Bilgisayarımda masaüstüne kaydedilmiş bir fotoğraf var. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz aralık ayında Türkmenistan ziyareti dönüşünde çekilmiş bir fotoğraf. Erdoğan’ın yurtdışı seyahatleri sırasında uçakta gazetecilerle verdiği pozlardan biri sadece. AKP ile birlikte söz dağarcığımıza bir de “uçuştaki gazeteciler” gibi bir kavram eklendi. Öncesinde böyle, uçakta gazetecilerle fotoğraf vermek gibi bir siyaset ve habercilik ritüelinin olup olmadığını hatırlamıyorum. Gerçi o kadar uzun yıllar AKP ve bilhassa Erdoğan’la yaşadık ki artık öncesini hatırlamak da hiç kolay değil. Fotoğrafta, masa başında oturan Erdoğan’ın çevresinde on beşe yakın gazeteci bulunuyor. İlginç olan şu ki bu gazetecilerden bir tekinin bile adını bilmiyorum. Bu yüzleri tanımıyor oluşumda bir sorun var kesinlikle. Fotoğrafı her biri benim kadar güncel siyaset ve medya dünyasıyla ilgili arkadaşlarımın olduğu bir WhatsApp grubumda paylaştım, burada da bu fotoğrafta yer alanların ismini bilen hiç kimse olmadı.
Diyebiliriz ki, AKP döneminde medya ve gazetecilik alanında yaşanan ağır tahribatın bir boyutunu da aslında “gazetecilik” vasfı olmayan ya da epeyce sınırlı olan çok sayıda ismin yaygın medyada istihdam edilmesi oluşturdu. Esas vazifeleri yorum ya da habercilik değil, bir tür izleme ve propaganda faaliyeti yapmaktı. AKP’yi ve Erdoğan’ı izliyor, onun cümleleri üzerine bazen kendilerine ait bir cümle bile kurmadan sözlerini kamuoyuna aktarmakla yetiniyorlar. Erdoğan’a elçilik ediyor ya da bir tür ulak faaliyeti sürdürüyorlar.
Yirmi yıllık AKP iktidarının medya alanında yol açtığı hasarı değerlendirmek ve buradan AKP sonrası dönem için bir onarım vizyonuna katkı niteliğinde öneriler geliştirmek, ilk anda düşünülenden çok daha güç.
Hasar o kadar yaygın ve derin ki somut ve bir tür raporlama niteliğindeki bir çalışmayı böyle bir yazının sınırları içinde gerçekleştirmek zor. Bir yandan da bu tür çok iyi çalışmalar da yapıldı zaten (Adaklı, 2009; Ayan, 2019; Eres ve Yüksel, 2017). Burada bu yüzden evvela ana başlıklarıyla bu hasarı hatırlatmayı deneyelim:
Medya sermayesinin el değişmesi ve anaakım medyanın tümüyle AKP’ye yakın sermaye gruplarının eline geçmesi; işinden edilen ve/veya tutuklanan gazeteciler; TRT, RTÜK, Basın İlan Kurumu ve Anadolu Ajansı gibi medya alanındaki – bütün kusur ve eksiklerine rağmen– belirli bir itibara sahip kurumların ciddi biçimde itibarsızlaşması ve partizanlaşması; RTÜK üyeliklerinin seçimi konusu; ardı ardına çıkarılan düzenlemelerle sosyal medyanın haberleşme ve ifade özgürlüğü için bir alan olabilme potansiyelinin mütemadiyen tırpanlanması ve daraltılması; sadece haber, film, dizi ve belgesel gibi yaygın medya içerikleriyle sınırlı kalmayıp, film festivallerini bile etkileyen ve izleyiciyi festival filmleriyle buluşmaktan alıkoyan görülmemiş bir sansür dönemi; sinema filmleri için verilen devlet desteğinin senaryo ve “anlatılabilir hikâyeler” üzerinde bir denetim kurma amacıyla kullanılması. Örneğin Emin Alper’in Kurak Günler filmine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verilen finansal yapım desteğinin senaryoda değişikliğe gidildiği savıyla faiziyle birlikte geri istenmesi;[1] iktidara yakın medyaya kamu bankaları ve kurumlarından akan reklamlar; Basın İlan Kurumu’nun hakkaniyetsizliği ve iktidar destekçisi medyaya kamu kaynaklarını ölçüsüz biçimde aktarırken, muhalif medyaya ilan yayınlarını engelleyen cezalar kesmesi; gazeteciler ve basın emekçilerine yönelik hak ihlalleri ve örgütlenme üzerindeki baskı.
Muhtemelen bütün bu somut gelişmeler sonucunda en ağır hasarı da “hakikat” alıyor. Hakikatin yitirilmesi ve post-truth, otoriterleşme eğilimindeki rejimler altında kaçınılmaz bir durum. Görüldüğü üzere, bu başlıkların tümünü sadece ana hatlarıyla gözden geçirmek için bile neredeyse bir-iki ciltlik bir kitap yazmak gerekir. Bu nedenle, yukarıda sıraladığım sorun alanlarının sadece birkaçına –dergide yer alabilecek yazı uzunluğunu da gözeterek– biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.
SOMUT HASAR ALANLARI
Medya sermayesinin el değişmeye zorlanması ve anaakım medyanın AKP’ye yakın sermaye gruplarının eline geçmesi
Medya alanında sermayenin siyasi ilişkiler doğrultusunda el değiştirmeye yönelmesi aslında AKP iktidarının da öncesinden başlar. Ümit Alan, 80’lerle birlikte medya dışı sermayenin medyaya girişine de değindiği, “5 soruda AKP döneminde medyanın dönüşümü” başlıklı yazısında, Aydın Doğan’ın 1979’da Milliyet gazetesinin %75’ini aldığını fakat bu oranın %25 olarak açıklandığını öne sürüyor. AKP’nin iktidara gelmesiyle karşılaşılan tabloyu açıklıyor ve 28 Şubat’ı ağırlıklı olarak Refah Partisi’nde yaşayan kadroların kurduğu AKP’nin, “güçlü medya olmayınca nasıl kolay operasyon çekileceği konusunda acı bir deneyiminin” olduğunu hatırlatıyor. Bu deneyim medya sermayesine el değiştirtmek ve medyanın kendilerine yakın kişi ve kurumların eline geçmesi yönündeki motivasyonlarının önemli sebeplerinden birini oluşturuyor. Ümit Alan AKP sürecini kısaca şöyle özetliyor:
“Bu doğrultuda atılan ilk adım Star gazetesini satın almak oldu. Sonraki adım Cem Uzan ismiyle siyasete de giren ve büyük bir medya grubunu elinde bulunduran Uzan Grubu’nun fişinin çekilmesiydi. Kaldı ki, Uzan Grubu’nun buna imkân veren pek çok açığı da vardı. Bu operasyon sırasında iktidar Doğan Medya’nın desteğini yanında bulur. Doğan Grubu, en yakın rakibi ve hasmından kurtulurken sıranın kendisine geleceğini o günlerde pek düşünmüyordu.” (Birgün gazetesi, 23 Ocak 2020).
Bu şekilde başlayan süreç kesintisiz devam eder. Sürecin önemli halkalarından biri, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF), Dinç Bilgin ile Turgay Ciner arasında yapılmış gizli ortaklık belgelerinin Dinç Bilgin tarafından götürülüp TMSF’ye teslim edilmesi üzerine, Sabah gazetesi ve ATV ile birlikte Turgay Ciner’in sahibi olduğu 63 şirkete el koymasıdır. Bunun sonrasında da Sabah ve ATV grubu 5 Aralık 2007’de 1.1 milyar dolar karşılığında Çalık grubuna satılmıştı. Çalık grubunun o dönemki genel müdürü, dönemin başbakanı Erdoğan’ın da damadı olan Berat Albayrak’tı. Grubun adı da Turkuaz Medya Grubu oldu. El değiştirmeler bununla bitmedi elbette. Bu tarihten sonra Alan’ın da belirttiği üzere “medya grupları iktidara yakın çeşitli sermaye odakları arasında ihtiyaca göre defalarca el değiştirir.”
“Havuz medyası” tabiri de, önemli medya kuruluşlarının AKP’yle ilişki içindeki şirketler ve holdinglerin finanse ettiği “havuza” deyim yerindeyse itilerek bu kuruluşların sahipliklerinin el değiştirmesi ile oluşturulan bu yeni medya düzenini ifade etmek üzere kullanılıyor. “Havuza düşen” medya kuruluşlarının astronomik vergi cezaları gibi uygulamalara maruz kalmış olduğunu da en iyi Doğan Medya örneği üzerinden biliyoruz. Medyaya bu müdahale süreci, AKP’nin yirmi yıllık iktidarını mümkün kılan en önemli müdahaledir. Doğan Medya grubuna diz çöktürülmüş olmasıyla sınırsız ve kontrolsüz bir medya gücüne sahip olunmuştu.
Doğan Grubu ile AKP arasındaki gerilim de genellikle Hürriyet gazetesinin, başörtüsüne serbestlik getiren düzenlemenin Meclis’te oylanmasını “411 el kaosa kalktı” manşeti ile haber yapmasına ve Deniz Feneri soruşturmasındaki ısrarına bağlanır. Yıllar sonra Aydın Doğan “411 el kaosa kalktı” manşetinin sorumluluğunun genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’te olduğunu ve sözlerin aslında Hürriyet’e değil bir paşaya ait olduğunu, kendilerinin uydurduğu bir manşet olmadığını ifade eder. Deniz Feneri olayı da dönemin Hürriyet gazetesinde sık sık köşe yazıları ve yorumların konusu olur. O tarihlerdeki “Deniz Feneri’ne mahkeme bulundu” başlıklı yazısında gazeteci Mehmet Y. Yılmaz hem söz konusu skandalı değerlendiriyor hem de genel olarak artık medya üzerindeki kontrol ve baskının iyiden iyiye belirginlik kazandığını açığa vuran şu cümleleri birbiri ardınca sıralıyordu:
“CEPHANELİK patlıyor, bunun üzerine bir şeyler söylemeye kalkanlara AKP’liler hemen parmaklarını sallıyorlar: ‘İstismar etme!’ Vali, aklı başında hiçbir insanın yapmadığı bir şeyi yapıyor, acıyı unutup kilim promosyonu yapıyor, eleştirmeye niyetlenen susturuluyor: ‘İstismar etme!’ Uçaklar köylülerin üzerine bomba yağdırıyor, parmaklar yine sallanıyor: ‘İstismar etmeyin! Kendileri bugün kötü giden işler için 80-90 yıl öncesinin yöneticilerini sorumlu tutuyorlar, söylemedik söz bırakmıyorlar ama bugünü eleştirirseniz yaftayı asıyorlar: ‘İstismarcı!” (Hürriyet, 12 Eylül 2012).
Aydın Doğan ve Doğan Medya Grubu ile AKP arasındaki inişler çıkışlarla seyreden gerilim, 2009 yılında Doğan grubuna, usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle, gecikme faizleriyle birlikte 4.8 milyar lirayı bulan rekor bir vergi cezası verilmesiyle iyiden iyiye tırmandı. Taraflar o dönem önce Merkezi Uzlaşma Kurulu’na sonra mahkemeye gitti. Yıllar sonra 15 Temmuz 2016 darbe girişimini müteakip “FETÖ’den Doğan grubuna 4.5 milyar dolarlık vergi kumpası” gibi manşetler atılarak (Hürriyet, 6 Aralık 2016), bu cezanın kumpas olduğu, bu tasarrufları yapan vergi müfettişlerinin görevde olanlarının tamamının kamu görevinden KHK’larla çıkarıldığı, kiminin gözaltına alındığı ve kiminin de firari olduğu ifade edildi. Aydın Doğan ve Erdoğan AKP’si arasındaki gerilim pek çok aşamadan geçti, söz konusu gelişmelerin bu yazıda daha evvel de belirtiğim gibi özetle bile ele alınması mümkün değil. Ancak 2018 yılında Doğan Holding'in medya kuruluşlarının çoğu; Hürriyet, Posta, Fanatik gazeteleri ve CNN Türk ve Kanal D gibi televizyon kanalları ile radyo kanalları ve dijital platform D-Smart, Demirören Holding’e satıldı. Milliyet ve Vatan gazeteleri tüm marka ve isim hakları ve internet siteleriyle birlikte zaten daha 2011 yılı itibarıyla Demirören ve Karacan ortak girişimi olan DK Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş.’ye 73 milyon 960 bin dolara satılmıştı.
Kısacası bu dönem astronomik vergilendirmeler, şirketler arası sözleşmelerdeki usulsüzlükler ya da açıklar kullanılarak büyük medya grupları, sahip oldukları medya kuruluşlarını satmaya (fiilen) zorlandı. Ancak AKP’nin, yaygın medya kuruluşlarının sahipliğinin kendisine yakın sermaye gruplarının eline geçmesi yönündeki tek marifeti bu değildir. Söz konusu satışlarda, devlet bankalarından çekilen ve hiçbir zaman geri ödenmediği defalarca gündeme gelmiş olan astronomik miktarda banka kredileri de söz konusudur. Örneğin Demirören grubu o tarihte Doğan Medya’yı satın alırken Ziraat Bankası’ndan 750 milyon dolar kredi kullanmıştı. Bu kredinin akıbeti geçtiğimiz yıl Bilgi Edinme Kanunu Kapsamında Ziraat Bankası’na sorulduğunda, “ticari sır” diye soru yanıtlanmamıştı (Gazete Duvar, 22 Nisan 2022).
Medya finansmanına dönük AKP günahları ve adaletsizlikler sadece bu kadar değil. Kamu kaynakları sonsuz ve sınırsızca kullanılmıştır. Örneğin Ümit Alan’ın daha evvel de değindiğim yazısında, AKP’nin 2009-2011 tarihleri arasında iktidara yakın medyaya İBB desteği olarak 57 milyon “reklam desteği” sağladığı belirtiliyor. Sonraki yıllarda da durumun değişmediği anlaşılıyor. Gazeteci Murat Ağırel, twitter hesabından İBB birimleri ve iştiraklerinin 1 Nisan 2014 ve 23 Haziran 2019 tarihleri arasında yaptığı reklam protokollerinin listesini yayımlayarak, AKP'yi desteklemeyen hiçbir medya kuruluşuna reklam verilmediğini belirtmişti (T24, 10 Ocak 2020).
AKP dönemi medya siyaset ilişkilerindeki çürümenin önemli bir göstergesi de bu, İBB’nin havuz medyasına aktardığı kamu kaynaklarıdır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminin 23 Haziran 2019’da yenilenmesi ve İstanbul’un ilkinden çok daha büyük bir oy farkıyla CHP’ye kaybedilmesi bu tür bir membaının kuruması anlamına geldiğinden de AKP’nin hiçbir şekilde sindiremediği bir konu olmuştur.
Nitekim bu kayıp asla unutulmamış, İstanbul’un kazanılmasında büyük emeği olan CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na beş ayrı suçlamadan verilen 4 yıl 11 ay 20 günlük hapis cezası Yargıtay tarafından Mayıs 2022’de onanarak kesinleşmiş ve Kaftancıoğlu’na siyaset yasağı getirilmiştir. Seçimlere birkaç aylık bir süre kala şimdi de Ekrem İmamoğlu’na zorlama bir şekilde verilen 2 yıl 7 ay 15 günlük hapis cezası ve siyaset yasağı söz konusudur. AKP bir yandan siyasal muhalefetin topluma sesini duyurması bakımından en önemli imkân olan anaakım medyayı yıllar içinde neredeyse tümüyle yandaşlaştırmış, bir yandan başta siyasetçiler ve gazeteciler olmak üzere engel teşkil edeceğini düşündüğü hemen herkesi –yargıyı da ağır biçimde araçsallaştırarak– ya hapis cezaları ya da siyaset yasaklarıyla yolundan çekilmeye zorlamıştır.
Belediyeleri kayyıma devredilen ve birçok vekilinin dokunulmazlığı kaldırılan HDP yoldan çekilmesi en elzem olan kilit siyasi partidir. HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana medya yoluyla artarak kriminalize edilmesi ve hedef gösterilmesi süreci, parti binalarına yönelik ölümlerle sonuçlanan silahlı saldırıları getirmiştir. Bir yandan da partinin kapatılması davası da sürerken, 5 Ocak 2023 itibarıyla, HDP’nin hazine yardım hesabına AYM tarafından son derece hukuksuz bir biçimde “tedbiren” bloke konmuştur. Bu süreçlere muhalefette yer alan diğer partilerin sessiz kalması ve hatta demokratik kamuoyunun tepkisinin görece zayıf olmasında medya yoluyla aralıksız işletilen HDP karşıtı propagandanın rolü büyüktür.
AKP döneminde gazeteciler - İşsizlik, güvencesizlik ve tutuklamalar
Medyada tarife sığmayan bu partizanlaşmanın ilk ve en erken sonuçlarından bir diğeri, işinden edilen gazeteciler, televizyoncular ve medya çalışanlarıdır. Öyle ki aslında hiçbir zaman politik olarak herhangi bir siyasete fazlaca angaje olmamış ya da politik yönüyle sivrilmemiş ancak yaptığı işi belirli bir ciddiyet dairesinde yapan, eleştirel perspektifi elden bırakmayan iyi gazeteci ya da televizyon programcıları ve habercilerinden hiçbiri AKP medyası ile yola devam edememiştir.
Banu Güven bu konu çerçevesinde Tuğba Tekerek’in kendisiyle yaptığı bir söyleşide, BDP Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana'yla 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce yapmayı planladığı söyleşinin NTV'de krize neden olduğunu söylemişti. "İyimserlikle devam ederken, seke seke giderken, çat diye duvara çarptım ben" demişti (Taraf gazetesi, 12 Temmuz, 2011). Banu Güven’in NTV’den ayrılma sürecini başlatan bu kriz üzerine verdiği söyleşi, bugün insana çok ilginç geliyor. Yolları ayırma süreci değil, bu sürecin şaşkınlıkla karşılanması ve medyaya uzun uzun konu olabilmesi şaşırtıyor. Öyle ya, çok değil 10 yıl evvel Leyla Zana’nın çıkacağı bir programın son anda engellenmesi ve yapılamaması epeyce yadırganabiliyormuş. Mesela “Peki Leyla Zana’nın programa çıkarılmaması nasıl açıklanıyor? Sonuçta milletin vekili olmak için meşru şekilde adaylığını koymuş bir insan...” gibi bir soru, gerçek bir merakla dile getirilebiliyormuş. Buna cevaben gelen, “seçim öncesinde Ak Parti’nin oylarının azalmasına sebep olacak bir insan...” cümlesi de yine hakiki bir merakla “AK Parti’nin oyları hesap edilerek mi yapılıyor NTV’de programlar?” diye sorgulanabiliyormuş. Oysa bugün bir HDP’li vekilin ya da tanınmış bir Kürt siyasetçinin anaakım bir televizyon kanalına çıkarılmaması değil, olsa olsa çıkarılması bu türden bir merakı kışkırtabilir ancak.
Banu Güven ile başladık, oradan biraz daha devam etmek isterim. Gülener Kırnalı’nın yaptığı Mesele Ekonomi programının “20 yıllık bilanço: Medya” başlıklı bölümünde yaptığı bir başka söyleşide de Banu Güven o dönemki sansürden, vergi vs. cezaları ile ilişkili örneğin Ferit Şahenk’e geldiğini duyduğu “Siz neyinize güveniyorsunuz” diye tehdit telefonlarından, CHP ile kendilerine aynı konuşma sürelerinin verilemeyeceği yönündeki baskılardan söz ediyor. İşin artık son yıllarda Maske adlı televizyon programı için genelge çıkarmaya vardırıldığını anlatıyor. Yılların gazeteci ve televizyoncusu şöyle devam ediyor:
“...bugün oraları dolduran insanların çoğunu bilmiyoruz aslında. Ne zaman gazetecilik yapmaya başladılar, ne zaman gazeteci oldular. Bu devran dönüşürse daha demokratik olunabilir ama haberlerin kuruluşu, yayın akışları filan da dönüşecektir... Bugün saatlerce konuşan insanlar var, konu var çünkü, gerçekten uzun programlar... Bu bitince ne olacak. Ben projeksiyon yapamıyorum gerçekten.”
Banu Güven, Can Dündar, Çiğdem Toker, Kemal Can, Mehveş Evin, Mirgün Cabas, Özlem Akarsu Çelik ve Ruşen Çakır gibi hemen ilk aklıma gelen gazeteci ve televizyoncular, AKP döneminde ardı ardına anaakım medyadaki yerlerini kaybettiler. Bu başarılı ve kamuoyu nezdinde de tanınan isimlerin, eleştirel gazetecilik vasıfları çok güçlü olmakla birlikte aslında politik yönleri ya da çıkışlarıyla göze batan isimler olmadıkları halde, AKP iktidarının ikinci on yılında anakım medyadan kesin biçimde dışlanmaları ve yerlerini kaybetmeleri gerçekten ilginçtir. En nihayet tahammül eşiği giderek düştü ve AKP, Şirin Payzın’ı da anaakım medyada barındırmadı. Bu bir yana, AKP medyasının eleştirel tavrın zerresine tahammülünün olmamasının göstergesi olarak hatırlatmak gereken başka şeyler de var. Sadece gazeteciler ve televizyoncular değil, Ayça Şen gibi köşe yazarlığı filan yapmış olsa da esas olarak radyo programcısı olarak bilinen ve sevilen ve pek de öyle güncel siyasete ilişkin politik bir tavır içermeyen mizah ağırlıklı programcılık yapan bir radyocu bile, bağımsız internet radyoculuğuna geçmek dışında seçenek bulamadı. AKP’nin “medyayı ele geçirme” operasyonunun nasıl hiç ama hiçbir alanı boş bırakmadığının bir diğer ilginç göstergesi de AKP’ye yakın olmayan ve AKP politikalarını eleştiren isimlerin, bırakın görüntüleri ya da adlarının öne çıktığı programlarıyla TRT’de yer almalarını, TRT seslendirme sanatçılığından bile dışlanmalarıdır.
Gazeteciler bakımından önemli bir diğer konu da basın kartlarıyla ilgili. AKP iktidarı basın üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmak için gazetecilerin basın kartlarına da el attı. Basın kartı yönetmeliği değişti. Basın meslek örgütleri ve gazeteciler basın kartının alımının güçleştiğini ve iptalinin kolaylaştığını vurgulayarak bu düzenlemeye itirazlarını dile getirseler de bu konu iktidarın farklı dönemlerdeki tasarruflarının konusu olmaya devam etti. İlgili düzenlemede basın kartlarının iptaliyle ilişkili gerekçelerden biri olarak, gazetecinin "Milli güvenlik ve kamu düzenine aykırı davranışlarda bulunması veya bu tür davranışları alışkanlık edinmesi” yer alıyordu. Bu ifade yine son derece keyfiydi ve iktidara yakın olmayan gazetecilere karşı kullanılacak bir düzenleme olduğu konusunda kuşkuya yer bırakmıyordu. Bu düzenleme ile kartları veren Basın Kartı Komisyonu’nda da değişiklik yapıldı. Daha evvel basın işkolunda mevcut bütün sendikaların temsilcileri basın kartlarını veren komisyonda yer alabiliyorken yeni yapıda Başkanlık’ça seçilen sadece bir sendikanın temsilcisi komisyonda yer alabiliyordu (Evrensel, 14 Aralık 2018).
Evvelce basın kartlarını veren kurum Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü iken, bu kurumun kapatılarak tüm malvarlığının yanı sıra görev ve yetkilerinin de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na devredilmesiyle basın kartları için başvurular buradan alınmaya başladı. Basın kartlarının keyfi ya da sebebi anlaşılamayan biçimde iptal edilmesinin mağdurlarından biri de sonradan “süresiz basın kartı” olarak adlandırılmaya başlanan eskinin “basın şeref kartı” sahiplerinden, 47 yıllık gazeteci Tuğrul Eryılmaz’dı. İletişim Başkanlığı Eryılmaz’ın kartını iptal etti ve iadesini istedi. Tuğrul Yılmaz “Düzeyli magazin” başlıklı köşesinde iptal haberini şöyle duyurdu:
“CB İletişim Başkanlığı'nın bu hafta gönderdiği bir iadeli taahhütlü mektupla yıllardır taşıdığım sürekli basın kartımın iptal edildiği bildirildi. Gerekçe mi? Tıpkı Ali Çiçekdağ gibi, 70+ bir delikanlı olduğum için ‘milli güvenliğe zarar verecek eylemlerim’ Fahrettin Altun ve ekibi tarafından cezalandırılmış. Gerçekten burası sözün bittiği yer. Üç yıldır ne yeni basın kartımı verdiler, ne iptal etmişlerdi. Şimdi iptal etmişler. Avukat param olmadığı için konuyla Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ilgileniyor.” (T24, 16 Eylül 2022).
Bu olaydan daha önce zaten 2020 yılında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı aynı anda toplam 894 gazetecinin basın kartını iptal etmiş, ancak tepkiler üzerine, iptal değil inceleme sürecinin söz konusu olduğunu belirtmiş ve kararını geri çekmişti (BBC News, 27 Ocak 2020). Basın kartları da gazetecileri hizaya çekme ve görevlerini yerine getirmelerini zorlaştırma aparatlarından birine dönüşmekteydi.
Basın Kartı Komisyonu’nun yapısı yakın zamanda yeniden düzenlendi. Kamuoyunda “Sansür yasası” olarak anılan ve 18 Ekim 2022’de Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 14. maddesi uyarınca Basın Kartı Komisyonu’nun üye sayısı 9’dan 19’a çıkarılmış oldu. Bu değişiklik sayesinde, komisyonda işçi sendikalarına tanınan bir üyenin yerine, “İşçi sendikası şeklinde faaliyet gösteren sendikalardan basın kartı sahibi üyesi en fazla olan sendika tarafından belirlenecek iki üye”nin yer alması sağlandı. Değişiklik için AKP-MHP tarafından verilen önergede komisyonun daha çoğulcu ve kapsayıcı olmasının amaçlandığı ifade edilmişti. Zira Basın Kartı Komisyonu’nun üye dağılımının hakkaniyetsizliği ve neredeyse tamamının AKP’ye yakın medyanın temsilcileri ve/veya AKP’li isimlerden oluşuyor olması da sert eleştirilerin konusu olmuştu. CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel Meclis Adalet Komisyonu’ndaki bir konuşmasında bu partizan yapıyı ifşa etmiş ve şunları söylemişti.
“Komisyonda görev yapan 9 kişi var ve o kompozisyon neymiş bir bakalım. İletişim Başkan Yardımcısı Zahid Bey, İletişim Başkanı Danışmanı Mücahid Eker, ATV Ankara Temsilcisi Şebnem Bursalı, Star yazarı ve aynı zamanda AKP İstanbul İl Başkan Yardımcısı Halime Kökce, Anadolu Ajansı Yayın Koordinatörü Yahya Bostan, Anadolu Ajansı Finans Haberleri Editör Yardımcısı Hasan Bey, Daily Sabah Yayın Yönetmeni İbrahim Zahid Bey, Doğuş Yayın Grubu’nun Ankara Temsilcisi Baran Bey, AKP Ankara Büyükşehir ve Altındağ Belediye Meclis Üyesi Sinan Burhan…” (Cumhuriyet, 10 Haziran 2022).
“Gazeteciler” alt başlığında yer verilmesi gereken bir diğer konu da Kürt medyasının durumu ve genel olarak tutuklu gazetecilerdir. AKP’li yıllar açıkça AKP’li olmayan herkesi yaygın medya dünyasından silip süpürdü. Yine de bu silip süpürmede Kürt medyasına ve Kürt gazetecilere çok pay düştü. Ağır bir baskıya maruz kaldılar. AKP döneminde kapatılan gazeteler ve televizyonlarla beraber Kürtler, medya temsilinden de tıpkı siyasal temsil alanından kayyımlar eliyle ve birçok başka yoldan dışlanmaları gibi sistematik biçimde dışlandılar.
Kürt medyasının ve Kürt gazetecilerin tarihi evvelce de çok esenlikli bir tarih değildi; ’90’lı yıllarda gazete dağıtımcısından, muhabirine ve yazarına kadar onlarca isim derin cinayetlere kurban verildi. Geçmişteki şiddetin ağırlığı nedeniyle, zulüm ve baskı adeta kanıksanmıştı ve AKP döneminde Kürt gazetecilere ya da Kürt medyasına yönelik dışlayıcı pratikler layıkıyla bir ilgi konusu olamadı diye düşünüyorum.
Aşağıda Rengin Aslan’ın bir haberinden alıntıladığım satırlar bu tarihin bir veçhesine küçük bir ışık tutabilir:
“1990’lı yıllarda kesin olmayan verilere göre 40’ın üzerinde gazeteci öldürüldü. 1992 yılında öldürülen 14 gazetecinin 13’ü ise Güneydoğu’da çalışıyordu. Bunların arasında o dönem Özgür Gündem gazetesinde yazan Musa Anter, aynı yıl Mart ayında Cizre’de öldürülen Sabah gazetesi muhabiri İzzet Keser de vardı. 1994 yılında ise Özgür Gündem gazetesinin İstanbul ve Ankara bürosu ile yine İstanbul’daki teknik binası bombalı saldırıya uğramış ve 1 kişi hayatını kaybetmiş, 23 kişi yaralanmıştı.” (BBC News Türkçe, 6 Eylül 2015).
Cinayetler yanında ev baskınları, tutuklamalar, uzun tutuklu yargılanma süreleri özellikle Çözüm Süreci’nin sona ermesini takiben Kürt medyasının ve medya çalışanlarının hayatının bir parçası oldu. Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (DİTAM) Temmuz 2022’de yayımlanan “Kürtlerin Türkiye Medyası Algısı” başlıklı raporunda da belirtildiği üzere, RTÜK’ün Kürtçe yayın yapan yayın kuruluşlarına yönelik uygulamaları yıllar içinde giderek sertleşti. RTÜK, bölgede ilan edilen sokağa çıkma yasakları sırasında yaptıkları yayınlar ve haberler nedeniyle İMC TV, Özgür Gün TV, Hayat TV ve Jiyan TV başta olmak üzere birçok kanala yaptırım uyguladı. Daha sonra, OHAL dönemi KHK’larıyla İMC TV, Jiyan TV, Azadi TV, Özgür Gün TV gibi televizyon kuruluşları kapatıldı. İtirazlar üzerine tekrar açılsa da çocuklara yönelik Kürtçe yayın yapan tek özel televizyon kanalı olan Zarok TV de o dönem bir süre kapalı kaldı. RTÜK Başkanı İlhan Yerlikaya’nın bizzat yaptığı açıklamaya göre, OHAL döneminde, “2016 ve 2017 yılları arasında 54 medya hizmet sağlayıcı kuruluşa ait 37 radyo ve 33 televizyon olmak üzere 70 radyo ve televizyon kapatıldı.” (Gazete Duvar, 1 Kasım 2017).
Tutuklu gazetecilerle ilişkili güncel duruma gelince, Türkiye’de halen 43 gazeteci cezaevinde (TGS, 26 Aralık 2022). Bu gazetecilerin en az yarısı da Mezopotamya Ajansı, Jin News, Xvebûn Gazetesi gibi Kürt medyasında ya da Dicle Fırat Gazeteciler Derneği gibi kurumlarda çalışan gazeteciler. Yine de medya ve ifade özgürlüğüne yönelik tehditlerin ya da gazetecilere yönelik hak ve özgürlük ihlallerinin sadece Kürt medyası bakımından değil, genel olarak Türkiye medyası bakımından büyük sorun olduğunu eklemek gerekir.
Medya alanındaki kurumların partizanlaşması ve ağır itibar kaybı
TRT, RTÜK, Basın İlan Kurumu ve Anadolu Ajansı gibi, medya alanındaki bütün kusur ve eksiklerine rağmen belirli bir itibara sahip kurumların ciddi biçimde itibarsızlaşması, partizanlaşması ve neredeyse tümden kuralsızlaşması da yine yirmi yıllık AKP iktidarının hasar bilançosunda değinilmesi gereken önemli bir konu. Anlatırken neresinden başlayacağımı bilemiyorum doğrusu. Bu konuyu sık sık gündeme getiren isimlerden CHP milletvekili ve gazeteci Atila Sertel, eleştirilerini “7 binden fazla çalışanı, 14 kanal ve 16 radyoyu bünyesinde barındıran bu büyük kurum ne yazık ki AKP’lilerin elinde oyuncak olmuş” sözleriyle ifade etmişti. Sertel, daha evvel TRT’de ya da televizyonculukta hiçbir deneyimi bulunmayan ve bu göreve getirilebilmek için gereken 12 yıllık devlet memurluğu vasfını bile taşımayan İbrahim Eren’in kadrosu Başbakanlık’ta müşavir olarak görülürken TRT’ye Genel Müdür Yardımcısı olmasına da dikkat çekmişti. Sertel’in verdiği bilgilere bakılırsa, İbrahim Eren’in bu ayrıcalıklı göreve hiçbir deneyimi olmadığı halde getirilmesinin nedeni de Bilal Erdoğan’ın Kartal İmam Hatip Anadolu Lisesi’nden arkadaşı olmasından başka bir şey değil.
TRT ile ilgili yakın tarihli usulsüzlükler bununla sınırlı değil tabii. Yine Atila Sertel, Sadece 2021 Ekim ayının son haftasında, yani bir haftalık sürede “özel hukuka tâbi personel” statüsü adı altında TRT’de 245 kişinin işe alındığı bilgisini edindiğini açıklamıştı. Anlaşıldığı kadarıyla TRT’de KPSS ve yazılı sınav ile işe alım en son bu tarihten tam beş yıl evvel, 2016 yılında yapılmıştı (Birgün, 4 Kasım 2021).
Nepotizm, işe almada usulsüzlükler, kurum gelirlerinin Neo-Osmanlıcı yerli dizilere kontrolsüz biçimde aktarılması... Öyle ki gazeteci Çiğdem Toker, TRT’nin Payitaht Abdülhamit ve Diriliş Ertuğrul gibi dizilere para aktararak, bu diziler aracılığıyla, “vatan hainliği”, “bölücülük”, “hıyanet”, “düşmanlık” gibi kavramlar etrafında kurulu bir söylemi pekiştirebilmek için cep telefonları ve tablet satışlarından TRT’ye gelir olarak aktarılan bandrol vergisinin %6’dan, %10’a çıkarıldığını ifade etmişti (Cumhuriyet, 9 Ağustos 2017).
AKP iktidarlarıyla geçen son on yılımız aynı zamanda ardı arkası gelmeyen seçimler on yılıydı. Seçim dönemi medyasının hakkaniyetsizliği de siyaset alanında birinci elden olumsuz etkileri olan bir durum yaratıyor. Muhalefet liderlerinin özel televizyonların ekranlarından tümden dışlanmasının yanı sıra muhalefete de temsil imkânı yaratması gereken kamu televizyonu, RTÜK’le bir tür işbirliği dairesinde eşitlik, adalet ve kamu yararı ilkelerini mütemadiyen ihlal ediyor. Seçim dönemlerinde kamu televizyonu TRT’de, AKP’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ayrılan ekran süresi hemen her defasında muhalefet liderlerinin toplamına ayrılan süreden kıyas kabul etmez bir biçimde fazla oluyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşünden “sözde adalet yürüyüşü” diye söz ettiği bilinen kamu televizyonu TRT’de, 2013-2016’yı kapsayan “Dört yıllık süre zarfında toplam 1356 saatlik yayın AKP’ye ayrılırken, muhalefete toplamda 308 saat” ayrılıyor (Diken, 6 Temmuz 2017). Muhalefetin toplamından dört beş kat fazla bir süre söz konusu. TRT televizyonu da sanki kamu yayıncısı değil artık bir parti televizyonu ya da AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın televizyonu...
TRT’nin yıllar içinde edinmiş olduğu itibar AKP döneminde her boyutuyla ve pervasızca aşındırıldı. Kurumun en kötü döneminde bile çok sayıda nitelikli programla, seçim dönemlerinde siyasi parti liderlerine tanınan söz hakkı gibi konulardaki titizliğiyle, televizyon ekranındaki Halit Kıvanç kuşağının devamı diyebileceğimiz televizyon kişiliklerinin davranış örüntüleriyle korumayı başarabildiği saygınlık yerle bir edildi. Gazetecilik ve habercilik alanında zaten mümkün olup olmadığı mütemadiyen sorgulanan “tarafsızlık” ve “objektiflik” gibi nosyonların şeklen bile sahiplenilmediği apaçık bir partizanlık hüküm sürdü. Bu durum kamu yayıncısı TRT’nin hiçbir biçimde bir meşruiyet arayışının kalmadığı vahim bir itibarsızlaşma düzeyini gösterdi.
Dışarıdan program yapan birçok yapımcı açıkça AKP yandaşı değilse, TRT için program yapma imkânı artık bulamaz oldu. AKP’li olmayan “dış yapımcılar” daha evvel kuruma yaptıkları mütevazı bütçelere sahip nitelikli belgesel programlarını bile sürdüremez hale geldi. Fakat bir yandan da binlerce kişinin kadrolu olarak görev yaptığı kurumda, AKP’ye yakın dış yapımcılara yüz milyonlarca lira yağdırıldığı konusu gündemden hiç düşmedi. Çiğdem Toker 2016 yılı Sayıştay raporuna dayanarak, dış yapım adı altında yaptırılan programlara, 753 milyon 500 bin TL ödendiğini yazmıştı. Aynı yıl kurum gelirlerinin toplamının 1 milyar 772 milyon TL olduğu düşünülürse bu meblağın anlamı daha iyi ortaya çıkıyor (Cumhuriyet, 9 Ağustos 2017).
Pek çok kişi de kurumdaki işini kaybetti. Kurum çalışanlarının, kişisel hesaplarından paylaştıkları tivitleri bile takip ediliyor ve onaylanmayan içerikler işten çıkarma gerekçesi oluşturuyordu. Örneğin 22 yıllık şef montajcı (teknik bir eleman) Deniz Salmanlı, Kızıldere’yi, Mahir Çayan ve arkadaşlarını andığı bir tivit nedeniyle geçtiğimiz yıl işten çıkarılmıştı (Evrensel, 20 Ağustos 2021).
TRT dizi ve filmlerinde, senaryonun ya da karakter özelliklerinin gerektirdiği kısa süren sigaralı sahneler bile manasızca flulaştırılıyor, bilhassa dizilerde yemek sofralarında ya da herhangi bir bar, restoran gibi mekânda bir kadeh içki içilmesi neredeyse imkânsız hale geliyordu. Temsil edilen yaşam tarzlarının giderek daha daha muhafazakârlaştığı ve fakat şiddet sahnelerinin hiç hız kesmediği anlatılar bütün ekranları kapladı. AKP’nin kurmaca anlatılara müdahalesinin erken örneklerinden biri, 2012 yılında, Muhteşem Yüzyıl adlı dizide bir anda Hürrem Sultan ve haremdeki kadın karakterlerin göğüs dekoltesinin mevzu edilmesiydi. Bu ve benzeri gerekçelerle Meral Okay, ecdadı yanlış tanıtmakla ilişkili ağır eleştiri ve tehditlerin hedefi olmaya başlamıştı. Muhteşem Yüzyıl’a, bu yaşananlardan sonra birdenbire namaz sahneleri eklenmeye başladı. Sultanların ve prenseslerin giysilerinin göğüs dekolteleri kapatıldı.
Ne TRT ne de RTÜK’te yaşananlar bu yazının sınırları çerçevesinde layıkıyla değerlendirilemez. RTÜK’ten ancak en temel ihlaller düzeyinde söz edebileceğim. Anayasa Madde 133 ve RTÜK Yasası 35/5’e uygun olarak, siyasi parti gruplarının, TBMM’deki sandalye sayısına göre RTÜK’te temsil imkânı bulması gibi yasayla apaçık düzenlenmiş bir konuda bile görülmemiş hak gaspları yaşandı. Yasa ve yönetmeliklerin etrafından dolanıldı ve hatta buna bile gerek duymadan üyelik gaspları gerçekleştirildi.
RTÜK üyelikleri açıkça gasp edildi ya da CHP kontenjanından RTÜK’e aday gösterilen ve üye seçilen Faruk Bildirici örneğinde olduğu gibi, üyelikler düşürüldü. Faruk Bildirici’nin RTÜK üyeliğinin düşürülmesi süreci, AKP döneminde RTÜK’ün işleyişindeki keyfiliğin ve hukuk dışılığın tarih sayfalarında yer alması gereken önemli örneklerden biridir. Bildirici bunun açık bir yetki gaspı olduğunu ifade etmiş ve RTÜK tarihinde bir ilk olan bu karara karşı yürütmeyi durdurma davası açmıştı. Ankara 9. İdare Mahkemesi Bildirici’nin açtığı davayı reddetti ve Bildirici konuyu bir üst mahkemeye taşıdı. Fakat RTÜK üyeliklerinin gaspı süreci esas olarak HDP ile başlamış, HDP’nin hakkı olan üyelikler sistematik olarak yok sayılmıştır. Bu konuda HDP, Eş Genel Başkan Yardımcısı Saruhan Oluç imzasıyla, “RTÜK üyelik hakkımızın gasp edilmesi hakkındaki mektup” başlıklı bir mektup da yayımlamıştı. Mektupta söz konusu hak gaspı şu şekilde açıklanmaktaydı:
“15 Temmuz 2017 tarihinde AKP ve CHP’li 2 RTÜK üyesinin görev süresi sona erdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi o tarihte yasama faaliyetlerine devam etmekteydi ve boşalan bu iki üyelik için seçim yapılması gerekirdi. Ancak Anayasa ve yasa hiçe sayılarak seçim yapılmadı ve RTÜK 4 ay boyunca 2 üyesi eksik olarak toplandı. TBMM Başkanlığı’nın seçimleri Ekim ayına bırakmasının nedeni, mevcut üyemizin 5 Kasım’da sona erecek görev süresini fırsat bilip, HDP kontenjanının oldu bittiye getirilerek gasp edilmesine yönelikti. Meclis Başkanlığı, AKP Grubu’nun 1 kontenjan hakkı daha tanınarak 2, CHP Grubu’nun da 1 aday bildirmesini istedi; üyelik hakkı bulunan HDP Grubu’nu ise açıkça yok saydı.” (hdp.org.tr, 20 Ekim 2017).
HDP ile başlayan sürece HDP çevreleri dışından tepki gelmeyişi ve üyelik gasplarının bir iki gün içinde unutulması, doğal olarak daha sonra Faruk Bildirici olayındaki pervasız hak ihlalini getirmişti. Bu bağlamdaki son olay yakın tarihte İYİ Parti üyeliğinin gaspıdır. Ekim 2022’de AKP kontenjanından RTÜK üyesi seçilmiş olan Taha Yücel’in istifasıyla gündeme gelen üye seçim sürecini önceki bir yazımda şöyle özetlemiştim.
“Bir RTÜK üyeliği hakkaniyet ve hak dairesinde İYİ Parti’ye geçecekken, geçmesin diye Mehmet Ali Çelebi’yi ritüelistik bir tiyatro atmosferi içinde AKP bünyesine katıyorlar. RTÜK üyeliği İYİ Parti’ye geçeceğine bu acil müdahale ile AKP’de kalıyor. Çelebi ile AKP’nin RTÜK’e üye belirlemek için ihtiyacı olan milletvekili sayısı sağlanıyor. Neyse ki bir son dakika durumu olarak bu kez Ahmet Eşref Fakıbaba AKP üyeliğinden ve milletvekilliğinden istifa ediyor. RTÜK üyeliği yine ‘normal bir dünyada’ İYİ Parti’ye geçmiş oluyor.” (Medyascope Hafta Sonu Yazıları, 23 Ekim 2022).
Ancak, normal bir dünyada olmadığımız kanıtlanmak istercesine söz konusu üyelik nihai olarak yeniden AKP’ye verildi. Zira toplantıda AKP ve MHP’li vekillerin oylarıyla, Taha Yücel’in istifa tarihi olan 1 Temmuz’daki parlamento aritmetiğinin esas alınması benimsendi. RTÜK’teki hukuk dışı işleyiş ve hak gaspları bundan ibaret değildi. Halk TV, FOX TV, TELE 1 gibi, AKP iktidarına yakın olmayan ve “muhalif” olarak anılagelen televizyon kanallarına ardı ardına verilen cezaların hakkaniyetsizliği herkesi isyan ettirme düzeyindeydi. Sayısız örneği olan bu cezalar yakın tarihte de tekrar etmiş ve CHP kontenjanından RTÜK üyesi seçilen İlhan Taşçı, televizyon kanallarına verilen cezaları sosyal medya hesabından şu sözlerle duyurmuştu:
1-RTÜK, Halk TV’de yayınlanan Medya Mahallesi’ne 3 ayrı ceza verdi. Yayında “terör mimikle övüldüğü” savıyla programın 3 kez durdurulmasına, %3 de para cezasına karar verildi. Aynı programın farklı tarihlerdeki 2 ayrı yayınına da %3 para cezası vererek, RTÜK kendi rekorunu kırdı!
2- Prof. Dr. Emre Kongar ile Merdan Yanardağ'ın İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'na verilen hapis cezasını “halkın iradesine darbe” olarak nitelemeleri nedeniyle TELE 1'e %3 idari para cezası verildi. TELE 1’e Açıkça programı nedeniyle de ayrıca %3 para cezası kararı çıktı.
3- İlker Karagöz ile Çalar Saat programında, TİP İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil'in Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ekonomiye dönük sözlerine ilişkin “bir tek gün pazara gitse şu cümleyi kurmaya utanır” sözleri nedeniyle Fox TV'ye %3 idari para cezasına oy çokluğuyla karar verildi.
4- RTÜK'ün kestiği cezalar, seçime giderken Türkiye’yi “karanlığa ve suskunluğa boğma arayışına” ilişkin önemli bir göstergedir. Medyadan istenen, ülkede %150'yi bulan enflasyonu göstermemeleri, iktidarı eleştirmemeleri, muhalefetin çözüm önerilerini halka duyurmamaları! (Sözcü, 21 Aralık 2022).
Açıkçası Taşçı’nın bu tespitlerine, RTÜK’teki hukuksuzluğun internet gazetelerinde ya da basılı medyada kaybolup gitmemesi, Birikim’in bu sayısında olduğu gibi dönemin hasar bilançosu kapsamında kayda geçmesi için burada uzun uzun yer verdim.
İnternet ve Sosyal Medya üzerindeki Baskılar
AKP’nin son on yılında iyiden iyiye açığa çıkan istibdat düzeni, sosyal medya ve internetin olmadığı bir dünyada yaşanıyor olsaydı, sanırım toplumsal muhalefetin nefesi gerçekten kesilirdi. Boğulmadıysak, bir muhalefet mecrası olarak sosyal medya ve internet üzerinden kurduğumuz haberleşme ve dayanışma ağları sayesindedir. Bu mecraların sokağa kıyasla ne derece etkili birer alternatif oluşturduğu her zaman tartışılmaya devam edecek bir konu olmakla birlikte, mesele zaten birinin yerine diğerini koymak değildi. Özelikle son yıllarda yaşanan olağanüstü gelişmeler, örneğin 15 Temmuz 2106 darbe girişimi sonrasında her türlü kriminalize edilen ve pandemi sürecinde de çekilmek zorunda kalınan sokak yerine, bu mecralara bir toplumsal itiraz ve muhalefet mekânı olarak sarılmak zaten kaçınılmaz olmuştu. Kısacası basitçe birini diğerine yeğlemek söz konusu değildi.
Demokratik müzakere imkânının ve etkili bir muhalefet geliştirmenin hayati bir parçası olan konvansiyonel ya da anaakım medyayı ve yazılı basını önemli ölçüde yitirmiş bir ülkede, muhalefetin ağırlıklı ve son derece başarılı bir biçimde internet mecralarına ve sosyal medyaya göç etmesi dikkatleri bu alana çekti. AKP-MHP iktidarı, bilhassa Gezi direnişini takip eden süreçlerden itibaren, deyim yerindeyse “internet ve sosyal medyaya çökmek” için de elinden geleni ardına koymadı. Seçim dönemlerinde, özellikle 7 Haziran 2015 sürecinde, sosyal medyanın etkili ve iyi kullanımı o tarihten sonra AK-MHP iktidarının internet ve sosyal medya ile ilgili düzenlemelere hırs ve hınçla yönelmesini getirdi. Zaten AKP’nin ikinci on yılı gerek görsel ve işitsel gerek basılı medyada bağımsız yayıncılığın ve gazeteciliğin yükselişine denk geldi ve bu yükselişi hızlandırdı. Bir yandan internet ve sosyal medya haberciliği, diğer yandan bireysel yayıncılar web ortamlarını, Youtube, Periscope ve Twitch gibi canlı yayın mecralarını büyük başarıyla kullandılar. Türkiye’de istikrarlı ilk örneğini Bianet’in verdiği internet gazeteciliği ve haberciliği, Sendika.org, Gazete Duvar, Diken, Medyascope, T24, P24, Artı Gerçek ve Kısa Dalga gibi çok sayıda alternatif haber mecrasıyla sürdürüldü. Deneyimli gazeteci Ruşen Çakır’ın Periscope üzerinden İPad’ini kullanarak bir başına yaptığı yayınlardan doğan Medyascope televizyonu, muhtemelen sadece Türkiye’de değil dünyada benzeri az görülen bir şekilde, konvansiyonel televizyon haberciliği karşısında bir alternatifi yarattı. Şer ortamından doğan bir hayır aranacaksa belki bunlardan söz edilebilir. Bir yandan teknolojik gelişmelerin doğal seyri bir yandan AKP iktidarının medyaya çökmesi, bir ülkede haberciliğe ve habere yönelik müthiş bir açlığı da getirdi. İnternet ve sosyal medyadaki güçlü yayıncılıklar bu açlıkla çok ilişkili. İmkânlar geliştikçe hak savunucuları ve aktivistler de bu gelişmelerden hem yararlandı, hem de bu mecralara büyük katkı sundu. Kadın hareketinin güçlenmesinde de internet ve iletişim teknolojilerinin gelişmesinin etkisi –başlangıçtaki aksi yöndeki kaygılara rağmen– yadsınamayacak kadar büyük oldu.
AKP-MHP iktidarı da tam da bu nedenlerle sözümona yalan ve dezenformasyonla mücadele, sosyal medya etik kuralları geliştirme gibi bahanelerle, sosyal medyayı bir an bile rahat bırakmadı. Sosyal ağ sağlayıcılarının Türkiye'de temsilcilik açmasını, temsilci bulundurmasını ve kullanıcıların kimlik numaralarıyla ağlara dahil olmasını öngören düzenlemelere girişti. Bu çerçevede 1 Ekim 2020’de yürürlüğe giren “Sosyal Medya Yasası” sıradan yurttaşın paylaşımları nedeniyle suçlanmasının ve kovuşturulmasının yolunu açıyordu. Çünkü yasa kapsamında “kullanıcıların internet ortamında sosyal etkileşim amacıyla metin, görüntü, ses ve konum gibi içerikleri oluşturmalarına, görüntülemelerine veya paylaşmalarına imkân sağlayan gerçek veya tüzel kişiler, sosyal ağ sağlayıcı olarak” tanımlanıyordu (tr.euronews.com, 1 Ekim 2020).
Bu vahim düzenlemelerin sonraki ayağı Basın Kartı Komisyonu bahsinde de söz ettiğim Sansür Yasası ya da AKP-MHP iktidarının tercih ettiği adıyla “Dezenformasyon Yasası” oldu. Dezenformasyon Yasası’nın yalan haber yayma suçuna 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası getiren 29. maddesinde, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gibi bir suç tanımlanıyordu. Suçun oluşması için ise “yayılan haber gerçek değilse, ülkenin güvenliği ve kamu sağlığını ilgilendiriyorsa, halk arasında korku, panik ve endişe oluşturma kastı varsa, kamu barışını bozmaya yönelik ve aleni ise şeklinde beş şart” aranmaktaydı (CNN Türk, 26 Ekim 2022). Kısacası 29. madde, sosyal medya kullanıcılarının ve internet haberciliği yapan mecraların elini kolunu bağlayacak nitelikteydi. Zira en basit, en naif muhalefete, kimi zaman 18 yaşın altındaki çocuklardan bile gelse “terör” damgası yapıştıran, kriminalize eden ya da doğrudan gözaltılar ve tutuklamalara konu eden bir siyasi aklın neye “yalan” ve neye “korku, panik ve endişe kastı” diyeceği artık kimse için sır değildi.
Nitekim 2022 yılı biterken 70 ülkenin değerlendirildiği Freedom House raporunda, Türkiye 21 diğer ülke ile birlikte internetin özgür olmadığı ülkeler arasında değerlendirildi. Rapora göre internet 17 ülkede özgür ve 32 ülkede ise kısmen özgürdü. Türkiye internetin kısmen bile olsa özgür olduğu ülkeler arasında değerlendirilmemişti.
Freedom House raporunda Türkiye ile ilişkili olarak hazırlanan özette, oto-sansürün, hükümet yanlısı kuruluşların çoğalmasının ve bağımsız medya sitelerinin engellenmesinin, ülkede daha az çeşitli bir çevrimiçi alan yaratılmasına yol açtığı ifade ediliyordu. Bunun yanında hükümet yanlısı trol ağlarının, aktivistlere karşı karalama kampanyaları düzenlediği ve önde gelen gazetecilerin çevrimiçi haberleri yüzünden fiziksel şiddete maruz kaldığı da belirtilmişti. Raporda, Dezenformasyon Yasası’na da değinilmiş ve bu düzenlemenin yalan ve dezenformasyonun ya da yanıltıcı bilginin ne olduğunu hakim ve savcıların takdirine bırakması gibi nedenlerle seçim öncesi muhalefeti bastıracağı aktarılmıştı. Bu konudaki değerlendirmede, “Sözde dezenformasyon tasarısının kabul edilmesinin, iktidar ittifakına Haziran 2023 cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde muhalefet partilerini ve eleştirel medya haberlerini susturmada yardımcı olması bekleniyor. Raporun kapsadığı dönemin sonu itibariyle, tüm potansiyel muhalefet adayları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan daha yüksek oy alıyor” denmekteydi (Bianet, 19 Ekim 2022).
ANLAM VE DEĞER DÜNYALARIMIZDAKİ HASAR: ÇÜRÜME
Hasarın somut ve görünen yüzü, başlarken saydığım ve bir kısmına hiç ayrıntılandırmadan değinmekle yetindiğim başlıklar altında gerçekleşti. Fakat bir de uzun erimli ve daha derinden işleyen etkiler ve başka türlü ciddi bir hasar söz konusu. Medyayı kuşatan anlamların ve medya içeriklerinin niteliği ile ilişkili hasar ki hasarın bu türünün sanırım geri döndürülebilmesi diğerinden çok daha güç.
Hasarın bu kısmında artık “AKP döneminde medyada şöyle bir dönüşüm gerçekleşti” deyip geçemiyoruz. AKP medyası burada çift yönlü bir “çürüme” olgusunu önümüze getiriyor. Bir yandan medya bütün işlev ve ilkelerinin aşındığı, kurumların itibarsızlaştığı, anaakım gazeteciliğin sonunun getirildiği bir çürümeye sahne oluyor. Öte yandan son yirmi yılda yaşanan toplumsal “çürümenin” her boyutuyla görünür hale geldiği, diğer bir deyişle medya içeriklerinin de bu çürümüşlüğü dışa vurduğu kurmaca ve olgusal bir yayıncılık ve programcılık söz konusu. Dizilerden, eğlence programlarına, gündüz kuşağı programcılığından her mecradaki haberciliğe, bu çürümüşlüğün temsillerine rağbet gösterilmesi de cabası. Kısaca da olsa bu mahiyetteki bir dönüşüme de değinmek istiyorum. Aslında bir olumluluk tınısı olduğu için “dönüşüm” derken de tereddüt hissediyorum. “Çürümenin” bir dönüşüm olduğundan söz edemeyiz aslında. Daha ziyade bir tükenişten söz ediyoruz.
AKP dönemi medyası ve medya kurumları her şeyden evvel 20 yıllık bir AKP iktidarını mümkün kıldı. AKP’nin tam bitti denilen her anda kendini yeniden var etmesi, her musibeti bir lütufa çevirmesi önemli ölçüde medya sayesinde mümkün oldu. Muhalefeti yazılı basından ve televizyon ekranlarından dışlamakla yetinilmedi. Bu ekranlar ve basın organları muhalefeti ağır biçimde kriminalize eden her tür iftira, yalan ve çarpıtmadan yararlanarak gerek siyasal ve toplumsal muhalefeti, gerek AKP politikalarına ilişkin eleştirel mesafelerini koruyan gazetecileri “şüpheli ya da şaibeli” kılan mecralar oldu. Yıllar yılı iletişim fakültelerinde medyanın etkilerinin aslında sınırlı olduğu, medya temsillerinin oy davranışı üzerinde doğrudan etkilerinin en azından sanıldığı kadar olmadığını ve “sınırlı etki” kuramlarını anlatan akademisyenler olarak AKP medyası ile birlikte bu kuramları yeniden sınama ve düşünme işiyle de baş başa kaldık. Her ne kadar sınırlı etkiler meselesini her defasında medyanın esasen etkilerinin uzun erimli olduğu, medyanın sosyo-kültürel bir anlam dünyasında farklı değişkenlerle birlikte iş gördüğü, yalıtılmış bir etkisi olmadığı temelinde savunuyorduysak da bütün değişkenleri eşzamanlı olarak hesaba katan ve hiçbir alanı boş geçmeyen rövanşist bir iktidar örgütlenmesini öngörecek ve dikkate alacak kadar mahir olamamıştık.
AKP, deyim yerindeyse; eğitim, sosyal çevre, ekonomik durum gibi medya etkisini birlikte düşünmeyi gerektiren her alanın altını üstüne getirerek ve her değişkeni yerinden sökecek biçimde kazma sallayarak en hafifinden “rövanşist toplum mühendisliği” olarak adlandırılabilecek kesintisiz bir inşa sürecini işletti. Medya alanını kültürel iktidar mücadelesinin öncelikli alanlarından biri olarak işaretledi. Kültürel iktidar mücadelesini her ne kadar daha çok zor kullanarak, sözgelimi yasaklayarak, kapatarak, para cezası vererek ya da kişiler söz konusu olduğunda cezaevine tıkarak işletmiş olsa da, televizyon dizilerinden eğlence ve şov programlarına, filmlerden festivallere içerikler düzeyinde de bu mücadeleyi sürdürdü.
Kuramlardan ve iletişim fakültelerinden söz etmişken, AKP’nin bu çerçevedeki programına yön veren önemli isimlerden birinin medyaya ilişkin tespitlerine ve AKP’nin siyasal iletişim çabasını nasıl tanımladığına bakalım. Burada Mücahit Türetken’in Erdoğan’ın eski basın danışmanlarından Kemal Öztürk’le gerçekleştirdiği ve uzun zaman evvel denk geldiğim oldukça düşündürücü bir söyleşiden söz etmek isterim. Üç yılı aşkın bir süre Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü görevi de yapmış olan Kemal Öztürk, Erdoğan’ın iletişim yöntemlerinin Anglo-Sakson iletişim kuramlarını boşa çıkardığını, Erdoğan’ın başlı başına bir iletişim modeli kurduğunu ve kuramlara dair bir bilgi değil bir sezgi, bir içgüdü etrafında bu modeli geliştirdiğini söylüyor.
“Ben bunu Anglo-Sakson iletişimin iflası diye tanımlıyorum. Bu da şu; mesela Anglo-Sakson iletişim ‘Çok fazla televizyona çıkarsan yüzün eskir, çok fazla çıkmamalısın’ der. Ama seçim dönemlerinde Erdoğan sabah açılış yapardı; canlı verilirdi. Öğleden sonra miting yapardı; canlı verilirdi, akşam da televizyon kanalına çıkar; yine canlı verilirdi. Sonuçta yine %50 oy alırdı. Yüzü eskimezdi, söylemi eskimezdi, insanlar yine izlerdi. Dolasıyla bu Avrupa’daki kuramın Erdoğan için geçerli olmadığını gösteren bir şeydir. Mesela ‘Kullandığınız üslup bazı kişileri rencide etmemelidir’ diye bir kural vardır ama Erdoğan ise ‘karşıtlık’ üzerine bir dil kullanır. O karşıtlık üzerine de bir başarı kazanıyor. Yani bütün bunlar Erdoğan’a özel bir iletişim politikasının varlığını gösteriyor.” (Akit, 19 Mart 2016).
Her ne kadar yüzünü eskitmemek, karşıtlık üzerine bir dil kullanmamak birer kuram değil, siyasal iletişim stratejisi olsa da bu stratejilerin bir kısmının mutlak doğrulara tekabül etmeyebileceğini Erdoğan’ın yirmi yıldır inişli çıkışlı da olsa pek hız kesmeyen popülerliği gösterdi. Fakat bir yandan da benzer türden stratejileri ya da dili örneğin Donald Trump’ta da görmek mümkündü. Dolayısıyla günümüzün sosyal medya iletişim ortamlarının siyasal iletişimi dönüştürdüğünü, protokol dilini, diplomatik ketumluğu vs. belirli ölçülerde aşındırdığını ve en önemlisi bu yeni üslubun political correctness dairesinde hizaya çekilip durmuş bir seçmen tabanına sempatik geldiğini de biliyoruz. Erdoğan bunu belki zaten kendi dili ve üslubu bu olduğundan çok daha erken keşfedenler ve ifrata vardıranlardan biri oldu. Ancak bugün uzun bir zamandır %30’lara kilitlenmiş olan seçmen desteğinde ne yaparsa yapsın sıçrama gerçekleştiremiyor olmasında da kullandığı kutuplaştırıcı dilin AKP’li olmayan seçmeni adeta karşı tarafa çivilemiş olmasının payı büyük.
Anaakım televizyonların ve sayıları azalmış olmakla birlikte anaakım gazetelerin sabah akşam Erdoğan yayınlıyor olmasının medya kuramlarını boşa çıkarmış olmasa da siyasal iktidar ve medya temsili ilişkisine ağır hasar verdiği açık. Bu durum zaten sorunlu olan bu ilişkiyi özellikle bu medyayla yetişen genç kuşaklar nezdinde başka türlüsü tahayyül edilemez hale getirdi. Medyanın eleştirel iletişim kuramları tarafından zaten hep sorunsallaştırılmış olan dördüncü güç olduğu yönündeki liberal tez artık tümüyle, bir “ideal” ya da bir vaat olarak bile inandırıcılığını yitirdi. Sosyal medya dışındaki yaygın medyayı iktidarın sesi olarak tescilledi.
Kemal Öztürk’ün iletişim alanına ilişkin tespitlerindeki mesnetsiz özgüveni, belki de amiyane tabirle “cahil cesareti” olarak adlandırılabilecek sözleri dikkat çekicidir. Öztürk, Anglo-Sakson medya kuramlarını sık televizyona çıkıp yine de yüzünü eskitmemek gibi tezler üzerinden çöpe atarken bir yandan da medya ve iletişim eğitimi veren gazeteci yetiştiren kurumların da bir çırpıda üzerini çizer.
“Kesinlikle iletişim fakültelerinin üçte ikisini kapatmak gerekir. Niteliksiz insan kaynağı, yetersiz eğitimler ve yılda beş bin civarında mezun veren bu sektör kesinlikle tıkanmış durumda. (...) Haber Akademisi’ni kurduğumuzda YÖK Başkanı bu akademiyi birlikte yapmamızı istedi. Ben de kendisine şu soruyu sordum; “İngilizce haber yazım teknikleri konusunda eğitim verecek hocanız var mı?” -Yok! “Arapça haber teknikleri konusunda…” -Yok! “Dünya standartlarında fotoğraf çekme teknikleri dersi verebiliyor musunuz?” -Hayır! “Sosyal medya alanında eğitim verebilir misiniz?” -Hayır! “O halde neden bu projeyi sizinle yapalım?” (Akit, 19 Mart 2016).
Öztürk’ün, medya ve iletişim alanında eğitim veren ve “yeni medya” konularını da çok erken biçimde müfredatlarına dahil etmiş köklü iletişim fakülteleri hakkında muhtemel ki en ufak bir fikri yok. Eğitimleri İngilizce olan iletişim fakültelerinden de haberdar olmasa gerek. YÖK Başkanı’nı andığına da hiç bakmayın. “İngilizce haber teknikleri yapacak hocanız var mı” sorusunu muhtemelen kendi sorup kendi cevaplıyor. Bir yandan da neredeyse kasabaların ara sokaklarına açılmış AKP dönemi üniversiteleri ve yeni kurulmuş iletişim fakültelerinin niteliği hatırlanırsa, bazı tespitleri yanlış da değil. Ancak onlar sorunsuz biçimde yerli yerinde dururken, örneğin, Türkiye’de gazetecilik eğitimini başlatmış ilk basın yayın okulunun devamı olan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kadrolarının yarısı, OHAL dönemi KHK’larıyla biçildi. Gazetecilik, televizyonculuk, yeni medya ve sinema eğitimi veren diğer köklü kurumlar, Anadolu Üniversitesi, Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’ne de ihraçlar ya da sonu gelmez baskılarla darbe üstüne darbe vuruldu.
Öztürk’ün sözünü ettiği, Anadolu Ajansı Haber Akademisi’nin web sayfasına gittiğinizde, mevcut iletişim fakültelerinin haberciliğe ilişkin müfredatının kötü bir kopyasından başka bir şeye de rastlamıyorsunuz esasen. Elbette bir fark da var. Bizler bütün imkânlarımızı, hak haberciliği, habercilik etiği, barış haberciliği gibi konulara ayırmıştık. Fakat Anadolu Ajansı’nın haber akademisi “savaş haberciliği” ve “savaş muhabirliğine” çok daha fazla odaklanmış görünüyor. Uzun uzadıya bu görüşlere yer açıyorum çünkü açıkçası AKP’nin birçok alanda yarattığı tahribatın arkasında böyle “vizyonmuş” gibi görünen ve mesnetsiz bir özgüvenle öne sürülen bir şuursuzluk ya da vizyonsuzluk da var. Üstelik medya alanına verilen hasardan söz edilirken bu alandaki eğitim kurumları için bir parantez açmamak da olmaz.
Kaldığımız yerden devam edecek olursak, AKP iktidarları tarafından ele geçirilmiş olan medyanın kutuplaştırıcı, kriminalize edici ve kaba dili belirli ölçülerde genel olarak medya dilini dönüştürdü. Bilhassa televizyon alanında varlığını sürdürmesine izin verilen muhalif mecralarda belki aynı vülgerlik tümüyle benimsenmemekle birlikte AKP karşıtlığı, diğer bir deyişle kendi tarafının sesi olmak temel bir motivasyon halini aldı.
AKP döneminin medyada yarattığı ağır hasar bana kalırsa önemli ölçüde de gazetecilik ve habercilik etiği ile ilişkili bir hasar. Devlet yetkililerine ya da iktidar sahiplerine soru soramayan, soru sormamanın ve parti devletinin sesi olmanın ideologluğunu yapan “gazeteci” kuşakları yetişti. Eğlence programcılığına açılan alan daraldıkça daraldı. Eskinin reality show programlarının bile gerisinde bir gündüz programcılığı, Palu Ailesi gibi aklın sınırlarını zorlayan aile yapılarını ve hayat kesitlerini sıradanlaştırdı. Ülkenin adeta bağırsaklarını deşip ortaya saçtı. Aile içi cinayetler, tecavüzler, ensest ve birbirinden garip diğer olaylar gerçek ve kurmaca arasında bir yerde seyirlikleştirildi ve hızla unutulur oldu. Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da sokağa çıkma yasakları döneminde bir televizyon programına Diyarbakır’dan bağlanarak barış isteyen bir öğretmen, Ayşe Çelik öğretmen büyük bir tehdit unsuru, bir terörist ve bir vatan haini gibi sunuldu. Programına gelen bu telefona engel olamadığı gibi Ayşe Çelik’le diyaloğa girerek üzüntüsünü ve iyi dileklerini bildiren programın ünlü sunucusu Beyazıt Öztürk, daha sonra “Terör örgütünü alkışlatmak gibi bir durum yok. İstemeden kırdıklarım olduysa özür dilerim,” dedi.
2000’li yılların başlarından itibaren nitelikli drama alanında bir altın çağ yaşayan yerli diziler, AKP’nin ikinci on yılında yükselen kültürel iktidar talebine uygun biçimde, “Yeni Osmanlıcı” bir zihin dünyasının ürünü hikâyelere ağırlık verdi. Özgür, adil, demokratik ve eşit bir gelecek tasarımından değil, geçmişin hamasetle yeniden inşa edilen sözümona ihtişamından güç devşirmek temel motivasyondu (Çelenk, 2018). AKP sonrası dönemde onarılması muhtemelen zaman alacak şeyler de daha çok bu ikinci kısımda değindiğim olaylarla ve zihin dünyalarıyla ilişkili olanlardır.
ONARIM MÜMKÜN MÜ, NASIL?
AKP sonrası ya da moda tabirle post-AKP döneminde her şeyden evvel yüzleşmek hatta hesaplaşmak gereken belirli bir “gazetecilik” pratiği var. Böyle bir argüman sıklıkla bir tür rövanş önerisi olarak görülüyor. Oysa değil. AKP döneminde bizatihi gazetecilik yapmak kriminalleştirildi, gazeteciler kitlesel olarak işten atıldı, güvencesiz hayatlara mahkûm edildi ve cezaevlerini doldurdu. Bu süreçlerde meslek alanlarına verilen zarar hiç ama hiç gündemlerine girmeyen, meslektaşlarına kapalı olan ekranlarda hemen her gün boy gösteren ve kimsenin “gazetecilik” faaliyeti nedeniyle cezaevinde olmadığını varsayan hatta kimisi bunu açıkça söyleyen gazeteciler, böyle hiçbir şey olmamış gibi yola devam mı edecek? Bıraktıkları yerden, bir haber programından diğerine, bir tartışma programından ötekine dolaşıp duracak, hiçbir özeleştiri yapmayacaklar mı? Nitekim bunların bir kısmı AKP içi çekişmelerde sadece bundan beş yıl evvel sarayın uzağına düştüğü için yeniden bir demokrat ve muhalif kimliğine de bürünmüş görünüyor.
Bir süre önce yazdığım bir yazıda kimi isimleri örnek vermiş, muhalefetin bu konudaki hafızasızlığından söz etmiştim. Zira daha iki yıl evvel, HaberTürk yazarı Nihal Bengisu Karaca muhalefetin, Erdoğan’dan gelen Anayasa teklifini müzakere etme davetinin cevapsız kalmasını değerlendirdiği bir yazı yazmıştı. Yazıda açıkça şunu söylüyordu.
“Çünkü bir kişinin cezalandırılması üzerine kurulu intikam fantezilerinden demokrasi ve adalet çıktığı görülmemiştir. Bu duyguları meşrulaştırıp, kendinizi gaza getirirseniz kâğıt üzerinde durduğu gibi durmayacağını da görürsünüz ama iş işten geçmiş olur. Memlekete hayrı dokunmaz bu motivasyonun. Çünkü o ihtimalde biliyoruz ki, adamın ve sevenlerinin eli armut toplamayacak. Ez cümle, muhalefet bu teklifin reddedilmesi durumunda iktidarın alet kutusundan şimdi bahsetmek istemediğimiz ama genel seçim şartlarını/sonuçlarını değiştirmesi muhtemel başka araçlar çıkıp çıkmayacağını ne kadar sorguluyor, hatta sorguluyor mu emin değilim.” (HaberTürk, 7 Ekim 2021).
Yazı AKP’nin artık basitçe bir siyasi parti değil devlet olduğunu belirten ve bence vahimleşen bir dille devam ediyordu. Anayasayı ve yasaları defalarca ihlal etmiş, uygulamamış, AİHM ve AYM kararlarını hiçe saymış AKP iktidarı ve Erdoğan’dan gelen teklifi –reddetmek bile değil– cevapsız bırakan muhalefete hâlâ bu şekilde ayar verebiliyor, bu tür bir değerlendirmeyi kibirle ve tehditkâr biçimde tamamlayabiliyordu. AKP’nin siyasi parti değil, artık “Devlet” olması sorgusuz sualsiz bir tespit olarak ortaya bırakılıp bunun bedelini de yüklenmemiz isteniyordu. Kısacası parti devletiyle anayasa müzakeresi bu kadar pervasızca dayatılabiliyordu. Bu düşündürücü tavır ve ton sebebiyle, AKP sonrası dönemin, geçiş süreci adaleti çerçevesinde hatırlamamız gereken işler bulunduğunu başka bir yazımda ayrıntılı biçimde dile getirmiştim: “Bizim muhalefet hafızasızdır. Sadece televizyon programlarına çağıracak isim bulamadıklarından, bir nevi tembellikten bile bu isimleri yeniden meşrulaştırırlar. Bir kısmı çoktan meşrulaştı bile. İnanılır gibi değil ama yeniden Kürt sorunu, çözüm süreci bahislerinde söz almaya filan başladılar,” demiştim (Medyascope Hafta Sonu Yazıları, 14 Ekim 2021).
Bu hafızasızlık gerçekten de onarıma da, adalete de hiç hizmet etmiyor. Açıkça yandaşlığı sürdüren ve başka gazetecileri ihbar ya da tehdit edenlerle yüzleşmek zaten nafile bir çaba gibi göründüğünden, bu konuyu bugün AKP’den kopmuş olanlar üzerinden düşünmek daha anlamlı geliyor bana. Upuzun AKP yıllarının yine çok uzun bir zaman diliminde anaakım ekranlar, gazeteler ve hatta sosyal medyada sorunsuzca AKP’ye yakın duran isimlerin, bugün, bunca bedel ödemiş gazeteci ve yazarlarla eşit bir demokratik muhalefet zeminindeymiş gibi değerlendirilmelerine sessiz kalmak doğru değil. Konu yirmi yıllık hasar olunca, yapılanları, ekranlardan hiç eksilmeyen “makul varlıkları” ile meşrulaştıran bu isimleri tek tek anmak da hasarı onarmakla ilişkili bir şey olabilir aslında. Zira bugün iktidar uygulamalarına görece eleştirel bir yerden bakıyorken bile çoğu kez dengeleri titizlikle kollayan “hem nalına hem mıhına” bir muhalefeti sürdürmekte olan isimler, geçmişin günahlarıyla ilgili en basit bir özür ya da özeleştiriyi de akıllarından geçirmiyor. Gazetecilik yeniden bir etik duruş ve bir itibar kazanacaksa bu süreçleri bu şekilde yaşamış olanlar kimseyle değil ama kendi geçmişleriyle yüzleşmeye zorlanmalı diye düşünüyorum.
Gazeteciliğin itibar sorununun aşılması ve gazetecilik alanındaki ağır psikolojik tahribatın onarılması elbette sadece bu dönemin eleştirisi ve özeleştirisiyle olmayacak. Gazeteciliğin güçlenmesi örgütlenmeler olmaksızın mümkün değil. Bir gazeteci işini kaybettiğinde –kuşkusuz belirli düzenlemeler çerçevesinde– en az iki yıl asgari bir yaşam standardını sağlayabileceği bir gelire sahip olabilmeli. Sigortasız ve sendikasız gazeteci olmamalı. Bu tür bir işsizlik güvencesi aslında bütün meslek dalları ve tüm çalışanlar için önemli ama medya için gerçekten hayati bir önemi var bunun. Medya sahiplerinin ya da devletin çıkarlarını değil, yurttaşın çıkarlarını sahiplenmenin bedeli işini kaybetmek ve beş parasız kalmak olunca, medya çalışanlarının hakikatin yanında durması da zaten güçleşiyor. Gazeteci arkasında meslek örgütlerinin ve sendikaların varlığına güvendiği ölçüde güç kazanacaktır. Hakikatin yanında olma motivasyonu artacaktır. Gazetecilik meslek örgütleriyle gazetecilerin ilişkisinin güçlenmesi gerekiyor. TGS’nin 10 Ocak 2022’de “Çalışan gazeteciler günü’ vesilesiyle” yayımladığı raporda[2] bir yılda 250 gazetecinin yargılandığı ülkede, işsizliğin de en az %35 olduğu belirtiliyordu. Sendikasız güvencesiz çalışma oranının %90 civarında olduğu açıklanmıştı. Gazetecilerin sendikalaşma oranı sadece %8,4 idi (Yeşil Gazete, 10 Ocak 2022).
Daha 2015’te henüz medya alanındaki tahribatın boyutu bugünkü seviyeye gelmemişken Türkiye Gazeteciler Sendikası lideri Mustafa Kuleli “Peki gazetecilerin hakları nasıl korunacak” diye soruyor, basın açıklamaları ve kınamaların özgür bir medya ortamı sağlamaya yetmeyeceğini ifade ediyordu. Gazetecilerin, sıra arkadaşından, editörlerinden korktuğunu ve basın özgürlüğünün ancak gazetecilerin güçlendirilmesiyle, korkusuz hale getirilmesiyle sağlanacağını düşündüğünü açıklıyordu. Benzer biçimde Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu da aynı toplantıda “Günlük olarak basın özgürlüğü ihlallerini raporlamak” konusunda şunları söylüyordu:
“...Kısa süre önce TGC-TGS-DİSK Basın İş’in düzenlediği toplantıların daha derinlemesine yapılmasını istiyorum. Bugün karşı karşıya olduğumuz sıkıntı medya toplumunun tamamen gazeteci olmayanların eline geçmesi tehlikesi olduğunu görüyorum. Mesleğimize hakim olabilmek istiyorsak bu kopan ilişkileri tekrardan ele geçirmek ve kırılmış diyaloğu da tekrardan onarmak zorundayız. Oto-sansür çok belirgin olarak var. Bundan rahatsızlık duyan az sayıda bunu dillendiren gazeteci var” (Türkay Ekin’in haberi, Birgün, 2015).
Medya alanındaki tahribatın bir kısmı bakımından öneri geliştirmek ise daha çetrefil bir konu. Örneğin medya iktidar ya da medya siyaset ilişkilerinde kimi zaman şantaj ve rüşvet ilişkilerinin de söz konusu olduğu yozlaşmış işleyiş konusunda bir öneriler demeti sunmak çok güç. Zira medya alanında AKP iktidarları döneminde yaşanan hasar, örneğin medya sahipliklerine sınırlama getirmek ve medya sahiplerinin farklı işkollarında varlık göstermelerini, diğer bir deyişle yatay, dikey ya da çapraz tekelleşmeleri engelleme amacındaki düzenlemelerin de çözüm olmayabileceğini çok iyi gösterdi. Çünkü otoriterleşen rejimler bakımından ulusal ya da uluslararası mevzuatı yok saymak, bağlı bulunan uluslararası sözleşmelerden doğan sorumlulukları dikkate almamak çok yaygın ve çoğu kez önlenemeyen bir eğilim. AKP Türkiye’sinde TRT’de, RTÜK’te, Basın İlan Kurumu’ndaki yoz ve anti-demokratik işleyiş ya da medya ve ifade özgürlüğünün ağır biçimde sınırlanması gibi sorunların ancak bir kısmı yasal boşluklar ya da gerekli ve yeterli düzenlemenin olmayışıyla açıklanabilir. Medya alanındaki ağır tahribat ve hak ihlalleri zaten ilgili mevzuatın, mahkeme kararlarının, AİHM ve AYM kararlarının ihlaliyle birlikte işliyor. Bu yüzden de AKP döneminde bilhassa cinsiyet eşitsizliği ve erkek şiddetiyle mücadelede eden kadın ve LGBTİ+ örgütlerinin “Yasalara dokunma, uygula” dediği şey benimsenmeli esasen. Mesele, ilgili mevzuatı hiçe sayan tek adam rejiminin giderek daha fazla hukuk dışı bir alana kaymasıyla ilişkili. Mevzuata uymaya zorlamanın yollarını bulmalı ki bu da “güçlü yurttaşlık” bilinci ve pratiği olmadan mümkün olmuyor.
Elbette yine de mevzuatın güçlendirilmesi, sansüre ya da nepotizme izin veren ya da anti-demokratik medya iktidar ilişkilerini kolaylaştıran mevzuatın değişmesi konusunun da çok iyi ele alınması gerekiyor. Bugün medya sahiplerinin başka bir alanda faaliyet göstermediği bir medya düzenine geri dönüş pek mümkün görünmüyor ama bu konudaki mevzuat da çok dikkatle incelenmeli ve medya sahipliğinin aynı ellerde yoğunlaşmasının yasal zemini mümkün olduğunca ortadan kaldırılmalı. Kaldı ki medya sahiplerinin hem farklı medya kollarında sahip olabilecekleri şirketlerle, hem farklı iş kollarındaki varlıklarıyla ilgili sınırlamalar dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de var. Ancak Erdoğan’dan önce de bu mevzuatı etrafından dolanarak ya da başka yollarla ihlal eden medya sahiplikleri söz konusu oluyordu. AKP iktidarları da daha ilk yıllarından itibaren bu sınırlamaları her türlü boşa çıkaran medya sahipliklerine icazet verdi. Bunun tekrar etmemesinin yolları üzerinde çalışmak AKP sonrası dönemde hızla odaklanılması gereken konulardan biri olmak zorunda.
Elbette RTÜK, TRT veya Basın İlan Kurumu gibi kuruluşların rejimin ya propaganda ve sansür organlarına ya da arpalıklarına dönüştürülebilmiş olmalarının tümüyle bunu engelleyebilecek kapasitede ayrıntılı bir mevzuatın olmamasından kaynaklanmadığını da akılda tutmak lazım. AKP iktidarları çoğu kez “terör” ya da “beka” söylemi eşliğinde, mevzuatı da hukuku da askıya alan, medya ve ifade özgürlüğünü daraltan her türlü tasarrufu rahatlıkla yapabildi. Medya sahiplikleri de –Çalık medya grubunun uzun dönem CEO’luğunu yapmış Berat Albayrak örneğinde olduğu gibi– yakın akraba ilişkilerinin de söz konusu olduğu biçimde maalesef AKP’ye yakın sermayenin elinde bu anlayışla uyumlu biçimde toplanabildi.
Elbette kurumların özerkliği ve tarafsızlıklarını sağlayacak düzenlemeler önemsiz değil. TRT 1961 Anayasası ile sahip olduğu özerkliğini 1971 yılında yitirmişse de 8 Temmuz 1993’te Anayasa’nın 133. maddesinin değişmesiyle, kurumun özerkliği anayasal düzeyde yeniden sağlanmış oldu. Fakat 2954 sayılı yasada değişiklik yapılması ve TRT’nin özerkliğinin ilgili mevzuatta yer alarak hayata geçirilmesi ancak 11 Haziran 2008 tarihinde kabul edilen ve 2954 sayılı yasanın 1. maddesinde değişiklik yapan 5767 sayılı kanunla mümkün oldu. RTÜK ise zaten 1994 yılında 3984 sayılı yasa ile kuruluşundan itibaren özerk ve tarafsız bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde bir kurum olarak tanımlanmıştı. Zamanla, günün ihtiyaçlarına uyarlamak yönünde RTÜK yasasının bazı maddelerinde değişiklik yapılması istenmiş ancak çalışmalar, AB müktesebatı ile uyum çerçevesinde "AB Görsel-İşitsel Medya Hizmetleri Yönergesi" hükümleri esas alınarak yeniden bir düzenleme yapılmasıyla sonuçlanmıştı. Bu amaçla hazırlanan ve 3 Mart 2011 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6112 Sayılı Kanun’un 34/1 maddesinde de yine “Radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetleri sektörünü düzenlemek ve denetlemek amacıyla, idarî ve malî özerkliğe sahip, tarafsız bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde Radyo ve Televizyon Üst Kurulu kurulmuştur” ifadesi yer almıştır. Mevzuatta yer alması çok önemli olmakla birlikte, özerklikleri, bu kurumları AKP’den koruyamadı.
Gelinen noktada, 24 Temmuz 2018 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan 2018/2 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi ile RTÜK, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlanırken, TRT de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'na bağlandı. RTÜK kendi özel kanunu ile kamu tüzel kişiliğini haiz olarak kurulmuş ve üyeleri TBMM tarafından seçilen bir kurumdu. TRT ise Başbakanlığa bağlıydı. Bugün her iki kurumun da ilişkilendirildiği ve kendisine karşı sorumlu olduğu kurumlara bakınca, hak ihlalleri ve medya ve ifade özgürlüğünü ciddi biçimlerde daraltan uygulamalarındaki pervasızlığı da anlamak kolaylaşıyor.
AKP sonrası dönemde havuz medyasının gediklisi gazetecilerle ilişkili olarak ifade etmeye çalıştığım gibi TRT ve RTÜK bürokrasisinin hukuk dışı uygulamaları da ciddi bir incelemeden geçirilmelidir. Verilen zarar tespit edilmeksizin ve sorumluların hukuk dışı tasarrufları soruşturularak, gerekirse yargı süreçleri işletilmeksizin bir onarım mümkün değil. Zira sonraki dönemlerde hukuka uygunluğun sağlanabilmesinin bir yolu da bir gün devran döndüğünde hesap vermek gerekeceği bilgisinin ya da kültürünün yerleşiklik kazanmasıyla mümkün.
RTÜK üyeliklerinin siyasi partilerin Meclis’teki sandalye sayısı ile orantılı olarak dağıtılmasının kuruma demokratik bir işleyiş getirmediği de açıktır. AKP sonrası dönemde RTÜK’ün yayıncılık alanında denetimden ziyade düzenleme yönü güçlendirilmiş, sansür ve ceza ile değil yayıncılık alanının demokratikleşmesine katkısıyla anılan bir kurul olmasının nasıl sağlanacağına muhakkak kafa yorulmalıdır. Yayıncılık alanında RTÜK benzeri kurumlar, başka ülkelerde de örneğin ABD (FCC), İngiltere (OFCOM) ve Fransa’da da (CSA) vardır. Bu tür düzenleyici üst kurullar alanda hak ve özgürlükler bakımından engelleyici değil, bunların güvencesi olacak biçimde tasarlanmış teşkilat yapılarına ve mevzuata sahip olmalıdır. RTÜK’te üyeliklerin partizanca kullanımlarının önüne geçebilmek için belki de siyasi partilerce aday göstermek yerine belirli bir kıdeme sahip iletişim ve medya alanından akademisyenler, gazeteciler, televizyon yayıncıları, hukukçular, uzmanlardan alınan başvurular temelinde başka formüllerle seçimler yapılması konusu da üzerinde çalışılması gereken bir konu.
AKP’nin medyaya ve aslında hemen her alana 20 yılda yaptığı şeyi bugünden yarına değiştirmenin mümkün olup olmadığı konusunda zaman zaman hepimiz karamsarlığa kapılıyoruz. Fakat kapılmamak lazım. Dünya savaşlarından ve soykırımlardan çıkmış Avrupa demokrasileri ve Avrupa demokrasilerinin can çekişirken geri döndürdüğü şehirler, kurumlar ve halklar yanı başımızda birer örnek sunuyor bize. “Günümüzde Avrupa demokrasileri can çekişiyor” diyen tespitlerin haklılığına rağmen, bunu, yani “onarımın mümkün olduğunu” da görmek şart. Medya alanında hasardan geri dönüş için ne yapılacağını yazının başında yer verdiğim her başlık altında düşünmeyi de denedim. Fakat her biri ciddi çalışma ve odaklanma gerektiren konular bunlar. Burada ancak genel ilkelerden söz edilebilir. Bu ilkelerin tümünün benimsenmesi de, yerleşikleşmesi de ancak demokratik, eşit ve adil bir ülke olmaktan korkmamaktan geçiyor bence. Değişimden, iyi, mutlu ve müreffeh olmaktan korkmamak. Türkiye mütemadiyen iç ve dış düşmanlarla ve paramparça olmakla korkutulan bir ülke. Oysa çok uzun bir zamandır zaten paramparçayız...
Medya bu anlamda ilginç bir alan teşkil ediyor. Bir yandan demokratik, adil ve eşit bir dünyanın kıymetini her gün ve her kanaldan memleketin en ücra köşelerine kadar anlatabilme, “mutluluk” hikâyelerini ve “mutluluk” arzusunu inşa etme yeteneği var. Korkutulmuş, hasta edilmiş ve “kendilik tahayyülleri” çarpıtılmış bir toplumu onarmada medya büyük bir potansiyel barındırıyor. Bir yandan da bunu yapabilme kapasitesini artırmanın yolu da medyanın bizzat kendi yapılarının onarılmasını gerektiriyor. Yine de önce biri sonra diğeri değil, eşzamanlı vazifeler söz konusu. Havuz medyasının iktidar borazanı kurumlarından, sansürcü ve antidemokratik mevzuattan, suyun başını tutan ilişki ağlarından, paçavra “gazetelerden” “gazetecimsi” kişilerden ve propaganda televizyonlarından kurtulmak bana kalırsa gerçekten istendiğinde, an meselesi.
Kısacası medyada ya da diğer kurumlarda “somut” onarım önerileri üzerinde şimdiden çalışmaya başlamak gerek ama bunun hayata geçirilmesi için her şeyden önce bir iyileşme arzusu gerekiyor. Mesele toplumsal ve siyasal muhalefetin bu iyileşme arzusunu sahiplenmesinde, kulağa naif gelse de mutluluk ve iyilikten korkmamayı seçmesinde. Seçimleri neden yana yapacağımızı bilebilirsek onarmak da çok daha kolay.
Dünya mutluluk raporu ve “dünyanın mutlu ülkeleri” sıralaması diye bir şey var. Türkiye 2018 ve 2020 arasında bu sıralamada 11 puan gerilemiş. Dünya mutluluk raporu bir hissiyatı gözleyerek hazırlanmıyor. Ülkelerin mutluluk skorlarını ve sıralamasını her iki yılda bir, “kişi başına düşen milli gelir, sosyal destek, sağlıklı yaşam beklentisi, yaşam seçimleri yapma özgürlüğü, cömertlik ve yolsuzluk algıları gibi parametrelere göre belirleyip açıklıyor.” (Doğruluk Payı, 23 Mart 2021). Bu parametreler birçok alan gibi medya alanında da onarım gerçekleştirebilmekle doğrudan ilişkili... Onarabilmek için aynı zamanda toplum olarak onarılmak ve bu kavrayışı sahiplenmek lazım.
Kaynaklar
Adaklı, Gülseren (2009), "Türk Medyasında AKP Etkisi", AKP Bir Dönüşümün Bilançosu, İlhan Uzgel ve Bülent Duru (der.), Ankara: Phoenix Yayınları, s. 559-613.
Ayan, Vahdet Mesut (2019), AKP Döneminde Medya Alemi, İstanbul, Yordam.
Eres, Benan ve Hakan Yüksel (2017), "AKP Döneminde Türkiye'de Değişen Medya Sermayesi" ilk kez Halagazeteciyiz.net’de yayımlandı. (İngilizce versiyon için link: https://www.researchgate.net/publication/327075228_AKP_Doneminde_Turkiye'de_Degisen_Medya_Sermayesi
Çelenk, Sevilay (2018), "Kendi dizi'mizin dibinde: Yerli diziler ve kültürel iktidar mücadelesi", Birikim 347, Mart 2018, 125-135.
[1] Bu konuda Yönetmen Emin Alper senaryonun bütün değişikliklerini içeren nihai metnini Bakanlığa vermiş olduklarını çeşitli mecralarda açıkladı. Açıklamalarından Filmin Cannes’a kabul edilmesi ve Queer Palm adaylığı sonrasında, filmde LGBTİ+ karakterlerin varlığının gündeme gelmesi ve bu konuda yandaş medyada yer alan karalamaların bu kararı getirdiği anlaşılıyordu.
[2] Tesadüfen bu satırları tam da bugün, 10 Ocak 2023’te yazıyorum. Kutlu olsun...