ödüllendirilmişti. Rütbesi Albaylığa yükseltilmiş, kendisine gümüş ve altın üstün liyakat madalyaları , Takfon harp madalyası, Alman gümüş haç madalyası tevdi edilmiş, İstanbul basınında “Çanakkale kahramanı” olarak boy göstermiştir. Resmî tarih anlatısı bakımından buradaki sıkıntı, Atatürk karizmasının inşasında Çanakkale’nin bir araç olarak kullanılmasıdır. Resmi anlatı yıllarca Çanakkale ile Atatürk’ü özdeşleştirmiştir. Adeta “o olmasaydı, Çanakkale’de Osmanlı ordusu bozguna uğrar, müttefikler İstanbul’u işgal ederdi” noktasına gelinmiştir. Bu doğru değildir. Mustafa Kemal, uzun süren bu muharebeler esnasında en önde gelen komutanlardan biri olmakla birlikte sadece taktik bir mevki işgal etmiştir.
Yarbay Mustafa Kemal'in taktik mevkiine ilişkin en açıklayıcı olay, müttefik çıkarmasının başladığı 25 Nisan 1915 sabahı cereyan etmişti. O anlar o sırada Kolordu Kurmay Başkanı olan Fahrettin Altay'ın anılarında şu şekilde anlatılır: "Kolordu komutanı [Esat Paşa] durumu daha yakından görmek için ileri hatlara doğru hareket etmişti. Mustafa Kemal'e niçin geri geldiğini sormuş, o da düşmanın artık ilerleyecek hali kalmadığını ve okuduğu bir raporda düşmanın büyük kuvvetlerinin Kabatepe kumsalına çıkmağa başladıklarını öğrenmiş olduğunu, bu sebeple o tarafa 77. Alay'ı gönderdiğini ve bu yeni duruma göre emir almak üzere geldiğini bildirmiş. Esat Paşa, daha evvel aldığı bilgileri bununla karşılaştırınca: ‘Bu raporda bir yanlışlık olacak. Kabatepe kumsalına yeni bir çıkarma yok. Siz geri dönün. Bütün kuvvetlerinizle düşmanı denize dökmeye çalışın...’ demiş.... [S]onradan anlaşıldı ki, düşman Arıburnu'nun hemen güneyindeki küçük kumsala yeni kuvvetlerini çıkararak Korku Deresi'nden Merkeztepe'ye gelmiş. Raporu yazan subay burasını Kabatepe kumsalı zannetmiş..” Bu olay, Mustafa Kemal'in her zaman isabetli kararlar veremediğini, zaten taktik mevkii gereği veremeyeceğini gösterir. Fahrettin Altay, Mustafa Kemal'in o andaki düşünce biçimini şöyle aktarır: "Arıburnu büyük kuvvetlerin karaya çıkmasına müsait değildir. Bu kuvvetler bizi çekmek için çıkarılmış olabilirler. Büyük kuvvetlerin Kabatepe kumsalına çıkmalarını beklemek lâzımdır". Tam o sıralarda anılan rapor gelmiş ve Mustafa Kemal tahmininin gerçek olduğunu zannederek 77. Alay'ı Kabatepe tarafına göndermiş, Esat Paşa durumun yanlışlığını aktarıp 27. Alay'la birlikte kuvvetlerinin bulunduğu yerde düşmana saldırmasını istemiş ise de, iş işten geçmiş ve o arada müttefikler zaman kazanıp Merkeztepe'yi tutarak Osmanlı kuvvetlerinin arasına girmişti . Tarihin şu garip cilvesine bakınız ki, Mustafa Kemal'in “büyük kuvvetlerin çıkmasına müsait değildir” diye düşündüğü Arıburnu sahili ve kuzeyindeki Anafartalar bölgesi, bütün muharebelerin en büyük çıkarmasına sahne olmuş ve bu çıkarma harekâtını püskürtmek, bu kez “Anafartalar Grubu Kumandanı” sıfatıyla yine Yarbay Mustafa Kemal'e düşmüştü.
Bu taktik mevkide, atılganlığı, öngörüleri, aldığı bazı kararların muharebenin seyrine tayin edici bir etki yapması gibi askerî nitelikleri onu pek çok alt birlik komutanı içinde öne çıkarmış ve üstleri bu özelliklerini değerlendirerek onu, savaşın kritik bir döneminde kolordu seviyesindeki bir birliğin komutanlığına (“Anafartalar Grup Kumandanlığı”) tayin ederek ciddi bir sorumluluk yükleyebilmişlerdir. Şimdi, kimileri “olsun, işte en parlak komutan oydu, bu söylenenler de bunun ispatıdır” diyebilir. Lâkin hemen şu soru akla geliyor: En az Mustafa Kemal kadar Çanakkale muharebeleri sırasında öne çıkmış pek çok komutanın adı o zaman neden hiç anılmaz veya çoktan unutulmuştur? Örneğin Esat Paşa, Vehip Paşa, Cevat Paşa, Selahaddin Adil Paşa, Albay Halil Sami Bey, Yarbay Şefik Bey, 57. Alay Kumandanı Binbaşı Hüseyin Avni, Yarbay Kâzım Karabekir gibi… Örneğin neden Sakarya Savaşı’nı veya Büyük Taarruz’u konuşurken bu savaşların “kahramanı” ve zaferi temin eden kişi olarak öncelikle Mustafa Kemal Paşa’yı ve ikinci olarak İsmet Paşa’yı biliyoruz da, o savaşlarda taktik mevkiler işgal eden ve pekalâ pek çok kahramanca taktik müdahaleye imza atmış bulunan tümen kumandanlarının adı o kadar öne çıkmıyor? Hatta onların çoğunu hatırlamıyoruz bile… Çanakkale’de stratejik kumanda mevkiindeki Esat Paşa, Cevat Paşa gibi kumandanlar neden aynı derecede değer görmez ve anılmaz da oradaki bir tümen kumandanı, bütün zaferlerin yegâne mümessili ve müstahsili olarak bilinir? Bu durumda “Çanakkale ve Mustafa Kemal” temasının askerî tarihsel değerinden ziyade ideolojik ve doktrin değeri üzerinde durmak gerekiyor.
Özellikle Esat Paşa’nın rolü önem arz eder. 3. Kolordu kumandanı Esat Paşa, müttefik çıkarmasının yeri konusunda ordu kumandanı Liman von Sanders ile ihtilafa düşmüş ve çıkarma yerini doğru tahmin etmişti. Dolayısıyla Çanakkale muharebeleri sırasında stratejik öngörüsü bakımından birinci sıra her halûkârda Esat Paşa’nındır. Esat (Bülkat) Paşa bugün tamamen unutulmuş/unutturulmuş bir kişidir. Esat Paşa, Mustafa Kemal’in kendi tümenini çıkarma öncesinde yarımadanın güneyine hâkim olan Kocaçimen Tepe’de konuşlandırmak isteğini bu yüzden desteklemiş; ama tümen doğrudan ordu emrinde ihtiyatta tutulduğu için bunun için Liman von Sanders’in emri gerekmiştir. Çıkarma başladığında telefonla bir türlü Liman Paşa’ya ulaşamayan Esat Paşa, bunun üzerine onun yanına bizzat giderek onu yarımadanın güneyine kuvvet yığmak konusunda ikna etmeye çalışmıştı. Esat Paşa, Liman Paşa durumu kavrayıp karargâhını güneye taşıyana kadar da çıkarmaya karşı bütün harekâtı kendi insiyatif ve kararlarıyla yönetmiştir. Burada Mustafa Kemal’in kendi ifadeleri, Esat Paşa ordu komutanınnı ikna etmeye çalışırken, gelişen durum karşısında emir almadan kendisine bağlı alayları çıkarma bölgesine yanaştırdığı şeklindedir. Ancak Kolordu kurmay başkanı Fahrettin (Altay) durumu başka şekilde anlatır: “19. Tümen komutanı Mustafa Kemal de Arıburnu'na hareketine müsaade istiyor. Bu tümen ordu emrinde olduğundan oradan soruluyor. Ordu emir vermekte gecikiyor. Mareşal Liman von Sanders'in Bolayır'a gittiği bildiriliyor. Kolorduca Gelibolu'da 21. Alay'a hareket emri veriliyor... Arıburnu'na saat 6.30'da hareket eden [9. Tümen'e bağlı] 27. Alay saat 8.30'da Kanlı Sırtlarda düşmana çatıyor. Mustafa Kemal bu sırada hâlâ emir almadığından sızlanıyor. 57. Alay'la bir bataryayı ve süvari bölüğünü alarak harekete geçeceği sırada kolordudan kendisine bütün tümenlerle hemen Arıburnu'na hareketle düşmanı denize dökmesi emri geliyor. Bu sebeple ancak saat 10.30'da düşmana Conkbayırı taraflarında tesadüf ediyor ve saldırıya geçerek onları geri sürüyor” (a.b.ç) . Fahrettin Altay’ın belirttiği gibi, çıkarma başladığında güneyde konuşlanmış olan 9. Tümen’in kumandanı Albay Halil Sami, alaylarıyla çoktan çıkarmanın gelişmesini önleyecek biçimde konuşlandırmış ve Yarbay Şefik Bey’in kumandasındaki 27. Alay da çoktan çatışmaya girmişti.
Yarbay Şefik Bey’in çıkarma harekâtının karadaki gelişiminin önlenmesindeki rolü hiç vurgulanmaz. 27. Alay komutanı Yarbay Şefik, erken saatlerden itibaren keşif kollarından aldığı ilk çıkarma haberlerine bağlı olarak bir an önce ileri atılmak ve çıkarma karşısındaki mevzilere yerleşmek istiyordu ve 9. Tümen kumandanı Albay Halil Sami Bey’den beklediği hareket izni için ısrar etmekteydi. Üçüncü raporundan sonra saat 05.45'de Tümen'den şu emri aldı: “Düşman Arıburnu ile Kabatepe kısmına asker çıkarmaktadır. 27. Alay Çamburnu'ndaki dağ bataryası da emrinde olmak üzere bu düşmanı denize dökmek için derhal Kabatepe istikametinde hareket edecektir”. Çıkarma karşısında bir saat kadar geç hareket edilmişti, ama bu konuda 9. Tümen komutanının bir kusuru yoktu. Çünkü bu gecikmeden 9. Tümen komutanını sorumlu tutmak askerî açıdan mümkün değildi. Genelkurmay Harp Tarihi'nin yazdığına göre, “aslında gecikme diye birşey yoktur. 9. Tümen komutanı gereğince çabukluk göstermiştir. Çünkü bu tümenin sorumluluk alanı geniş ve görevleri çok zordu. Seddülbahir çevresinde de çıkarmalar başlamıştı. Her taraftan düşman çıkarmalarına ait raporlar geliyordu. Düşman deniz kuvvetleri bütün yarımada güney kıyılarını sarmıştı. Kabatepe ve güneyinden, Kumtepe kıyılarına kadar fazlasıyle kritik ve çıkarmaya elverişli kısımlar vardı. Düşman çıkarmasının henüz ilk hareketleri oluşuyor ve amfibi harekâtın karanlık bir dönemi yaşanıyordu. Tümen için durum ve düşmanın gerçek harekât planı her bakımdan meçhuller içerisinde idi. Ancak bir kolordunun kapatabileceği geniş bir muharebe alanında çok yönlü görevlerini başarmak zorunluğunda olan bir tümen komutanından, tesadüf muharebelerine benzer kısa bir durum muhakemesi ile karar istenemezdi. Elbette durumun berrak ve belirgin bir hâl almasını bekleyecek, deniz vasıtasına hâkim ve tam bir insiyatif içerisinde hareket eden düşman komutanlığının ne yapmak niyetinde olduğunu anlayacaktı. Bu nedenle 9. Tümen komutanı, 27. Alayı'nı saat 05.45'te Arıburnu istikametinde sürerken son derecede süratli davranmış oldu” . Bu ifadeler, çıkarma harekâtının Eceabat’a doğru gelişmesinin önlenmesinde birinci şeref mevkiini 9. Tümen’e ve onun 27. Alayı’na veriyor. Bu ilk muharebe sırasında 27. Alay kumandanı 9. Tümen’e bir rapor yazmış ve Arıburnu sırtlarının işgal edildiğini söyleyerek kendisinin taarruza geçeceğini bildirmişti. Yarbay Şefik’in tümenden arzı, Mustafa Kemal’in kumandasında Kocaçimen Tepe’de bulunan 19. Tümen’in alayın sağını tutması için aracılık etmesiydi. Mustafa Kemal, 9. Tümen komutanının bu arzı işleme koyarak kendisine emir verecek bir konumda bulunmasından şikâyetçi olmuştur. Bunu komutanın askerî yeteneklerini mesele ederek kolordu komutanına yansıtır. Esat Paşa anılarında 19. Tümen komutanının bu konudaki raporunu şöyle aktarır: “Bu belge ile Mustafa Kemal Bey, 9. Tümen Komutanı olup Eceabat-Kirte bölgesinde bulunan piyade Albay Halil Sami Bey'in kıdemi sıfatıyla ve o gün bölgede daha üst rütbede bir komutanın bulunmaması yönünden düşmanın ilk çıkarma gününde kendisine verdiği emirleri tenkit ediliyor..."du, der . Yani Mustafa Kemal, düpedüz 9. Tümen kumandanından, sonradan tenkit ettiği ama uygulamak zorunda kaldığı bir emir almıştı ve kimselere sormadan kendi insiyatifi ile 27. Alay’ı kendi komutası altına alarak Arıburnu’na yanaşmış falan değildi. Herşey 9. Tümen karargâhının bilgisi dahilinde cereyan etmişti. Mustafa Kemal anılarında bu durumdan hiç söz etmez. Özetle, her ne kadar Mustafa Kemal Halil Sami Bey’in askerî yeteneklerini küçükseme eğiliminde olsa da eğer bir kahramanlık ve atılganlık söz konusu ise, aynı muharebe şartlarını paylaşan ve yine hiç bir yerden emir almaksızın kendiliğinden harekete geçmek iradesini gösteren, hatta Mustafa Kemal'in 19. Tümeni'ni de yönlendiren 9. Tümen komutanı Albay Halil Sami ile 27. Alay komutanı Yarbay Şefik'i de, en azından "Türk savunmasının erken yıkılmak tehlikesinden kurtarılması"ndaki kararlılık, ileri görüş ve atılganlık bakımından Mustafa Kemal'in yanına yazmak gerekir. 9. Tümen birlikleri, ateş gücünün göreli azlığına rağmen Seddülbahir önlerinde müttefiklere çok ağır kayıp verdirmişlerdi. Bununla beraber Arıburnu önlerinde ihtiyat birlikleriyle ve 9. Tümen'den katılan bir alayla takviye edilmiş, görece daha kalabalık bir güçle ve daha yoğun topçu desteğiyle direnen Mustafa Kemal'in yıldızı parlarken, sadece iki alayla direnmeye çalışan Albay Halil Sami haksız bir biçimde başarısız sayılmış ve isabetsiz kararlarıyla kuşku yaratan Mareşal von Sanders'in yine isabetsiz bir kararıyla tümen komutanlığından alınmıştı. Bu haksızlık Fahrettin Altay’ın anılarında açıkça ve kınayarak anlatılır . Burada Liman Paşa’nın hem stratejik değerlendirmeleri bakımından zayıf hem de duygusal olduğu görülmektedir. Zira, Seddülbahir'den farklı olmayan bir şekilde, müttefiklerin Arıburnu kıyısında da dar bir şeritte tutunma başarısı göstermiş olmalarına rağmen, aynı husumeti Mustafa Kemal'e göstermemiştir. Çünkü cepheyi gözetlerken Mustafa Kemal'den gelen bir rapor kendisine okunmuş ve Mustafa Kemal'in raporunda "düşman bu gece denize dökülecektir" denilmesi onun gözlerini yaşartmıştı . Oysa sonuçta değişen bir şey yoktu! Ne o gece ne de izleyen 8 ay boyunca düşman denize dökülemeyecekti!
“Savaş büyük fedakârlık, yokluk ve zorluklar içinde kazanıldı”
Yedi düvele karşı yokluklar içinde harp ettik! Bu tez İslâmcı kanadın da, ulusalcı kanadın da sahiplendiği bir tezdir. Şahidimiz yine Akif: En kesif orduların yükleniyor dördü beşi -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya/ Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı' / Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! / Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer/ Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer / Yedi iklimi cihânın duruyor karşında / Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! / Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk / Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk / Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
İşe tersinden bakalım: Savaşı sen ilân ediyorsun. Savaş ilân ettiğin “yedi düvel” de senin kapına dayanıyor kaçınılmaz olarak! Savaş bu… O zaman senin savaş ilân ettiklerin vahşiler oluyor, yamyamlar oluyor, yırtıcı ve sırtlan kümesi oluyor! Üstelik Akif’in dizelerinde açık bir ırkçı aşağılama da seziliyor. Kolonilerden toplanıp (üstelik büyük olasılıkla ön saflarda ölmeye) getirilmiş zavallılar Akif’in ağzında “Kimi Hindû, kimi yamyam…” diye aşağılanıyor. Aslında bütün bu dizeler bayrak edilirse, haksızlık yapılan şeyin bizatihi o savaş sırasında pek çok insanî hasletini öne çıkarmış Osmanlı ve müttefik ordulara mensup sıradan insana (ki bunların büyük çoğunluğu o savaşta şehit düştü) büyük bir haksızlık yapılmış, onlara büyük bir hakarette bulunulmuş oluyor. Bizler değil miyiz, Atatürk’ün “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanının toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarımızı dindiriniz! Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” şeklindeki o soylu sözlerini gururla sahiplenen! O vakit burada ortak insanlık hikâyesinin trajik bir sayfasının yaşandığını kabul edip ortak dersler çıkarmaktan başka beşeri ve medeni yol yok, demektir. Onun ötesindeki her söz haksızlık ve hadsizlikten ibarettir. Haydi Akif’in savaş propaganda makinesinin bir parçası olduğunu ve bu dizelerin savaşın sıcaklığında söylendiğini kabul ederek onu “mazeretli” sayalım ; o zaman bu sözlerin en önemli parçası olduğu Çanakkale efsanesini bugüne taşıyıp bugün en yüksek sesle haykırmak neyin nesi oluyor?
Bu çerçevede ezeli düşman olarak “Avrupa”yı ve “Batı”yı kodlamakta ideolojik/politik tercihler bakımından hem Kemalist söylemin hem de İslâmcı söylemin pek sevdiği bir tema olarak ortaya çıkıyor. Zira Batı, emperyalizmi temsil ediyor ve buradan Türklerin de (ya da müslüman Türklerin) bütün ezilmiş halklar adına emperyalizme karşı mücadelenin önderliğini yürütmüş bir hâkim ve alternatif millet olduğu iddiası temel kazanıyor. Çılgın Türkler'in yazarı Turgut Özakman'ın ikinci büyük projesinin Çanakkale olması, bu bakımdan bir tesadüf değildir. Özakman, bir röportajında, bugünkü Avrupalıların “Shaekspare'in değil Lloyd George'un çocukları” olduğunu söylemektedir. Bugünün siyasetini izahta neredeyse yüz yıl öncesinin olay ve gerçeklerine dayanmaktaki garabet bir yana, tarihin şu garip cilvesine bakınız ki, Özakman'ı hilafına, Türkiye'nin AB kapısındaki en büyük destekçisi de başından beri Lloyd George'un memleketi İngiltere oldu. AB içindeki demokratik güçlerin (Yeşillerin, Komünistlerin, Sosyalistlerin ve Liberallerin) Türkiye'ye destek verdiği de ayrı bir konu… Buna karşılık Lloyd George'la aynı geleneğe mensup Muhafazakârların ve Avrupalı milliyetçilerin Türkiye'nin AB’ye girişi karşısındaki esas tıkaç olduğu da bir başka gerçek!.. O zaman buradaki ciddi bir okuma hatası var, demektir: Bir ülkenin veya milletin topyekûn düşmanlarından veya dostlarından bahsedilemeyeceği gibi, düşmanlık ve dostluk gibi pozisyonlar konjonktürel, siyasî ve hatta sınıfsal bir konumlanıştan türeyen durumlardır. Ancak tıpkı Batı'da olduğu gibi milliyetçi körlüğün türlü biçimleri, Türkiye'de de bu gerçeği görmeye engeldir. O nedenle aynı milliyetçi körlüğün, Çanakkale'de olup-biteni bütün yönleriyle ve gerçekliğiyle, soğukkanlı bir bakış açısıyla değerlendirmesini beklemek de zor. Kayser Wilhelm’le birlikte hareket edip Lloyd George’un ülkesine savaş ilân etmek eğer meşru görülüyorsa, neden Avrupa ile Wilhelm değil de Lloyd özdeşleştirilir, anlamak mümkün değil!
Yüz yıl önce Gelibolu yarımadasına düşen ve oradan çıkamayan “düşmanımızın”, döneminin en donanımlı ve güçlü ordularından teşekkül ettiğini iddia etmek de gülünç kaçıyor. Yanında savaşa girdiğimiz Almanya’yı ve Avusturya’yı ne yapacağız o zaman? Ya da şu soru haklı hale geliyor: Osmanlı kurmayı kime karşı savaş ilân ettiğinin farkında olmayacak kadar gaflet içinde miydi ki, karşısında direnmek ve sonuç almak bu kadar zor olan dünya devlerine karşı savaşa girme cesaretini gösterdi? Bu donanım, kadro ve personel üstünlüğü meselesi bir yana, bir de müttefik karargâhlarının taktik aczi ve çaresizliği var ki, asıl üstünde durulması gereken konu odur. Bu meseleye yukarıda kısa bir dipnotla giriş yapmıştım. Donanmasının üstün gücüne karşılık itilaf kuvvetlerinin son derecede kötü askerî taktiklerle savaşmayı sürdürmesi , planlamanın ve yığınağın üstün körü olması ve muharebelerin askerî zekâyı yansıtacak bir stratejik öngörüden ziyade, günlük hatta anlık önlemlerin, yeterli arazi ve düşman keşfine dayanmayan hareketlerin gölgesinde sürdürülmesi Çanakkale anlatısında genellikle gözardı edilen veya “edilmek istenen” bir husustur. Bunu Gelibolu gazisi olan bir Avustralyalı asker veciz şekilde ifade eder: “Çıkarmadan itibaren herşeyin yanlış gittiği Gelibolu’yu göklere çıkarmayı bırakın, İngilizler her şeyin içine ettiler”. Bir başkası şöyle diyor: Hem çok dar olan kıyıya çıkmaya çalışmak hem de ucu bucağı olmayan ve düşman ateşine açık tepelere tırmanmaya kalkışmak aptalcaydı”. Ve son bir tanık, Melbourne’lu Roy Longmore: “Yanlış kıyıya çıkarma yaptık, ele geçirilmesi imkânsız mevzilere taarruz etmeye kalkıştık, çok kötü teçhiz edilmiştik, hatta kış için hazırlık bile yapmamıştık –berbat bir liderlik”! Bu kötü taktik duruma ilaveten bir de dönemin sevk ve idaresine hâkim olan ve başka taktiklerin geliştirilmesine imkân tanımayan “siper savaşı” rezilliği hem iki taraf için kayıpları olağanüstü noktalara çıkarttı hem her iki taraf için de kesin sonuç almayı imkânsız hale getirdi. Dönemin savaşma şekli siperleri tutmak ve karşı siperlere hücum etmek şeklinde gelişen kısıtlı bir taktik görünün hükmü altındaydı . Bu yüzden ağır bir ateş gücüyle bir sipere tutunmuş olan hasmı oradan atmak ancak büyük kayıplar vermekle mümkündü. Üstelik bir siperi ele geçirseniz de önünüzde daha pek çok siper beliriveriyordu. İşin içine bir de yarımadanın coğrafyasının ve savaşın geliştiği alanın manevralara ve çevirme harekâtlarına müsait olmayan yapısı girince, bütün büyük kayıplara rağmen kesin sonuç almak bir hayal haline gelmekteydi. Bu yüzden müttefik kuvvetleri tabyaları susturacak ilerlemeyi kaydedemedikleri ve Eceabat kıyılarına asla atlayamadıkları gibi, bütün zafer anlatısının aksine Osmanlı Beşinci Ordusu da düşmanını asla denize dökemedi! Britanyalılar netice alamayacaklarını anlayınca kendileri çekilip gittiler. Sonuç: Yaklaşık olarak müttefik ordularından 44 bini kayıp 97 bini resmen tespit edilmiş ölü ve yaralı olmak üzere toplam 141 bin kişi, Osmanlı ordusundan da 11 bini kayıp, 57 bini ölü, 97 bini yaralı ve 14 bini de hastalıktan ölenler olmak üzere toplam 179 bin kişi canından oldu veya ölünceye dek savaşın vücudunda bıraktığı ıstırabı çekmek zorunda kaldı.
Osmanlı ordusunun yokluk içinde ve en zor şartlarda bu savaşı sürdürdüğü efsanesi de güncel “Çanakkale destanı”nın önemli bir parçası haline getirilmiştir. Sanki böyle olmasa, kazanıldığı söylenen “zafer”e bir halel gelecek! Yayılan bu söylemin iki önemli medyatik uzantısı var. İnternet sitelerinden dolaşıma sokulup memleketin dört bir tarafına yayılan ve bu yolla bir gerçeklikmiş gibi ikonlaştırılan, Çanakkale'de askerin “üç öğünlük yemek listesi” ve üstü başı yırtık Osmanlı askerleri fotoğrafı üzerinden üretilen “işte savaşı bu şartlarda kazandık”! iş‘arı... Bu hissî göndermeler, bugünün insanına ne büyük fedakârlıklarla yurt savunması yapıldığını ve bugün bu şartlarda kazanılmış vatanı satmaya yeltenen densizlere rağmen, o zamanki atalarımızdan aldığımız ilhamla vatan savunmasının sürekliliğini vurgulamayı amaçlar . Oysa bu ikonlar da birer propaganda aracı olarak uydurulmuş şeylerdir. Örneğin bir uçağın önünde yırtık pırtık asker giysileri içinde gösterilen gençlere ait fotoğraf, bir Alman pilotun muhtemelen Suriye'de asker giysisini yağmalamış köylülere ait bir fotoğrafı olup, gençlerin birinin kafasında Alman asker kepi vardır. Fotoğrafın orijinal halindeki Alman kepi, fotoşop yardımıyla silinip yerine Enveriye kondurulmuş ve bu fotoğraf piyasaya bu haliyle sürülmüştür. Çanakkale'nin, tıpkı Sarıkamış gibi ulusal bir metin halinde yeniden kurgulanması güncel bir kampanyanın parçasıdır ve muharebelerin gerçekliğiyle ilişkisi yoktur.
Fedakârlık ve insanüstü nitelikler atfedilen savunma ruhunun bir diğer önemli unsuru “Seyit Onbaşı” hikâyesidir. Şu garipliğe bakınız ki, Esat Paşa’yı, Cevat Paşa’yı ve benzeri pek çok önemli askeri Çanakkale öyküsünde yok sayan resmî anlatı, Mustafa Kemal’le bir onbaşı arasında gidip gelmekle yetinmekte, bir de 57. Alay’a ve Nusret mayın gemisine şöyle bir değinip yürekleri titreterek işin içinden çıkmaktadır. Bir kere Seyit Onbaşı hikâyesinin gerçekliği çok kuşkuludur. Seyit Onbaşı’nın 18 Mart’ta Ocean zırhlısının dümensiz kalmasına yol açan atışı hakkında, örneğin harp boyunca yarımadanın güney kısmındaki kuvvetlere kumanda eden Esat Paşa’nın altı ciltlik hatıratında tek satır geçmiyor. Bu hikâyenin Harbiye Nezâreti tarafından propaganda amacıyla neşredilen Harb Mecmuası’nın ikinci sayısında Seyit Onbaşı’nın fotoğrafı ile birlikte görünmesine rağmen savaşa bizzat iştirak edenlerin hiçbirinin bu son derece etkileyici olaydan bahsetmemesi oldukça ilginçtir . Neden sonra bu hikâye 23 Ağustos 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Gıyas Tekin imzasıyla yer alan bir haberle yeniden ortaya çıkar. O tarihe kadar Seyit Onbaşı’nın kahramanlığı ile ilgili ne bir haber ne de herhangi bir kaynakta bilgi mevcuttur. Bütün bu kahramanlık hikâyesinin kaynağı, Seyit Onbaşı’nın, onu Edremit’teki köyünde (Çamlık köyü) ziyaret eden Gıyas Tekin’e verdiği röportajdan ibarettir . Görünen o ki “Seyit Onbaşı” hikâyesinin gerçekliği, bir savaş propagandası gerçekliğinden ibarettir. Nusret mayın gemisi anlatısı ise, “gayrımillî unsurlardan” temizlenerek eksik aktarılır. Nusret’in çarkçıbaşısı Alman mühendis Reeder geminin dumansız olarak seyretmesini sağlamış ve böylelikle sisten de istifade eden Nusret, müttefik donanması tarafından keşfedilmeden mayın dökmeyi başarabilmişti. Mayınların başarıyla dökülmesine nezaret edenler arasında Alman torbidocu Bettaque ve iki Alman astsubayı daha vardır . Onların katkıları anılmadan Nusret’in başarısı tam olarak anlatılamaz. 57. Alay ise, çıkarma günü göğüs göğüse muharebeye girmiş ve mevcudunun üçte ikisini kaybetmişti. Kendisinden sayıca çok üstün düşmanına karşı giriştiği bu göğüs göğüse muharebede bu kaybın ortaya çıkması muhtemeldi ve belki de kaçınılmazdı. Alayın kahramanlığı ve çıkarma günü oynadığı kritik rol bir yana, Çanakkale muharebelerine ve genel olarak bütün I. Dünya Savaşı muharebelerine hâkim olan taktik zihniyetin bu tür kayıpları olağan sayması ve bu nedenle bu tür taarruzların sayısız kereler tekrar etmesi, öncelikle bu savaş taktiğinin eleştirilmesini icap ettirir. İnsan kaybının hiçe sayıldığı bir taktik zihniyettir bu. Savaşa taraf olan devletler bu yüzden büyük sayılarda insanı devamlı askere alıp cepheye sürmüşler ve savaşlara kumanda eden generaller küçük kazanımlar için bu insan kaynağını harcamaktan hiç çekinmemişlerdir. Bu aslında bir tür “taktik delilik”tir. Bunlarla hesaplaşmadan I. Dünya Savaşı’nı anlamak da mümkün değildir. Bu taktik zihniyet, adeta Mustafa Kemal’in “ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!” sözünde simgeleşmiştir. Yarbay Mustafa Kemal de pek çok diğer stratejik, taktik ve operasyonel birlik kumandanı gibi askeri ölüme sürmekten hiç çekinmemiştir. Bu atılganlığın maliyeti ise çok büyük olmuştur. Çanakkale muharebelerini inceleyen pek çok harp tarihçisi bu gerçeğin altını çizer. Örneğin Rhodes James “iş tamamen Mustafa Kemal’e kalsaydı herhalde Mayıs’ın başında ANZAC bölgesinde tek bir Türk askeri bile sağ kalmazdı” diyor .
Çanakkale muharebelerinden geriye kalan koca bir derstir. Bu dersi çalışanlar, sadece savaşın korkunçluğunu, birtakım kifayetsiz muhterislerin binlerce gencin ölümüyle sonuçlanacak savaşlar açarak nesilleri söndürdüğünü, bütün bunlardan devşirilecek ulusal erdem ve gurur hissesinin sadece “politik” amaçlara hizmet ettiğini görürler. Bu çabalar sadece, tarihin kötüye kullanımının en ibret verici örnekleri olarak kalacaktır. Bu savaşta erdem ulusal değil, kişiseldir. Bunu sağlayan birbirine karşı savaşan insanların, bir süre sonra yaptıkları işin anlamsızlığını, savaşın dehşetini kavramaları ve buna bağlı olarak karşılarındakinin de insan olduğunu görebilmeleridir. Yani burada ortak payda sadece insan olmaktan ibarettir, ne ulusal olana ne de dine bağlanabilir. Özetle ideoloji yoktur, duygu ve empati vardır. Bu duygunun ve empatinin en veciz ifadelerinden biri 1918’de Şam’ı ele geçiren Britanya birlikleri içinde bulunan (yani 1915’ten beri savaşmaya devam eden) Avustralyalı süvari Len Hall’ın şu sözleridir: “Gelecek sefer işgalci Avustralyalılara karşı Türklerin yanında savaşacağım çünkü öylesine iyi insanlardı ki, üstelik orası onların ülkesiydi, bizim değil”. Çanakkale’den savaş karşıtlığı devşirerek ülkesine dönen ve 2000’li yılları gören Avustralyalı üç asker, Avustralyalıları Gelibolu’yu idealize etmemeleri konusunda uyarmıştı. Bunlardan Walter Parker, “Gelibolu hiçbir şey başarmadı. Sadece, savaşın anlaşmazlıkları çözen bir araç olmadığını gösterdi” diyordu .
Bu yazıyı okuduktan sonra ortaya çıkacak öfkeli bazı sesleri duyar gibi oluyorum: emperyalizmin Türkiye’deki uzantısı olmaktan tutun da ikinci cumhuriyetçiliğe, Atatürk düşmanlığına ve hatta millet düşmanlığına ve milletin değerlerine saldırmaklığa kadar varan bir saldırı salvosu bizleri bekliyor. Oysa bütün bu muhtemel seslerin sahiplerinin bilmesi gereken bir şey var: Eleştirel tarih yazımına hizmet eden bir avuç insan tarihçilik yapmaya çalışıyor. Bizlerin tarihimizi efsâne ve mitoslardan temizlenmiş akademik haline koymaktan başka bir çaba veya kastımız olamaz. Yazdıklarımıza yön veren yegâne kaygı etik bir tarihçilik, genel insanlık değerlerine saygı içinde geçmişin bütün tanıklıklarına kulak vererek ve çeşitli yol ve yöntemler kullanarak ulaşmaya çalıştığımız bulgulardan yola çıkarak olan/bitene uyan bir tarih inşa etmek. Kurgusal olan, ne yazık ki böyle bir çaba karşısında deşifre oluyor. Yapacak bir şey yok… Hayır, “eğer görüyorsanız da yazmayın” diyorsanız, bunu yapmanın kimseye bir faydası olmadığını söylemek zorundayım. Zira bir toplum ancak ideolojik ve politik, gündelik ve konjonktürel kaygıları bir tarafa bırakarak çalışmayı becerebilen bilim insanları sayesinde olgunlaşır; o toplumun akademik dünyası böylece çıkması meşru sayılan “tek ses”ten kurtularak gelişir ve zenginleşir. Tarih bir savaş aleti ve yöntemi değildir, sadece geçmişe kulak vermenin, olan/biteni anlamanın ve geçmişte yaşanmış hatalara bir daha düşmemenin aracı olduğunda değer ve anlam kazanır.