Hızla Türkleşiyoruz
Bu yazı birbirinden bağımsız iki ayrı yazının koalisyonundan oluşmaktadır. Birincisi, Türkiye’de şu anda yaşadığımız “etnikleşme”, “homojenleşme” sürecine ilişkindir. “Türkleşme” yolunda ikinci adım olarak da niteleyebiliriz bunu. İkinci Yazı Türkleşme’nin ilk evresinden bir kesittir. Birinci “homojenleşmeyi” nasıl yaşadığımız; Anadolu’da yüzde 90’ı Müslüman bir topluluk yaratmayı nasıl başardığımız üzerine ufak bir anekdot olarak da anlayabilirsiniz bunu. Amacım dünle-bugün arasında bir köprü kurabilmek, bugün yaşananları dünün ışığında yeniden anlamlandırmaktır.
1. ANADOLU’DAKİ İKİNCİ HESAPLAŞMA
Anadolu toprakları son yüzyıllardaki ikinci büyük hesaplaşmasını yaşıyor. Birinci büyük hesaplaşma 19. yüzyılda filizlenmiş ve ağırlıkla 1908 sonrası yaşanmıştır. Türk Devleti, Anadolu’daki birinci “ulusal hesaplaşmanın” ürünüdür. Birinci hesaplaşma, görünürdeki ulusalcı niteliğine rağmen, esas olarak dinî temelde yaşanmıştır. Anadolu’nun başta Türkler ve Kürtler olmak üzere, Müslüman toplulukları aralarındaki tüm problemlere ve eşit olmayan ilişkilere rağmen anlaşmışlar ve Anadolu’nun gayrımüslim topluluklarını sürmüşler veya imha etmişlerdir. Bugün ikinci hesaplaşma ise Müslüman topluluklar arasında yaşanmaktadır. Artık Müslüman olmak bu toplulukları birarada tutmaya yetmemektedir. Taraflar Müslüman olmanın ötesindeki kimliklerine sarılmaktadırlar. Kürtler, Türkler tarafından ezilmelerine karşı çıkabilmek için, Müslüman ortak kimliğinin dışındaki, ulusal ve kültürel özelliklerine sarılarak kendilerini yeniden tanımlıyorlar.
Modernleşmenin ve bir ulus olmanın doğal evreleridir bunlar. Her iki evrede de egemen olan Türkler’dir. Türk çoğunluk hesaplaşmayı iki ayrı boyutta yaşamaktadır. Birincisi kendi içerisinde. Çünkü modernleşme, genel kural olarak, dinin siyasal-toplumsal bağlayıcı olma özelliğini yitirmesi biçiminde yaşanmaktadır. Bu süreç içerisinde, din daha çok kültürel bir özellik olarak, sivil toplum düzeyine itilir. Türkler bugün esas olarak bu süreci yaşıyorlar. Sürecin zor ve sancılı olmasının en önemli nedeni, Batı modernleşmesinden farklı olarak, Türk modernleşmesinin, dinî-kültürel gelenekleri ile fazla barışık olmayan bir süreç yaşamış olmasıdır. Batı’da modernleşme, esas olarak (aradaki tüm çatışmaya rağmen) Hıristiyan kültürü ve geleneği ile barışık biçimde yaşandı ve onun üzerinde temellendi. Bizde ise özellikle 19. yüzyılda İslâm’ın, modernleşmenin, siyasal düzeydeki en temel niteliği olan, yurttaş kavramına, genel eşitlik prensibine karşı çıkması nedeniyle, İslâmi kültürle (sesli veya sessiz) çatışarak onu karşısına alarak yaşandı. Refah Partisi, Türk modernleşme hareketinin bir ürünüdür ve esas olarak, modernleşme ile dinî-kültürel geleneğin barıştırılması misyonuna soyunmuş görülüyor. Bunu yapıp yapamayacağından bağımsız olarak görülmesi gerekiyor ki, bugün Türkler kendi içlerinde ayrışmaktadırlar. Alevilik, Laiklik, Müslümanlık, modernleşme sürecinin sonucu olarak alt kimlikler biçiminde öne çıkmaktadırlar.
Ülkedeki dinî hareketin yükselmesine rağmen bunların söyleniyor olması şaşırtıcı gelebilir. İddia ettiğim şudur; Din, Türkiye toplumunda genel bağlayıcı kimlik olmaktan çıkmaya başlamıştır. Tüm laik görünümüne rağmen, din, hem TC devletinin önemli ayaklarından bir tanesi olagelmişti, hem de toplumda tüm kesimleri birarada tutan bir üst kimlik durumundaydı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana, Türklük asla etnik-kültürel anlamda tanımlanmadı. Özellikle Kürt ulusunun varlığı nedeniyle de daima İslâmi kimlikle Türklük bir ve aynı olarak tanımlanmaya çalışıldı. 1920’li yıllarda Anadolu’nun Türkleştirilmesi için Yunanistan ile yapılan nüfus değiş tokuşunda Anadolu’dan Hıristiyan Türkler çıkarıldılar ve yerlerine Müslüman Yunanlılar getirildiler.
Modernleşme sürecinin bir sonucu olarak, bu kabuk değişmeye başlamıştır. Din giderek toplumun bir kesiminin siyasal kimliği haline geliyor. İslâmi Hareketin güçlenmesi, dinin toplumda bağlayıcı bir üst kimlik olma özelliğini yitirmesi ve bir çevrenin siyasal kimliği haline gelmesi anlamına geliyor. Türkiye’de ilk defa sivil toplum boyutunda insanlar din ile aralarına siyasal bir mesafe koymaya başlıyorlar. Yani egemen topluluk, olarak, dinî kimliğimizden sıyrılmaya başlamış bulunuyoruz. Müslümanlıktan sıyrılarak, onu kültür boyutuna iterek, “hakiki” Türkleşme sürecinin içinde bulunuyoruz. Ne kadar hakiki Türk olup olmayacağımız, dini ne derece kültürel bir özellik boyutuna indirip indiremeyeceğimiz, hem laik-dinci çatışmasına, hem de Türk-Kürt çatışmasına bağlı olarak şekillenecektir.
Uluslaşmanın ikinci ekseni Türk-Kürt çatışmasıdır. Laik, dinci, Alevi, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, egemen Türk topluluk Kürtlere karşı olma temelinde birbirleri ile uzlaşabilmektedirler. Kürt hareketi henüz uluslaşma sürecinde içinde bulunduğu konum nedeniyle kendi dinî geleneği ile büyük bir çatışmaya girmemiştir. Bu halleriyle 1920’lerin Türklerine benziyorlar. Yaşanan hesaplaşma, her farklı grubun kendisinin farklı olan özelliklerine sahip çıkması biçiminde olmaktadır. Alevi, Kürt, laik, İslâmcı tüm akımlar kendi partiküler kimliklerine sarılmayı nihai çözüm olarak görmektedirler. Bu bir çözülmedir, toplumun kendisini meydana getiren unsurlara ayrışmasıdır. Sürecin bu biçimde devam etmesinin sonuçlarından bir tanesi, “etnikleşme” ve ona bağlı olarak “homojenleşme” olacaktır. Unsurlarına ayrılan toplumda, her bir kesim, ana meseleyi kendisine benzemeyenlerin varlığında görecektir. Ve her grup, kendi “etnik grubunu” koruyacak siyasal çözümlere yönelmeyi tercih edebilecektir. Söylediğimiz gibi, bu konuda başı Türkler çekmektedirler.
Birinci hesaplaşma, Anadolu’nun Müslim-gayrimüslim renkliliğine son vermiştir. Şu anda herkes yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke olmamızla övünmektedir. Bunun nedeni Müslümanların Hıristiyanları imha etmiş olmasıdır. Şimdi ikinci etnikleşme ve homojenleşme nedeniyle yüzde 90’ı Türk (yani Kürtlerin olmadığı) veya Alevisiz bir Türkiye ile övüneceğimiz günlere doğru gidiyoruz. Türk, Kürt, Alevi vb. kendisine sıkı sıkıya sarıldığımız bu “alt kimlikleri” siyasal örgütlenmenin anlam üreticileri haline getirirsek bunun anlamı, Anadolu’da karşılıklı olarak “etnik temizleme” sürecine girmek olacaktır. Her grup, ağırlıkla sadece kendisinden olan insanların yaşadığı coğrafî birimler yaratma yoluna gidecektir. Mersin’de, Adana’da, Fethiye’de Türkler’in şimdiden böylesi bir ruh hali içine girmiş olduklarından söz edebiliriz.
Yapılması gereken elbette tüm farklı kimliklerin yaşam alanlarının kurumsal olarak garanti altında alındığı sivil ve demokratik seçenekler doğrultusunda kavga verebilmektir. Bunun yolu da, etnikleşme sürecinde, dahil olmaya ve edilmeye başladığımız kollektif kimliğimizi, siyasal olarak birarada yaşamanın şartı haline getirmemektir. Toplumda birarada yaşamanın ortak anlam üreticisi bir etnik-din grubuna dahil olmak olmamalıdır. Türkler’in egemenliğinde ve belirleyiciliğinde diğer kimlikleri ezerek veya asimile ederek yaşanan bu süreçte yukarıda söyleneni yapabilmek elbette kolay değildir. Ama Yugoslavya biçiminde bir etnik temizleme savaşından kaçınmak istiyorsak, bunun başka bir yolu da yoktur.
Şimdi sıra 20. yüzyılın başlarında Anadolu’nun Türkleştirilmesi konusundaki ilk çabalardan bir kesit sunmaya geldi. Anadolu’nun etnik-ulusal temelde homojenleştirilmesi yolunda planlı olarak atılan bu ilk adımlar, yalnızca döneminde bölge ulusları için felaket anlamına gelmedi, bugüne de uzanan derin izler bıraktı. Bugünkü Türk kimliğimizi esas olarak etkiledi ve şekilledi. Dolayısıyla yapmak istediğim şey, okuyucuyu, şu anda içinde girdiğimiz “Türkleşme” sürecinde, kendimiz üzerine, Türklük üzerine sesli düşünmeye çağırmaktır. Çünkü şu anda yaşadıklarımız 1910’larda yaşadıklarımızın bir ikinci raundu gibidir. Bu nedenle de şu anda yaşadığımız “etnikleşme” sürecini, geçmişte bunun nasıl yaşanmış olduğunun bilinmesiyle daha iyi anlayabileceğimizi zannediyorum.
II. ANADOLU’NUN TÜRKLEŞTİRİLMESİNİN BİRİNCİ RAUNDU
Bir Fransız düşünür, Braudel, kimlik sorunu ile ilgili bir yazısında kimlik sorununun, “geçmişle bugün arasında uyum sağlamak” olduğunu söyler.[1] Biz de bunu yapmak zorundayız. Tanınmış Alman sosyolog Elias, Studien Über die Deutschen adlı eserinde, geçmiş kavramının olumsuz bir tarafı olduğundan söz eder. “Geçmiş” genellikle yaşanmış, bitmiş bir şey olarak kullanılıyor ve bu nedenle tarihimizin bugün üzerindeki etki ve anlamını küçük gösteriyor. Oysa geçmişte yaşanmış tarihin, bugün üzerine etkisi son derece fazladır ve bugünümüzü belirleyen davranışlarımızın bile kökleri yüzlerce yıl önce atılmıştır. Şöyle diyor Elias; “Her seferinde büyük hayretlerle görülmektedir ki, belli düşünme, duyma ve davranış kalıpları, dikkati çekecek biçimde yeni koşullara uyarak, aynı toplumda birçok kuşak sonrasında yeniden ortaya çıkmaktadır... Gerçekte toplumsal olaylar etkilerini genellikle 100 yıl sonra gösterirler.”[2] Dolayısıyla bugünkü Türk kimliği ve Türklüğümüz üzerine düşünmeye oldukça geniş bir zaman diliminden bakmayı başarabilmek ve dünümüz ile bugünümüz arasında sağlam bir köprü kurmak zorundayız. Eğer bugünkü “etnikleşme” sürecini anlamak istiyorsak, tarihte bu sürecin nasıl yaşanmış olduğunu da bilmemiz gerekiyor.
Bizim Türk olduğumuzu keşfetmemiz, Türklüğe karar kılmamızın tarihi oldukça yenidir. 20. yüzyılın başlarına kadar bizler esas olarak kendisini Osmanlı ve Müslüman olarak tanımlayan bir topluluk idik. Belli somut koşullarda, belli ideolojik tercihler ve nedenlerin sonucu olarak Türk olmayı seçtik ve Türkleşmeyi benimsedik. Burada ana tezim anlaşılmış oluyor. Türklük yapılmış bir tercihtir. Bir ideolojik seçimdir. Yapılmayabilirdi de. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci içinde, devleti kurtarmak için düşünülen tüm diğer seçenekler tıkandığı için, yönetici ekip, tek seçenek olarak kalan Türk olmayı hiç istemedikleri halde tercih etmek zorunda kaldılar. Yoksa ne Türk olmaktan hoşlanıyorlardı, ne de kendilerini Türk sayıyorlardı.
Burada ulusallığın, ulusal kimliğin bir buluş, bir keşif olduğunu söylemiş oluyorum. Yani ne doğal, ne de bütün tarihsel dönemler için geçerli bir olgudur ulusallık. Ulusal kimlik tanımının yapılması çok zordur, hemen hemen olanaksızdır. Her tarihsel dönemde, farklı birtakım özellikler ekseninde oluşur. Genellikle, dil, din, kültür, etnik köken, pazar birliği, psikolojik birlik fikri gibi birçok neden sayılır. Fakat yapılacak her ulus tanımına ters düşen ulus bulmak mümkündür. Bu ögelerden sadece bir tanesi bile bazen ulus olmaya yeterken, tüm bu ortak ögelere sahip olmalarına rağmen ulus olamamış topluluklar vardır. Bu nedenle ulusal kimlik tanımı ancak her somut koşul için ayrı olarak yapılabilir. Ulus ve ulusal kimlikte belirleyici olan nedir tartışmasını burada yapmama imkân yok ama, ben bir grubun ulus haline gelmesini birtakım sosyal-tarihsel şartlarla desteklenen ideolojik bir tercih olarak tanımlamayı doğru, Türk kimliğinin de böylesi bir süreç sonucunda, ideolojik bir tercih olarak oluştuğunu düşünüyorum. Bu oluşum sürecini oldukça sorunlu görüyorum. Türk kimliğini tercih ediş ve geçiş oldukça sorunlu olmuştur ve deyim yerindeyse temelini “şiddet ve terör” oluşturmuştur. Bugün de Türkleşme sürecini ağırlıklı olarak şiddet temelinde yaşıyoruz. Gelişmelerin geçmiş şiddet boyutlarına ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyoruz. Ama, “tarihten ders çıkarmak” sözüne pek inanmasam da, gene de yaşanmış olana biraz bakmakta fayda olduğuna inanıyorum. En azından bugün birçok kişiye heyecan veren süreci niçin fazla can sıkıcı bulduğum anlaşılmış olur.
ANADOLU HANGİ ADIMLARLA NASIL TÜRKLEŞTİRİLDİ?
1908’de siyasal iktidara ortak olan İttihat Terakki hareketi modern, merkezî bir ulus-devlet yaratmak istiyordu. Merkezî ve modern bir devlet yaratmanın en temel ilkelerinden birisi, elbette vatandaşlık kurumudur. Bunun için de tüm üyelerin genel eşitlik prensibi temelinde sadece devlete karşı sorumlu olmaları sağlanmalı idi. Oysa Osmanlı millet sistemi, esasta buna tersti. Toplum birtakım dinî cemaatlere bölünmüş, her cemaat özel haklarla donatılmıştı. Vatandaş kavramı henüz tam anlamıyla yerleşmemişti. Devletin önemli fonksiyonları, vergi toplamak, yargı vb. hâlâ cemaatlerce de yerine getiriliyordu. Devlet bireylerle değil, bu cemaatlerle (veya aşiretlerle) muhataptı.
İttihat ve Terakki, bu özel kompartmanlara bölünmüş İmparatorluktan modern bir ulusal devleti yaratabilmek için asker vermeyen, vergi ödemeyen bölgelerin merkeze bağlaması, ortak bir duygu birliğini yaratması ve bunun için de merkezî bir eğitim programını uygulamaya koyması gerekiyordu.[3] Bu merkezileşmeyi ise “İttihad-ı Anasır”, imparatorluğun unsurlarının birliği esasına dayanarak gerçekleştirmek istiyordu. Yani, tüm ulusları ortak bir kimlik etrafında merkeze bağlamayı başarması gerekiyordu. Fakat asıl sorun da buydu. Hem merkezî modern bir devlet yaratmak, hem de tüm farklı ulus gruplarını birarada tutmak, ancak bu ulusal grupların da ötesinde yaratılabilecek bir siyasal-kültürel kimlikle olanaklı idi ki, bu da İttihatçılarda yoktu.
Sorun ortak manevi bağın, kültürel kimliğin ne olduğu ve nasıl yaratılacağı idi. “Tebaa-ı osmaniyeden olan anasırın tarihi ananesi, dini, münasebâtı, amal ve hayali, tarz-ı tefekkürü, şekl-i maişeti, seviye-i medeniyeti o kadar yekdiğerinden farklıdır ki bunların ‘imtizaç’ suretiyle ittihadını tasavvur bile gariptir. Kosova ovasında çiftçilik eden bir Hrıstiyan Sırp ile Necd çölünde hal-i bedavette yaşayan bir Müslüman Arabın ne gibi nokta-ı teması olabilir? Bunların ne gûna ‘ittihadı’ imtizacı mutasavverdir?”[4] Bu soruya cevap verebilmek için, 1908 öncesi genel kural olarak tekrar edilen Osmanlılık prensibinin, genel eşitlik prensibi ile birlikte yeniden tanımlanabilmesi gerekiyordu.
İttihad-ı Anasır için Osmanlıcılık
İttihat ve Terakki bu merkezileşme ve homojenleşmeyi gerçekleştirmek için bilinen klasik yolu tercih etti. Evrensel ve herkesi eşit sayan vatandaşlık prensibini, egemen ulus grubunun, yani Türklerin değerleri etrafında yaratılacak bir kültürel kimlik ile birleştirmek. Ve bunun için gerekli olan asimilasyon politikasını uygulamak. Bunun geçerli olmadığı noktada ise şiddet ögesini devreye sokmak. Bu programı, İslâmla aradaki bağı kopartmadan gerçekleştirilmeye başlanan Türkleştirme olarak da görmek mümkündür.
İktidarı tek başına ele geçireceği 1913 yılına kadar İT bunu yapmaya çalşıtı. 1909 yılında yapılan Kongre’de, “Osmanlıların çıkarlarını ortak görmekle yükümlü oldukları hatırlatıldıktan sonra cins ve mezhep ayrılığını ileri sürerek ya da başka yollardan bölücülük ve ara bozuculuk (fesat) yapmak isteyenlere ‘vesait-i meşrua’ ile karşı konulacağı bildiril(di).”[5] Bu amaca uygun olarak 16 Ağustos 1908’de, “Cemiyetler Kanunu” çıkartıldı. Ve, “Ahkam-ı Kavanine ve âdadı umumiyeye mugayir bir esası gayrı meşrua veya âsâyişi memleket ve tamamiyeti mülkiyeyi Devleti ihlâl ve şekli hâzırı Hükûmeti tağyîr ve anâsarı muhtelifei Osmaniyeyi siyaseten tefrik maksadına müstenit olmak üzere cemiyetler teşkili câiz değildir, (madde 3). Kavmiyet ve cinsiyet esas ve unvanıyla siyasî cemiyetler teşkili memnudur, (madde 4)”, denerek bir millet ismi taşıyan politik dernek ve birliklerin kurulması yasaklanır.[6] Bu yasağı hemen “Rumeli’deki Rum, Bulgar ve diğer azınlık kulüp ve derneklerinin kapatılması izledi.”[7]
Bu kanunun ilgili maddeleri bazı düzenlemelerle, 21 Ağustos 1908’de Anayasa maddesi haline getirildi. “Kanun-ı mahsusuna tebaiyet şartıyla Osmanlılar Hakk-ı içtimaa maliktir. Devlet-i Osmaniye’nin tamamiyet-i mülkiyesini ihlâl ve şekl-i meşrutiyet ve hükûmeti tagyir ve Kanun-ı Esasî ahkâmı hilafında hareket ve anâsır-ı Osmaniyeyi siyaseten tefrik etmek maksatlarından birine hâdim veya ahlâk ve âdab-ı umumiyeye mugayir cemiyetler teşkili de memnudur.”[8] Bu girişimlerle amaç, “İttihad-ı Anasır”ı korumaktı. Çok uluslu Osmanlı toplumunu birarada tutmaya yönelik başka kanunlar da bu dönemde çıkartılır. Müslüman olmayan vatandaşların askere alınmasına ilişkin kanun bu girişime verilebilecek başka bir örnektir.[9]
Osmanlılaştırma (yani Türkleştirme) programı kendisini en somut eğitim alanında gösterdi. İT’nin 1908 programında bu konuda son derece açık maddeler yeralıyordu. “... her unsura muhteliten küşade remî mektepler açtırılacaktır. Tahsili iptidaî de lisanı türkî mecburitalimdir. Mekâtibi resmîyede tahsili iptidaî meccanendir.”[10] Memur olmak ancak resmî yüksek okullardan mezun olunca olanaklı olabilecekti. Böylece okullar sayesinde Türk olmayanların Türkleştirilmesi amaçlanıyordu.
Bu İslâm-Türk kültürü etrafındaki homojenleştirme çabası, merkezî bastırma politikalarıyla da birleştirildi. Baskı altına alınanlar sadece Hıristiyanlar olmadılar. İmparatorluğun Türk olmayan, Arap, Arnavut ve diğer Müslüman toplulukları da benzeri uygulamaya mâruz kaldılar. Türk dili bunlara da zorla kabul ettirilmeye çalışıldı. Bu Osmanlılık örtüsü altında, baskı metodları ile paralel giden asimilasyon politikaları daha sonra Müslüman toplulukların da ayaklanmaları ile sonuçlanmış, böylece Osmanlılık yanında İslâmi birlik ilkesinin de anlamsızlaşması sonucunu doğurmuştur. Osmanlılık idealinin siyasî iflasına en önemli katkıyı yapan olay, Müslüman topluluklarını da sarmış olmasıdır. 1910 yılında patlak veren Arnavutluk isyanı bu anlamda önemli bir dönüm noktasına denk düşer.[11] “Türkleri çeşitli milliyetçi çıkarları uzlaştırıp birleşmiş bir imparatorluk emelini gerçekleştirme çabasının olanaksızlığına inandıran olay Arnavut isyanı olmuştur.”[12]
İT yöneticileri, Osmanlılık temelinde, İmparatorluğun farklı uluslarını birarada tutma politikasında, deyim yerindeyse havluyu çabuk attılar. Daha 1910 yılı yazında büyük bir hayal kırıklığına kapıldılar ve uyguladıkları programın iflas ettiğini kabul ettiler. Bu kısa sürenin onlara öğrettiği şu olmuştu; artık “çok uluslu ve çok dinli” imparatorluğun hükümdar hanedanına ortak bir bağlılık içinde yaşayacak hür, eşit ve barışçıl bir uluslar birliği şeklindeki “Osmanlıcı” rüya” için vakit çok geçti ve bu nedenle kısa zamanda “ebediyen sona erdi”[13] İmparatorluğun çeşitli unsurları arasında milliyetçiliğin gelmiş olduğu boyut, “çeşitli milliyetlerle İslâmlık ve Hıristiyanlık arasında derinleşen düşmanlıktan sonra, İmparatorluktaki milletleri birleştirerek ya da uzlaştırarak bir Osmanlı birliği yaratmanın olanağı kalmamıştı.”[14]
27 Temmuz 1910’da, İhtilalin ikinci yıldönümü nedeniyle genel bir değerlendirme yapıldı ve Osmanlılık politikasının iflas ettiği resmen ilân edildi. “Millete Beyanname” adı ile yapılan açıklamada İT, imparatorlukta “çeşitli unsurları biraraya getirmek için başvurduğu yöntemlerin meşrutiyet idaresinin ilk iki yılı içerisinde başarısızlığa uğradığını itiraf ediyordu. Bunun nedeni, aşırı şevk ve gayret göstermiş olmasıydı. Artık, ırksal toplulukların Osmanlıcılığa karşı olduklarını kabul ediyor ve bundan böyle diledikleri gibi davranabileceklerini açıklıyordu. Cemiyet, birlik ve bütünlüğü sağlamak için başka bir yola başvurmak niyetindeydi.”[15] Bu yeni politikanın ipuçları üzerine ayrıntılı bilgileri aynı yılın Ağustos ayında yapıldığı söylenen bir toplantıdan elde ediyoruz. Cemiyetin başarısızlıkları ve bunun sonucu egemen olan moral bozukluğunu düzeltmek amacıyla Makedonya’da Cavit ile birlikte bir geziye çıkan Talat, Selanik’te, Cemiyetin “gizli meclis” toplantısında, Osmanlıcılık politikasının niçin iflas etmek zorunda kaldığı ve yeni yönelimler konusunda ilginç açıklamalarda bulunur. Manastır’daki İngiliz Konsolos vekili, bu konuşmayı şu şekilde aktarır; “Meşrutiyet şartlarıyla Müslüman ve gâvurun eşitliğini teyit edildiğinden haberdarsınız; fakat siz ve herkes bunun gerçekleştirilemez bir ideal olduğunu biliyor ve hissediyorsunuz. Şeriat, bütün geçmiş tarihimiz, yüzbinlerce Müslümanın duyguları ve hattâ kendilerini Osmanlılaştırmak için yapılan bütün teşebbüslere inatla direnmiş olan bizzat gâvurların duyguları, gerçek eşitliğin kurulmasına aşılmaz bir engel teşkil etmektedir. Biz gâvuru sadık bir Osmanlı haline getirmek için başarısız kalan teşebbüsler yaptık... bütün bu çabalar kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkumdur.”[16]
Fransız Selanik Konsolosu toplantı hakkında daha ayrıntılı bilgiler verir. Aktardığına göre, İttihatçılar içerisinde, farklı milletlerin birarada yaşamasını olanaksız gören ve sorunun çözümünde, “yalnızca askerî zor”a güvenenler vardır. Yapılan tartışmalar, örneğin Makedonya sorunu ve Edirne Bulgarları ile ilgili olarak, “tehcir” ya da “katliam” arasında seçim yapmak noktasına kadar ayrıntılandırılmıştır. Bölgedeki Hıristiyan nüfusun Anadolu içlerine göç ettirilmesi ve yerlerine Müslümanların yerleştirilmesi, eğer bu bir çözüm getirmezse Hıristiyanların katledilmesi önerilmektedir.[17] Ve bu konuda farklı fikirler ileri sürülmektedir. Konsolos’un aktardığına göre, İT, “amaçladığımız şekilde Türkler’in yurtseverliğini geliştirerek... Türkiye’nin birliğini barışçı yoldan sağlama (çabalarının) başarısızlığa uğraması” durumunda şiddete başvuracaktır.[18]
Ağustos 1910’daki bu toplantı hakkında Avusturya, Fransız ve Britanya kaynaklarının verdikleri bilgiler aynı içeriğe sahiptir.[19] Böylece gayrımüslim topluluklarla birarada yaşama sorununun şiddetle çözülmesi gerektiği yolundaki fikirlerin daha bu yıllarda dile getirilmiş olduğunu görüyoruz. İttihat ve Terakki hareketi saflarında, diğer ulusal grupları zorla imparatorluğa bağlama ve birliği, “ordu ile görmek düşüncesi... yavaş yavaş belirip yerleşecektir.”[20] Oysa daha 1909 yılı kongresinde, asıl amacın millî bir temelde ilerlemenin sağlanması olduğunu söyleyen İstanbul delegesinin konuşmasına bile izin verilmemişti.[21] Bu kadar kısa sürede meydana gelen değişikliklerin en önemli nedeni elbette, sıkça tekrar ettiğimiz gibi, savunulan Osmanlıcılık politikasının pratikte Türkleştirmekten başka bir anlama gelmemesi ve bir yıllık bir pratikle başarısızlığının anlaşılmış olması idi.
1911 Kongresi bu durumun tipik bir göstergesidir. Aynı konu burada da ele alınmıştır. İttihad-ı Anasır nasıl sağlanacaktır? Ve bunun için öngörülen Osmanlılık’tan anlaşılması gereken nedir? Parti kongresinde okunan rapor ele alındığında görülecektir ki, savunulan Osmanlılık; Müslümanlık, Türklük ve Hilafet etrafında tüm unsurların birliğini savunmaktan başka bir şey değildir. “Kanun-ı Esâsî’nin söylediğimiz maddelerine müracaat edilirse Osmanlılığın, tamâmiyyet-i vataniyye ve vahdet-i milliyyenin, din-i İslâm’ın, lisân-ı Türkî’nin, fıkh-ı şerîf ve adâb-ı İslâmiyeye’nin, Hilâfet-i mukaddesenin ve Zât-ı Şâhâne’nin ve şehzadegân ve selâtin hazerâtının, makam-ı Meşihat’ın kâffe-i hukuku mahûz ve müeyyed olduğu görülür.”[22] Osmanlılık açık biçimde, İslâmın egemenliği olarak tanımlanmaktadır.
İT’nin amacı hakkında ise şu söylenir; “Bizce İttihad ve Terakki Cem’iyyeti’nin gayesi –ki usûl-i Meşrutiyet’in tatbîki ile müttehid ve müterakki bir Osmanlılık te’sîs etmekdir.– Anâsır-ı İslâm Meşruiyetinin tanzim ettiği hâkimiyyet-i milliyyede ekseriyyete âid olan hakk-ı hâkimiyeti hâiz olduğu gibi fatihlik ve muhâfız-ı vatanlık ve nisbet-i Hilâfet dolayısıyla bir de hâkimiyyet-i tarihiyyeye mâlik olduğundan İttihad ve Terakki Cem’iyyeti İslâmiyyet’i Osmanlılığın mabeü’l-kıyâmı add eder ve mevcûdiyyetini bu kuvve-i mâneviyyeye istinâd ettirir.”[23] Millet-i Hakime ve İslâm egemenliğini partinin amacı olarak çok açık dile getirilmiştir. Bu kongre, birçok araştırmacı tarafından, “Osmanlıcı, ittihadı anasıra müstenid bir doktrin ve programın... milliyetçi, Türkçü ve lâyikliğe mütemayil bir mahiyete” dönüştüğü kongre olarak kabul edilir.[24] Osmanlılık maskesi altında, Türk dilinin ve İslâmın egemenliğinde bir ulus yaratma anlayışının tökezlemesi ile yapılan artık bunları daha açıktan ilân etmek olmuştur.
Özetle, İttihatçılar, Osmanlılık adı altında, 1908’den itibaren esas olarak bir nevi Türkçülük yapmışlardı. 1911 Parti Programında yeralan Osmanlıcılık tanımından başka, Hüseyin Cahit’in, Rum gazeteleri ile Tanin arasında, seçimler nedeniyle başlayan bir tartışma nedeniyle, Kasım 1908’de yazdığı, “Millet-i Hakime” yazısı buna verilecek bir diğer örnektir. Cahit, yazıda Osmanlılık, “memleket(in) Rum memleketi, yahut Ermeni memleketi, yahut Bulgar memleketi” olması demek değildir, der ve ekler, “Hayır bu memleket Türk memleketi olacaktır... Bu memleketi Türkler zaptetti... ne denirse densin, memlekette millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaklardır.”[25]
İttihatçıların bu Osmanlıcılığı, fazlasıyla devekuşunu andırır. 1910 yılından itibaren İT merkezî umumi üyesi olan Ziya Gökalp, “İT’nin birçok üyesi gibi... Osmanlıcılık akımını destekle(r)”, 1911 yılında bile bu doğrultuda makaleler yazar.[26] Ama aynı zamanda Selanik’te çıkmakta olan Türkçü gazete Genç Kalemler’e yön verir. Derginin, dilde ve edebiyatta Türkçülük yapmasını yetersiz bularak,[27] “Turan” şiirini yayımlar ve Türkçülük fikrine siyasî bir muhteva vermeye çalışır.[28] kendi deyimiyle o bu yazılarıyla, “Türkçülük hareketine teorik dayanak getiren” kişidir.[29]
Nitekim, kendisi de, 1913 yılında yazdığı “Türklüğün Başına Gelenler” adlı yazıda, hem Tanzimat önderlerinin, hem de İttihat ve Terakki’nin çeşitli toplulukların ulusal haklarını verme vaadlerinde içten olmadıkları ve Osmanlılık ülküsünü devletin Türkleştirilmesi için bir perde olarak kullandıklarını şaşırtıcı bir içtenlikle itiraf eder. “Tanzimatçılar Türklüğün yüzüne aldatıcı bir peçe çekmek istemişlerdir... Bu yalana hiçbir unsur inanmadı... İkinci meşrutiyetten sonra tanzimatçıların başlattığı bu “göz boyacılığı”na daha fazla önem verilince, azınlık unsurlar; ‘Bizi Türkleştirmek istiyorsunuz!..’ diye bağırıp çağırmaya başladılar. Gerçekten bu ‘Osmanlılaştırmak’ politikası Türkleştirmenin gizli bir başlangıcından başka bir şey değildir.”[30]
Türkçülük Osmanlıcılığın Yerini Alıyor
Nasıl ki 1908 sonrası dönem, “İttihad-ı Anasır” fikrinin yavaş yavaş çökmesi anlamına gelmiş ise bu aynı zamanda Türkçü düşüncenin giderek yükselmesi anlamına da gelmiştir. Çünkü Türkçüler başından itibaren İmparatorluğun farklı din ve ulus gruplarını birarada tutmak anlamına gelen “İttihad-ı Anasır” politikasının hayalle iştigal etmek olduğunu söylüyorlardı. Balkan yenilgisi bu noktada bir dönüm noktası teşkil eder ve Türkçülük ideolojisi partide açık biçimde egemen hale gelir. “1913 İlkbaharından itibaren Türkçülük adeta resmî bir cereyan olmuştur.”[31] Balkan Savaşı tokadı yenildikten sonra, İT artık meselenin son derece geniş bir millileşme sorunu olduğunu tamamiyle kavramış görünür. 1913 Kongresi’nde alınan kararda meseleyi kökten ele alma isteği açıktan bir program maddesi olarak dile getirilir. “İttihat ve Terakki Fırkası, siyaseti iktisadiyeyi milliyenin istiklâlini müşkülâta koyan ve ecnebilere taallûk eden imtiyazat ve istisnaatı maliye ve iktisadiyyeyi ref’e çalışacağı gibi alelûmum kapitülasyonların dahi kaldırılması esbabını istikmal etmeyi en mukaddes gaye addeder.”[32]
Ziya Gökalp, Türkleşme hareketinin genel teorik çerçevesini çizen kişidir. Yazılarında, bir ulus olarak ortaya çıkmanın çeşitli sorunlarını ele alır ve Türk ulusal devleti için gerekli ideolojik-siyasî-iktisadî temellerin neler olması gerektiğini açıklar. Onun yazdıkları, İT’nin 1913 sonrası uygulayacağı programın ana hatlarını bize verir. Bu teorik çabaların başında elbette Tanzimat reformları sonrası yapılan uygulamaların kesin bir eleştirisi gelir. Gökalp’e göre Tanzimat’ın en büyük hatası, gayrımüslimleri vatandaş statüsüne sokarak, ülkede genel eşitlik prensibini yerleştirilmek istemesidir. “Müslüman olmayanlar milleti hâkimeden madut değildiler; yani Osmanlılık hukukundan mahrum bulunuyorlardı... Tanzimat, gûya milliyet sevdasiyle hoşnutsuzluk gösteren Hıristiyan unsurları tatmin için ‘Osmanlılık’ mefhumunu müslim ve gayrımüslim bütün ahaliye teşmil etmeye çalıştı. Artık gayri müslimler raiye addolunmayacaktı; artık onlar Osmanlıların tebaası değil, bizzat Osmanlı olacaklardı... Fakat Tanzimat umduğuna nail olamadı... Hıristiyan unsurlar Osmanlılık hukukuna malik olmayı bir lûtuf olarak kabul etmediler... O halde Osmanlılık kelimesinin yine eski mânasına rücu etmek lazımdır.”[33]
Bu satırlar, İT’nin kendi kadrolarına yolladığı gizli bir genelgedir ve eğitim amacına yöneliktir. Böylece artık isteksiz de olsa, birarada yaşama yönünde yapılan girişimler duruyor ve bunun yerini, İslâm ve Türklük temelinde yeni bir devletin kurulması girişimi alıyordu. Yeni Hayat Dergisi’ne 1911 yılında yazdığı yazıda; “Alman filozofu Nietzsche’nin hayal ettiği ‘üst insan’lar Türklerdir. Türkler her asrın yeni insanlarıdır. Bundan dolayı yeni hayat bütün gençliklerin anası olan Türklükten doğacaktır”, diyordu.[34] Türkler artık bugüne kadar olduğu gibi, Türklüklerine sahip çıkmaktan imtina etmekten vazgeçmeli, bunun yarattığı olumsuzlukları bir an önce kapatmanın yoluna bakmalıydılar. Çünkü, “unsurlar arasında yaşatılan ‘devlet ve vatan’ fikirleri, aşksız, heyecansız, renksiz ve maneviyatsız kavramlar olarak kalmaya mahkûmdurlar. Ortak sevgili olamayacağı gibi, ortak vatan da olamaz.” Gökalp için sorun son derece açıktır, “Ortak bir bilince dayanmayan bir devlet” yaşayamaz. Bu ortak bilinç, “millî ülkü”dür. “Milliyet silahını bundan böyle... Müslümanlar” da kullanmalıydı.[35]
Ulusal devlet yaratmanın teorik temelleri olarak anlaşılması gereken bu çabaların, iktisadî cephesi de vardı. Alman romantizminin ulus anlayışından etkilenerek geliştirilen ulus modeli ile devlet organik bütünselliği olmak zorunda olan bir organizmaya benzetildi. Z. Gökalp’e göre ulus, “içtimaî küll-i tam (tout complet)” olarak görülmüştü. Türklerin bu siyasî birliği sağlayabilmeleri ise ancak Alman yolunu takip ederlerse olanaklı idi. “Harsî birlik, iktisadî birlik ve siyasî birlik” içinden geçilmesi gerekli aşamalardı. İktisadî birlik, vicdan ve millî şuur ile birlikte ele alınabilirdi.[36]
Bu ulus için gerekli olan totallik ancak, “millî iktisat” ile sağlanabilirdi. “Millî İktisat” tezi, “Müslüman-Türk eşrafı oluşturmayı” merkezine koymuş, bu da sorunun etnik boyutunu sürekli gündemde tutmayı gerekli kılmıştır. Çünkü, “millî iktisat” ancak etnik türdeşlikle gerçekleşebilirdi. “Çağdaş devlet ortak duygulara sahip etnik unsurun kendi içinde gerçekleştireceği işbölümünden kaynaklanı(rdı).” Böylece Müslüman-Türk unsurlar, gayrımüslimlerin yerini siyasî zorla almaya başladılar. “Devlet iktisadıyyatıyla gayr-ı müslim unsur ve yabancılar piyasadan tasfiye edil(diler).”[37] Gerek Batı Anadolu’dan yapılan Rum göçünde, gerek Ermeni soykırımında bu iktisadi boyut önemli bir rol oynamıştır.
Türkleşme Uygulamaya Konuyor
Her ne kadar İT, Ocak 1913’te askerî darbe ile işbaşına gelmiş ise de iktidarı tam anlamıyla kendi eline alması 11 Haziran 1913’tür. Bu tarihte, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa muhalif güçlerin hazırladığı bir suikast sonucu öldürülür. Bu İT’ye ipleri eline almak ve muhalefeti temizlemek şansını verir.[38] “Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra Haziran ve Temmuz içinde İttihat ve Terakki’nin başındakiler güdecekleri genel siyasanın ana çizgilerini tesbit etmişlerdir.”[39] Artık sorun bunları hayata geçirmek meselesidir. Burada önemli bir köşe taşı Enver’in Paşa olması ve Harbiye Nazırlığı’na atanmasıdır. 4 Ocak 1914’te gerçekleşen bu atama ile özellikle Ordunun (ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın) yeniden örgütlenmesinde büyük adımlar atılır. Anadolu’nun tümüne yönelik İttihatçı politikalar hayata geçirilmeye başlanır.
Ulusal bir devlet yaratmak için ideolojik, siyasî, idari, ekonomik tüm alanları kapsayan son derece kapsamlı bir çalışmanın içine girilir ve her bir alana ilişkin ayrıntılı planlar hazırlanır. Bu politikanın en önemli köşe taşlarından birisi olan Teşkilat-ı Mahsusa örgütü bu dönemde kurulur veya yeniden düzenlenir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen ismi Kuşçubaşı Eşref, verdiği tarihe güvenmek gerekirse, 23 Şubat 1914 tarihinde Harbiye Nezaretinde Enver Paşa ile bir görüşme yapar.[40] Enver, ülkenin içinde bulunduğu çöküş tablosunu çizdikten sonra, tek çıkışın Türk ve İslâm aleminin birliğini sağlamaktan geçtiğini söyler. Ülke içindeki gayrımüslimler ise devletin devamından yana olmadıklarını ispat etmiş bulunuyorlardı. Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu onlara karşı alınacak tedbirlere bağlıydı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın görevi, “hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilatının kat’iyyen başaramayacağı hizmetleri” yerine getirmekti. Kuşçubaşı’nın sözleriyle, “ilk vazife, SADIK’larla HAİN’leri birbirlerinden ayırmak idi.”[41] Bu doğrultuda, “Büyük bir plan hazırlamıştık... Bu plan, Osmanlı Devleti’nin asırların yükü ve mirası olarak omuzlarında taşıdığı mâzi miraslarının zararını asgarî hadde indirecek tedbirleri ihtiva ediyordu.”[42] Bu plan veya planlar neydi? İçeriği nasıldı? Kuşçubaşı bu konuda önemli bilgiler verir; 1914 yılı başlarında Osmanlı yöneticileri kendileri için iki önemli sorunun var olduğu tesbitinde bulunmaktadırlar. “1) Her türlü hürriyeti suistimale hazır ölçüsüz bir muhalefet, 2) İmparatorluğun tamamiyet ve vahdetini gizli, açık vasıtalarla tehdit eden iftirakçı (ayırıcı) Türk olmayan unsurlar. (Birinci sorun)... halledilebilecek siyasî hadise idi. Fakat ikincisi, daha güç ve halledilmesi çetin safhalar arzeden öldürücü bir dertti.”[43]
Görüldüğü gibi “öldürücü dert”, gayrımüslim topluluklardan gelmekteydi. Bu nedenle, “Hükümet normal faaliyeti dışında, Merkez-i Umumi’de (Partinin) ve Harbiye Nezaretinde, bir emri vakinin zararlarını önleyici tedbirler için çalışıyordu. Harbiye Nezaretindeki gizli toplantılarının başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış menfî tesirlere bağlı gayrı-Türk yığınakların tasfiyesi idi.”[44] Eşref Kuşçubaşı, anılarında bu toplantıların Mayıs, Haziran ve Ağustos 1914 tarihlerinde de devam ettiğini söyler. Toplantılara, İttihat ve Terakki partisinin Anadolu’daki “mutemet... değerli, fedakâr, vatansever unsurları” da “birer vesile ile İstanbul’a çağrıl(arak)” dahil edilmişlerdir. Önemli olan bu toplantılardan, “kabineye dahil bazı zevatın bile malûmatı” olmamasıydı.[45]
“Hıristiyanların tasfiye edilerek Anadolu’nun Türkleştirilmesi”, olarak tanımlayabileceğimiz bu planlar için ayrıntılı raporlar hazırlanır. Sonuçta alınmasına karar verilen tedbirler, savaş başlamadan çok önce, ilk önce Ege bölgesinde uygulamaya konulur. “İttihat ve Terakki kesin kararını vermişti. Batı Anadolu’daki çıban başları ortadan kaldırılacaktı, Rumlar, siyasî ve iktisadi yönden alınacak tedbirlerle tasfiye edilecekti. Her şeyden önce iktisadi yönden güçlenmiş Rumları çökertmek, yıkmak gerekiyordu.”[46] Çünkü İT yöneticilerine göre “en ağır tehlike Ege bölgesindedir... Denilebilir ki, ihanete karar vermiş menfî ve gayrı millî unsurların, bir memleketin istiklal ve birliğine yapabileceği tahrip, İzmir’de geçit resmî yapıyordu. Bu sebeple alınacak tedbirlerin İzmir’de temerküz etmesi kararlaştırıldı. Bu tedbirler üç kısma bölündü. a) Hükümet olarak alınacak umumi tedbirler, b) Ordunun alacağı özel tedbirler, c) İttihat ve Terakki Partisi’nin alacağı tedbirler.”[47]
Sözü edilen tedbirler 1914 yılı içinde uygulamaya konur. Önce Kuşçubaşı bölgede bir inceleme yapar ve İstanbul’a verdiği raporda şunları belirtir: “İzmir’de bir millileştirme hareketi çok güçtü... Çünkü burada hemen hemen bütün dost, düşman memleketlerin konsoloslukları, geniş kadroları vardı... Burada alınacak ciddî tedbirler, mahalli olmaktan çok yurt ölçüsünde ve hükümetin kararlarının en şamil mânâsıyla tatbiki halinde telâkki edilirdi. Bu itibarla millîleştirme hareketlerinin değerleri ciddî, azimli, iradeli ve tertemiz vatanseverler elinde tatbiki şarttı.”[48] I. Cihan Harbi henüz çıkmamıştır. Dışarıdan gelecek baskılardan çekinen İttihat ve Terakki hükümeti, terör, baskın ve soygun gibi eylemleri Hükümetin alakası yokmuş gibi, Teşkilat-ı Mahsusa eliyle düzenledi. Yapılan planlardan haberdar olan Halil Menteşe anılarında bu tedbirlere ilişkin şu bilgileri verir; “Valiler ve diğer memurîn resmen müdahale eder görünmeyecek, Cemiyetin (İttihat ve Terakki’nin) teşkilâtı işi idare edecek...”[49] İşin sanki hükümetin kararları değilmiş gibi tatbik edilmesi ancak yüksek dereceli görevlilerin sıkı kontrolü ile olanaklı olabilirdi.
Eylemi yürütmek üzere bu doğrultuda atamalar yapılır. “Ege havalisindeki ‘temizleme’ işini, Ordu olarak Pertev Paşa’nın (Sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer Tayyar Eğilmez) mülkî amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihat ve Terakki Fırkası namına da mes’ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezareti’nin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.”[50] İşin büyük kısmı Kuşçubaşı’na düşmüştür. “Çeşitli yollarla Rumlar rahatsız ediliyor, yapılan baskılarla göçe zorlanıyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey’in emrindeki çeteler... Rum köylerine baskınlar yapıyorlardı... Eli silah tutan Rum gençleri, Amele taburları adı altında toplanıyor, bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı.”[51] Fakat alınan tüm tedbirlere rağmen olay yine de Avrupa’da gürültü kopartır. Başta Fransa olmak üzere, yabancı ülkelerin baskıları sonucu, İttihatçılar Rum göçünü durdurmak zorunda kalırlar ve hattâ bölgeye, Talat Paşa başkanlığında heyet göndererek inceleme yaptırırlar. Üstelik, “Talat Bey bu geziye çıkarken, İstanbul’daki yabancı büyükelçilerden birer memuru da yanına”[52] almaya mecbur olur.
Ege’den Hıristiyanların temizlenmesi konusunda Toynbee şu bilgileri aktarır: “Batı Anadolu Rumlarına karşı Türk baskısı 1914 baharında genel bir nitelik aldı. Yerleşik Rum toplulukları terörist yöntemlerle evlerinden sürüldüler. Evlerine, topraklarına ve birçok durumda taşınabilir mallarına da el konuldu. Bu süreçte birçok kişi de öldürüldü.”[53] Toynbee, (Kuşçubaşının anılarını bilmeden), olayların yapılış biçiminin sistematik olarak planlanmış olduklarını gösterdiğini söyler. “Terör bir bölgeden diğerine sıçrıyordu ve çeteler tarafından gündeme getiriliyordu. Çeteler, Rumeli göçmenlerinden, yerel halktan oluşturuluyordu ve ismen düzenli jandarma birliklerine ek olarak örgütlenmişlerdi.”[54]
Ege bölgesinden Rum sürgünleri 1916-8 yılları arasında da devam eder. İkinci sürgün dalgası daha çok askerî nedenlere dayanmıştır. Fakat bu da son derece sert, “büyük bir vahşetle” yürütülmüştür.[55] Örneğin Ayvalık’tan 12 ile 80 yaş arasındaki tüm nüfus Anadolu içlerine sürülmüştür. Önemli olan bu ikinci sürgün dalgasının Alman General Liman von Sanders tarafından organize edilmiş olmasıdır. Hükümete verdiği bir raporda, göçün yapılmaması halinde “Ordunun güvenliğini sağlama sorumluluğunu üzerine alamayacağını” bildiren Sanders’in, Ayvalık’a uğradığında, “bu gâvurları hâlâ denize atmaya muktedir olamadılar mı?”, diyerek, tehcirin bir an önce başlamasını istediği aktarılmaktadır.[56] Mütareke sonrası Meclis-i Mebusan’da, bu sürgünden sorumlu olan Liman von Sanders hakkında ne tür işlem yapıldığına ilişkin bir soru önergesi verilmiştir.[57]
Savaş yıllarında İstanbul’da bulunan Amerikan Büyükelçisi Morgenthau tüm bu dönem boyunca Rumların bölgeden terörle sürülmesi sırasında uygulanan metodlarla, Ermeni kırımı sırasında uygulanan metodların benzer olduklarına dikkat çeker; “Türkler, Rumlara, Ermenilere karşı uyguladıkları yöntemi uyguladılar. Onları Osmanlı Ordusu’na aldılar, işçi taburlarına aktardılar... Bu Rum askerlerinin binlercesi, Ermeniler gibi soğuk, açlık ve öteki yokluklar yüzünden öldüler... Rumlar her yerde gruplar halinde toplandılar. Türk jandarmalarının sözde koruyuculuğu altında, genellikle yaya olarak, iç bölgelere taşındılar.”[58] Morgenthau bu yoldan ne kadar insanın dağıtıldığının tam olarak bilinmediğini, tahminlerin 200.000 ile milyon arasında olduğunu söylemektedir.[59] Yunan Başbakanı Venizelos, Paris Barış Konferansı’nda 300.000 Rum’un yok edildiğini, 450.000 Rum’un Yunanistan’a sığındığını iddia etmiştir.[60]
Yukardaki sayıları aktaran Doğan Avcıoğlu, her ne kadar, “büyük çapta bir Rum kıyımı yapıldığına ilişkin elde fazla bir bilgi yoktur”,[61] diyorsa da bu konuda elimizde bazı bilgiler vardır. Ege’den “gayrı Türk unsurların temizlenmesi” planının iktisadi boyutunu (Rum’ların bırakmak zorunda kaldığı veya zorla el koyulan mal ve işyerlerini işletecek Türkler’i bulmak vb.) yönetmek üzere özel olarak Bursa’dan getirilerek görevlendirilen üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar, “Stratejik noktalara kümelenmiş... gayrı-Türk yığınakların tasfiyesi” sonucu, sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu aktarır. Celal Bayar tüm bu eylemleri, “millî bir hareket” olarak adlandırmaktadır.[62] Meclis-i Mebusan eski Reislerinden Halil Menteşe, İzmir civarından sürülen Rumlar için 200.000 sayısını vermektedir.[63] Bu sayılar sadece Ege bölgesine ilişkindir. Trakya bölgesinden sürülen Yunan nüfusu ise 1919 yılında, Meclis-i Mebusan görüşmelerinde, 300-500.000 arasında verilmiştir.[64]
Kuşçubaşı, sadece 1914 içinde ve harbin ilk aylarında, “Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan... Rum-Ermeni nüfus(un)”, sürülen miktarının 1.150.000 olduğunu söylemektedir.[65] Böylece, başta, “değil sahip, bekçi bile olmadığımız Gavur İzmir” başta olmak üzere, tüm Ege “temizlenir”. Kuşçubaşı tüm bu eylemleri “fetih hareketi” olarak tanımlar.[66] 19 Haziran 1918 tarihinde İngiliz İstihbarat servislerinin Fransız Harbiye Vekaletine sunduğu bir raporda, sürülen ve öldürülen Rumlara ilişkin verilen sayılar, Kuşçubaşı’nın verdiği sayılara yakındır: “Küçük Asya ve Trakya’dan sürülen nüfus 1.5 milyonu geçer; bunun yarısı sefaletten öldü ya da katledildi. Türk memur ve subaylar Yunanlıların Türk topraklarında yaşamalarına müsaade edilmeyeceğini çekinmeksizin söylüyorlardı ve Yunanlılar zorla Müslümanlaştırıldılar. Yunanlıların el konulan malları 5 milyar frank değerindeydi.”[67]
Batı Anadolu’da gündeme getirilen “Temizleme” eyleminin gerçek boyutları Mütareke sonrasında iyice açığa çıkmıştır. Özellikle Meclis’te sert tartışmalar olur. Konu ilk defa Meclis’in 11. Oturumunda (4 Teşrinisâni 1334-1918) ele alınmıştır. Aydın Mebusu Emanuel Emanuelidi Efendi, “Hükümeti Sabıkanın icraatı hakkında” şimdiki Hükümetin açıklama yapması amacıyla bir soru önergesi vermiştir. Önergesinde Ermeni kırımı konusuna değinen Emanuel Efendi, Rum göçüne ilişkin şunları söylemiştir; “Rum unsurlarından 250.000 nüfus, hududu Osmaniden tart edilerek mallarına müsadere edilmiştir”, ayrıca, “550.000 Rum nüfus(un) daha, Karadeniz, Çanakkale, Marmara ve Adalar denizleri sevahil ve havalisinde ve sair mahallerde katl ve imha edilmiş ve malları da zabt ve gasp edilmiştir.”[68]
Keza Ayvalık, Edirne ve Çatalca bölgelerinden zorla yaptırılan göçler konusunda da soru önergeleri verilmiş ve bazı sayılar bildirilmiştir. Buna göre Edirne ve Çatalca bölgesinde, evleri ve malları yağmalanan ve zorla Yunanistan’a göçe zorlanan Rumların sayısı 300.000’dir. Ayrıca bölgede çeteler katliamlar düzenlemişlerdir. Dilekçe sahipleri bölgedeki Ermenilerin de katledildiklerini aktardıktan sonra, yapılan katliamları, “Masakar Belanc” olarak tanımlamışlardır. Toplam kayıp 500.000 olarak bildirilmiştir.[69] Ayrıca, bu katliamları yapan görevliler hakkında soruşturma açılması yerine bunların ödüllendirilmesi yoluna gidilmiştir. “... ameliyei imhaiyye başında bulunmuş olan Edirne Valisi Hacı Adil Bey akiben Meclisi Mebusan Riyasetine getirildiği gibi, mıntıkai memuriyetinde bu mebhasta maharet-i fevkalade göstermiş olan Tekfurdağı (Tekirdağ)) mutasarrıfı Zekeriya Bey dahi mükafaten Edirne Valiliğine terfi edilmiştir.”[70]
Tekfurdağı Mebusu Dimistokli Efkalidis Efendi, tüm bu kıyımların, İT Hükümetinin Balkan Savaşı sonrası sistemli olarak gündeme soktuğu Türkleştirme politikasının parçası olduğunu söylemiştir. Bu politikaya yol açan neden, Rum nüfusunun yoğun olmasıydı. Buna karşı Hükümetin bulduğu çare, “Rumların izalei kesafeti usulü idi. Baktılar ki izalei kefalet oldu, Allah’tan da korkmak tabii kârları değildi. Bunların kesafeti ile izale edildikten sonra vücutlarını kaldırmaya lüzum görüldü.”[71]
D. Efkalidis Efendi, bu “temizlik” operasyonunda izlenen plan hakkında da şu bilgileri verir; “(İT’nin)... mevkii tatbike koymak istediği siyaseti dahiliye, İslâmları zenginleştirmek maksadıyla Hıristiyanların emvalini yağma ettirmek olmuştur. Aynı zamanda iki mütalaai siyasîyye bir araya gelmiştir. Yanlız emvalinin gasp ve yağma edilmesi değil, Rumların... kesafetini izale siyaseti –ve hattâ bu tabir tearüf etmiştir– İzale-i kesafet siyaseti imiş... İzale-i kesafet siyasetinin tatbiki uğrunda... Rumları hududu vatan haricine atmak için Hükümetin tertibatı mahsusatı vasıtasıyla vücuda getirilmiş fedai çeteler ile evvelemirde kasabalarda, sokaklarda alameleinnas ne kadar emlak ve eşyaları varsa yağma ettirdikten sonra polis efendilerin ve jandarmaların işmazı aynı ve bazan de iştiraki tahtından Yunanistan’a gönderildi. Ahiren dahi baki kalan emvali gayrı menkullerini ve mameleklerini de yağma etmişlerdir. Şimdi bu hareketi imhaiyye, her ne esbaba mebni ise, Edirne’de başlamış ve yalnız Edirne’ye münhasır kalmayıp daha vasi bir mahiyyette tatbike başlanılmıştı.”[72]
D. Efkalidis Efendi, “muhaceret, tehcir namı verilen” ve kendisinin “tahrip ve imha siyaseti” olarak tanımladığı bu siyasetin nasıl uygulandığı konusunda da ilginç açıklamalarda bulunmuştur. Buna göre; “güya o zaman da ‘Venizelos’un siyasî acentaları tarafından burada şubeler teşekkül ederek onlar tesvilata kapılmış ve sui idareden gayrı memnun olarak Yunanistan’a gitmek arzuyu ihtiyarisinde bulunmuş gibi gösterilmiş ve (yukarda anlatılan baskı ve teröre maruz bırakıldıktan sonra)... bu insanlardan, bilmediği yerlere kendi rızası ile ve kemali tehalük ile gittiklerine dair... onlardan evrakı ibraiyye aldılar.”[73]
Efkalidis Efendi, olaylar üzerine Tala Paşa’ya başvurduklarında, Talat’ın kendilerine, “Biz Türkiye’den kat’iyyen memnun değiliz, biz Venizelos’un fırkasına mensubuz. Yunanistan’a gideceğiz... niçin bize müsaade etmiyorsunuz?”, biçimindeki ifadelerin yeraldığı telgraflar gösterdiğini aktarır. Bundan daha da ilginç olan, Milletvekili olmasına rağmen kendi malı mülkü de yağma edilmiş, mallarını geri istediğinde ise, kendisine yörede kurulmuş komisyona başvurup hakkını orada araması istenmiştir.[74]
Konuşmalara katılan Ermeni Mebusu Nalbantyan Efendi ise bu temizlik operasyonu ile Ermeni Kırımı arasındaki paralelliğe dikkati çekmiş, “gerçi Türkler tekrar tekrar yapılan zulümlerin, eylemlerin aleyhinde olabilirler, fakat yapılan mezalim Türkler namına yapılmıştır” demiştir. Eylemler 1913 yılından itibaren izlenen sistemli politikaların sonucudur ve “Türk hakimiyetini sağlamak” adına yapılmıştır. Dolayısıyla Türklerin kollektif sorumluluğu sözkonusudur.[75] Aradaki bağ salt bir planın parçaları olması itibarıyla değildir. Rumların tehcirini başarıyla tamamlayan İttihatçı yöneticiler, bundan cesaret de almışlardır; “Bedri Bey, the Prefect of Police at Constantinople, himself told one of my secretaries that the Turks had expelled the Greeks so successfully that they had decided to apply the same method to all the other races in the empire.”[76]
Türkleşmenin Son Dalgası: Ermeni Soykırımı
1915-1917 Ermeni Kırımı Anadolu’nun Türkleştirilmesi yolunda atılan en büyük adımdır. Bunun da merkezî olarak düşünülüp planladığı konusunda elimizde yeteri kadar bilgi mevcuttur. Burada soykırım konusuna girmeyeceğim. Ama Ermeni Kırımı, “Türkleşme” ve “Homojenleşme” yolundaki en önemli adımdır. Cumhuriyetimizin kuruluşunun ön koşulları bu kırım sayesinde yaratılmıştır. Dönemin önderleri bunu açıkça dile getirmekten çekinmemişlerdir. Halil Menteşe, Malta sürgününde yazdığı bir mektupta; “... Şark vilayetlerimizi Ruslarla işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından temizlememiş olsaydık, millî devletimizin tekeyyününe de imkân kalmayacaktı”, der.[77] Genç Cumhuriyetin ilk meclisinde, vatanı kurtarmak amacıyla kendimize “katil” denilmesini bile göze aldığımız, yollu konuşmalar yapılır. “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki, dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telâkki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel âlemi nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini tahtı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.”[78]
Konu basittir; Kendimize “Katil” denmesini bile göze alarak Rum ve Ermeni nüfusun Anadolu’dan sürgün ve imha yoluyla temizlenmesi sonucu yüzde 90’ı Müslüman bir topluluk yarattık ve bugünkü Cumhuriyetimizi kurduk. Şimdi ikinci raunda sıra gelmiş bulunuyor. Türkleşmeyi daha saf, daha modern temeller üzerinde sağlamaya çalışıyoruz. Etnik kimliklerimize büyük bir histeri ile sarıldığımız şu günlerde geleceğin ne olacağını geçmişin aynasından görmek acaba olanaklı mıdır? Tanrı Türkleşmemiz yolunda diğer ulusları bizlerden korusun...
[1]Aktaran, Taner Timur, Osmanlı Kimliği, s. 9, İstanbul 1986.
[2]Norbert Elias, Studien über die Deutschen, s. 165 ve 8, Frankfurt/a.M. 1990.
[3]27 Temmuz 1910’da yayımlanan bir Beyanname’de şunlara yer verilir; “... Asker ve para temini bir milletin egemenliğinin, millî güvenliğinin ve devlet idaresinin temelini teşkil eder. Vergi vermeyen ve askere gitmeyen, vatanı için bir şey yapmamış demektir...” (Aktaran Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, s. 148, İstanbul 1984)
[4]Bunları “İttihad-ı Anasır” fikrinin bir hayal olduğunu savunan Yusuf Akçura, bu politikanın iflas ettiğini söylediği, 1910 yılında yazdığı bir yazısında sormaktadır. (“İttihad-ı Anasır Meselesi” makalesinin tam metni için bakınız, François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura (1876-1935), s. 131-132, Ek 8, Ankara 1986).
[5]Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, s. 149, İstanbul 1987.
[6]Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre: 1, İçtima Senesi 1, Cilt 5, s. 26-27, TBMM Basımevi Ankara (Yayın yılı yok). Kanunun özellikle bu maddeleri üzerine son derece sert tartışmalar olmuş, Türk ve Müslüman üyeler dışındaki üyeler, millet esasına göre dernek kurmayı yasaklayan bu maddeye muhalefet etmişler, sonuçta kanun 60’a karşı 90 oyla kabul edilmiştir.
[7]B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 217, Ankara 1988.
[8]Zafer Toprak, “1909 Cemiyetler Kanunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt I, s. 206, İstanbul 1985.
[9]“Anâsır-ı Gayrımüslime’nin Hakkında Kanun”, 8 Temmuz 1325 tarihinde kabul edilmiştir. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 1, Cilt 5, s. 475-486, TBMM Ankara. (Takvim-i Vekayi’de yayımlanma tarihi: 25.7.1325, Sina Akşin, a.g.e., s. 145)
[10]Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, s. 209, İstanbul 1952.
[11]Arnavutluk isyanında, modern ve merkezî bir devlet yaratmak için alınan önlemlerin öteden beri özerk yaşamaya alışmış Arnavutluk köylülerini ve yerel güçlerini rahatsız etmiş olmasının yanı sıra, bölgedeki Osmanlı birliklerinin uyguladığı şiddet ve terör politikalarının da önemli bir rolü olmuştur. (Daha ayrıntılı bilgi için bakınız; Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Cilt II, s. 346-8, İstanbul 1982; Süleyman Külçe, Osmanlı Tarihinde Arnavutluk, s. 351-419, İzmir 1944)
[12]Stanford J. & Ezel Kural Shaw, a.g.e., s. 348.
[13]Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 217, Ankara 1988.
[14]Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 393, İstanbul 1978.
[15]Tanin, 27 Temmuz 1910’dan aktaran, Feroz Ahmad, a.g.e., s. 148.
[16]British Documents on the Origin of the War 1898-1914, Vol. IX, Part One, Enclosure in No. 181, s. 208, London 1926.
[17]Aslında bu konu daha önce de dile getirilmiştir. Dr. Nazım daha 1909 yılı sonlarında bir gazeteye verdiği bir demeçte, Rumeli’ye Bulgaristan ve Bosna’dan gelecek göçmenlerin, hattâ Yahudilerin yerleştirileceğini söyler. (Sina Akşin, a.g.e., s. 206) Demek oluyor ki, Hıristiyanların yoğun olduğu bölgelere Müslümanları yerleştirme yoluyla İmparatorluğun birliğini sağlamak fikri oldukça eskidir.
[18]Fransız Hariciye Arşivi, Turquie, Novelle Série, c. 7, No. 486, 23 Kasım 1910.
[19]Avusturya’nın Manastır Konsolosluğu’ndan, 14 Ekim 1910’da yollanan raporda Talat Paşa’nın konuşması, İngiliz raporunda yeralan konuşmanın hemen hemen kelime kelime aynısıdır. A.A. Türkei 159, No. 2, Band 12.
[20]Y.H. Bayur, Türk İnkilabı Tarihi, Cilt II, Kısım IV, s. 13, Ankara 1983.
[21]Tekin Alp, Türkismus und Pantürkismus, s. 4-5, Weimar 1915.
[22]İttihat ve Terakki’nin 1911 Kongresine Sunulan Merkez Komite Raporundan, Tanin, No. 1116 (28 Eylül 1327/11 Teşrîn-i evvel 1911).
[23]1911 Kongresinde okunan rapor’dan. Tanin, 30 Eylül 1327, No: 1118.
[24]Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, s. 189, İstanbul 1952.
[25]Sina Akşin, a.g.e., s. 167.
[26]Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 85, Ankara 1979.
[27]“... ben dil sorununu yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün ülküleriyle, bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu düşünceleri kapsayan Turan şiirini yazarak Genç Kalemler’de yayınladım.” (Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 10, İstanbul 1978)
[28]Ziya Gökalp’in Genç Kalemler üzerine etkisi için bakınız; Ali Canip Yöntem’in, Yakın Tarihimiz Cilt I-IV’de tefrika edilen hatıraları.
[29]U. Heyd, a.g.e., s. 129.
[30]Ziya Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, s. 39-40, İstanbul 1988.
[31]Y.H. Bayur, a.g.e., s. Cilt II, Kısım IV, s. 410.
[32]Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, s. 214, İstanbul 1952.
[33]Kazım Duru, Ziya Gökalp, s. 61-2, İstanbul 1949.
[34]Aktaran, Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 310, İstanbul 1992.
[35]Ziya Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, s. 73, 80.
[36]Ziya Gökalp, bu konudaki görüşlerini, İT’nin desteği ile çıkartılan İktisadiyat Dergisi’nde ayrıntılı olarak dile getirmiştir. Buradaki alıntılar, konu üzerine ayrıntılı bir çalışma yapmış olan, Zafer Toprak’ın, Türkiye’de “Millî İktisat” 1908-1918, Ankara 1982 adlı eserinden (s. 17-36) alınmıştır.
[37]Zafer Toprak, a.g.e., s. 32 ve 21.
[38]İT yöneticileri suikastten haberdardırlar. Cemal Paşa anılarında bir suikastın planlanmış olduğundan Paşa’yı haberdar ettiğini söyler. (Cemal Paşa, Hatıralar ve Vesikalar, s. 59, İstanbul –Vakit Gazetesi’nde yayımlanmıştır–) Talat Paşa da Meclis’te 1914 yılında konuya ilişkin yapılan bir tartışmada, suikast planından “hükümetin haberi olduğunu söylemiştir.” (T.Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt III, s. 139, İstanbul 1989).
[39]Y.H. Bayur, a.g.e., Cilt II, Kısım IV, s. 314.
[40]Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa ve Heyber’de Türk Cengi, s. 10, İstanbul 1964.
[41]Cemal Kutay, Sohbetler, Sayı 10, Türkiye Nereye Gidiyor, s. 69, Eylül 1969.
[42]Cemal Kutay, Birinci Cihan Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa, s. 18.
[43]Eşref Kuşçubaşı’nın anılarından aktaran Celal Bayar, Ben de Yazdım, Cilt V, s. 1573, İstanbul 1967.
[44]Celal Bayar, a.g.e., s. 1573.
[45]Celal Bayar, a.g.e., s. 1573. Kuşçubaşı toplantıların ve hazırlanan planların Hükümet üyelerinden gizli tutulması konusunda bir anısını aktarır. “Bir gün Talât Paşa, yarı şaka yarı ciddî: “Eşref Beyefendi... Sizin hükûmet teşkilatından bize anlatabileceğiniz haberler yok mu?”, demişti. Bunu da diğerlerinin duymaması için yavaşça kulağıma söylemişti.” (Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa, a.g.e., s. 18).
[46]Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 65 İstanbul 1970.
[47]Celal Bayar, Ben de Yazdım, a.g.e., s. 1574.
[49]Celal Bayar, a.g.e., s. 1576.
[49]Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, s. 166, İstanbul 1986.
[50]Cemal Kutay, Teşkilat-ı Mahsusa, s. 62.
[51]Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s. 71-3.
[52]Y.H. Bayur, a.g.e., Cilt II, Kısım III, s. 255.
[53]Arnold Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey, s. 140, New York 1970.
[54]A.g.e., s. 140.
[55]A.g.e., s. 143.
[56]Hıfzı Erim, Ayvalık Tarihi, “Yorgo Sakkaris’in aynı adı taşıyan kitabından naklen, sayfa 60-62, Ankara 1948.
[57]Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, Cilt 1, s. 186, TMMM Basımevi, Ankara 1992.
[58]Henry Morgenthau, Secrets of the Bosphorus: Constantinople 1913-1916, s. 212, London 1919.
[59]A.g.e., s. 212.
[60]Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt III, s. 1138, İstanbul 1986.
[61]Doğan Avcıoğlu, a.g.e., s. 1138.
[42]Celal Bayar, Ben de Yazdım, Cilt 5, s. 1568, İstanbul 1967.
[63]Halil Menteşe, a.g.e., s. 166.
[64]MMZC, s. 285, 287.
[65]Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa, s. 6. Kuşçubaşı’nın anılarından ayrıntılı aktarmalar yapan Celal Bayar’da tek tek şehirlere ilişkin bazı sayılar verir. Bunların toplamı yukardaki toplam sayıyı vermektedir. (Celal Bayar, a.g.e., Cilt 5, s. 1576).
[66]Celal Bayar, a.g.e., s. 1577-9.
[67]A.M.G., 7 N 1653, No: AC-23602, Confidentiel.
[68]Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, Cilt 1, s. 109.
[69]Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, a.g.e., s. 284-7.
[70]MMZC, s. 285.
[71]Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 3, İçtima Senesi 5, Cilt 1, s. 289, TBMM Basımevi, Ankara 1992.
[72]Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, s. 287. Dimistokli Efkalidis Efendi’nin, konuşmasına, Türk Mebusları, “Bulgaristan, Yunanistan’da böyle yapılıyordu” diyerek müdahale etmişler. Verilen cevaplarda, Türklüğe övgüler düzen hamasi nutuklar atılmış, yapılan kötülüklerin Türklere mal edilemeyeceği, Türklerin de zulme uğradıkları söylenmiştir. Yunan Mebuslarını, “Yunan Hükümetinin müdafileri” olmakla suçlamışlardır. (MMZC, s. 288, 290-4) Ek bir bilgi olarak eklemek gerekir ki, özellikle dinî temelde olmak koşuluyla, “etnik temizleme” olarak adlandırılabilecek bu politikalar Balkan devletleri tarafından da uygulanmıştır. Ulusal devlet anlayışının bir parçası olarak gündeme getirilen bu “katliam ve zorla kovmalar” sonucu, kurtulabilen yüzbinlerce Müslüman Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştı. A. Toynbee Balkan Savaşı sırasına göç ettirilen Müslümanların sayısının 413.992 olarak vermektedir. (A. Toynbee, The Western Question, s. 138) Ayrıca dönemi konsolosluk raporlarında da Balkanlarda karşılıklı izlenen “etnik temizlik” politikalarına ilişkin bol bilgi bulmak mümkündür. (Örneğin, Fransız Büyükelçi Bompar’ın raporlarından bazı kısımlar için bakınız; Y.H. Bayur, a.g.e., Cilt II, Kısım III, s. 256-260).
[73]MMZC, a.g.e., s. 288.
[74]MMZC, a.g.e., s. 288.
[75]A.g.e., s. 316-7.
[76]Hennry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, s. 323.
[77]Halil Menteşe’nin Cumhuriyet gazetesi’nde yayımlanan anılarından aktaran, (9 Kasım 1946, Hatıra 24), Y.H. Bayur, Türk İnkilabı Tarihi, Cilt II, Kısım IV, s. 654-5.
[78]Hasan Fehmi Bey’in, 17 Teşrinievvel (Ekim) 1336 (1920)’de TBMM’nin Gizli Oturumunda yaptığı konuşmadan, TBMM Gizli Celse Zabıtaları, Cilt I, s. 177, Ankara 1985.