Birçok bakımlardan Osmanlı toplum yapısının aynası gibi olan Karagöz’de tiplerden bazıları sınıfa göre, ama büyük çoğunluğu milliyetlere göre ayrışır. Arap, Kürt, Laz, Acem, Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut, Muhacir v.b. Karagözcü’den beklenen başlıca hüner, iyi şive taklidi yapmasıdır.
Aynı zamanda Osmanlı döneminden kalmış fıkraların pek çoğu da milliyet esprisine dayanır. Şimdi, o insanlar kalmayınca, fıkralar da unutuldu. Olur olmaz her fıkra “Laz” diye anlatıyor.
Eski Sovyetler Birliği de böyleydi. Bir politik baskı fıkraları anlatılırdı, bir de koca ülkede yaşayan sayısız milliyetin özellikleri üstüne kurulmuş fıkralar. Çok-uluslu sistemler, günlük hayat kültürüne böyle yansıyor olmalı.
Anlam ile ayrım arasında sıkı bir bağ vardır. Modern dilbilimini kuranlar bunu bize iyice belletti. Osmanlılar’ın birbirlerine, üzerinden anlam ilettikleri başlıca ayrımlar, belli ki, milliyet ayrımlarıymış. Yaşanan hayatın önemli bir kısmını bu ayrımlar oluşturduğuna göre, şaşılacak çok bir şey yok bunda.
Devletin kurumsal yapısı da bu olguya göre biçimlenir. Devlet, toplumunu karşısında saydam bir şekilde görmek ister. Bunun da en kestirme yolu, insanların milliyetlerine göre giyinmelerini sağlamaktır: falancalar sarı pabuç, filancalar siyah pabuç v.b. giyince, devlet (ve herkes) toplumu uzaktan bakınca tanır. Çok zaman, iş ve meslekler de kökene göre belirlenir (burada “köken” milliyetten daha geniş kapsamlı oluyor, şehirleri de içeriyor. Onun için ayvazlar Ermeni olur genellikle. Ciğerciler, bahçivanlar Arnavut’tur; Kastamonulular oduncu, Hemşinliler fırıncı, Eğinliler kasap olur v.b. Yabancı gezginlerin dikkatini en çok çeken özellik bu olmuştur; özellikle İstanbul’da. De Amicis gibi yazarlar, büyülenmiş bir havada, sözgelişi köprü üstünden akan farklı kökenli insan kalabalığını, farklı kılıkları, hal ve tavırları, dilleri anlatırlar. Genel izlenim bu kentin Babil Kulesi gibi bir yer olduğudur.
Böyle bir ortamda “azınlık” gibi bir kavramın içeriğini belirlemek pek kolay değildir. Osmanlı bakış açısından temel ölçüt dinî idi: İslâm olan ve olmayan. Ama bu, imparatorluğun bütünü düşünüldüğü her zaman “azınlık” ve “çoğunluk” gibi, son analizde “sayı”yla bağlı bir ölçüt olmazdı: örneğin Pomaklar Müslüman’dı, ama yaşadıkları genel çevrede, yani Bulgaristan dediğimiz bölgede, “çoğunluk” değillerdi. İslâm, şüphesiz, “egemenlik” ilişkisini içeren bir ayrımdı. Müslümanlar’ın çeşitli ayrıcalık ve bağışıklıkları vardı. Kimse dinini değiştirmeye zorlanmıyordu, ama gayrımüslim olanlar “zimmî” idi; yani, devletin “zimmet”indeydiler, koruması altındaydılar. İnançlarını koruyabilir ve uygulamasını da yapabilirlerdi, ama Müslümanları rahatsız etmemek koşuluyla. Bu ister istemez bir “ikinci sınıf” kategorisi getiriyor. Örneğin çevredeki Müslümanlar “rahatsız olacağı” için, kilise çan çalamıyordu; ama Müslüman’ın, ezan okurken, çevredeki Hıristiyanları rahatsız edip etmeyeceğini düşünmesi gerekmiyordu.
Sözkonusu yüzyıllarda bu olağandışı bir tutum veya uygulama değildi. Hıristiyan Avrupa’da farklı dinlere ya da mezheplere bu kadar da hoşgörü gösterilmezdi. Ancak, Osmanlı hoşgörüsünün de ciddi sınırları olması gerektiğini unutmamak gerekir; yoksa gerçeklikle ilgisi olmayan bir hoşgörü sistemi uydurabiliriz. Rastgele bir örnek: III. Ahmed’in kızı Esma Sultan ölünce adamlarının malını iyi idare etmediği anlaşılır – “... bunlardan bezirgân Dimitri, kapı çuhadarı Said Ağa, masraf kâtibi müderris Osman Efendi derhal yakalandı ve hapis edildi... Müderris Osman Efendi’nin üzerinden müderrisliği alındı ve sürüldü. Said Ağa hapse mahkûm oldu. Dimitri öldürüldü, bütün malları hazine için zapt edildi.” (Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s. 91) Yani, suç aşağı yukarı aynı; ama ceza dağılımında suçu işleyenlerin kimliği rol oynayabiliyor.
Genelgeçer ayrım Müslim/gayrımüslim arasında olsa da, bunun dışındaki etnik ayrımların insanların dikkatini çekmemesi mümkün değildi. Ayrıca, herkes, aynı dini paylaştığı farklı etnik unsurların da her an bilincindeydi. Bütün bu insanların arasında her türlü ilişki kombinezonu geçerliydi (ast ama çoğunlukta, egemen ama azınlıkta, azınlık içinde azınlıkta v.b.).
18. yüzyıldan başlayarak, çeşitli halklar arasındaki dengelerin bozulduğunu tahmin edebiliriz. Bu çağ, toplumda birçok şeyin tepetaklak olduğu, işlerin eskisi gibi yürümediği, genel huzursuzluğun arttığı ve ihtilâllerin sıklaştığı bir çağdır (aslında bir yüzyıl öncesi de bu bakımlardan çok parlak geçmemişti). İnsanlar zora geldikçe, sıkıntılarına sebep olan bir “suçlu” ararlar. Böyle bir düzende bu “suçlu”nun şu ya da bu biçimde “başkası” olarak saptanabilir kişi veya kişiler olması son derece doğaldır.
Tabiî, paranoyaları doğrulayacak somut olaylar da eksik değildir. Kırsal bölgelerde farklı etnik topluluklar köyler halinde yaşar ve birbirleriyle yakın ilişki kurmazlar. Bunların birbirlerine kuşkuyla bakmaları doğaldır. Koşulları kötüleşince, kendilerinden olmayanlara düşmanlık potansiyelleri de yükselir. Böyle durumları bugün bile yakın çevremizde (Yugoslavya’da, Kafkasya’da v.b.) görüyoruz.
Şehirler, kaynaşma için daha elverişli bir ortam hazırlar. Gerçi Osmanlı şehirleri, başta İstanbul olmak üzere, insanların etnik kökeni ya da hemşehrilik temeline göre ayrılmış mahallelerde yaşadığı yerlerdi, ama günlük iş, alışveriş ilişkileri v.b. ile her zaman yüzyüze geliyor, tanışabiliyorlardı. Osmanlı tarihi boyunca (İttihad ve Terakki milliyetçiliğine kadar) bu şehirlerde “pogrom” tipi bir olay yaşanmıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan zengin mozaiğin en yetkin biçimde temsil edildiği yer, doğal olarak, başkentti. Karagöz’de karşımıza çıkan ve çıkmayan - herkes buradaydı. Çoğu hâlâ ayakta duran ibadethanelere bakınca, bu olağanüstü karışım hakkında bir fikir ediniriz. Gürcüstan’dan gelen Yahudiler’in sinagogu ya da Katolik Gürcüler’in kilisesi, Bulgar kilisesi; doğulu Katolik olan Melkitler’in kilisesi; Rum Ortodoks, Rum Katolik, hattâ Rum Protestanlar’ın kilisesi v.b.
İstanbul azınlıklarının göze çarpan bir özelliği oluştu; daha çok 19. yüzyılın ikinci yarısında: sözkonusu özellik, bu azınlıkların ekonomik düzeyde egemen sınıf haline gelmesiydi. Bu, dünya tarihinde, bu ölçekte benzeri kolay kolay görülmeyecek bir gelişmeydi. Sömürgeleşmiş ülkelerde, yerli halkla ilgisi olmayan, sömürgeci ülkeden gelip oraya yerleşen, “kolon” veya benzer adlarla anılan egemen kastlar görülebilirdi. Çin gibi yarı-sömürge olmuş ülkelerde bu tip yabancılarla ekonomik ilişkiler kurarak yükselen yerli (“komprador” denilen) egemen sınıflar da olabilirdi. Ama Osmanlı İstanbul’un kompozisyonu hepsinden farklıydı.
Çeşitli Asya ülkelerinde önemli, bazan belirleyici bir ekonomik rol oynayan Çinli topluluklar vardır. Çin her zaman fazla kalabalık ve yoksul olduğu için buradan dışarıya sürekli göç olmuştur. Bugün birçok zengin ülkede yerleşmiş bu gibi Çinli orta sınıfları görebiliyoruz; ama Asya’nın yoksul ülkelerinde ise böyle topluluklar ekonominin anahtarlarını ele geçirmiş dışarlıklı azınlıklar olarak varoluyordu. Ama onlar da, sonuçta, homojen Çinli topluluklardı. İstanbul’un zengin azınlıklarının kompozisyonu ise çok daha karmaşıktı; Rum ve Ermeni gibi yerli azınlıkların yanısıra, herhangi bir etnik kökene indirgenmesi çok güç olan Lövantenler vardı. Bunların çoğu gerçekten yerliydi. Ama bazıları, garip kapitülasyonların imkânlarından yararlanarak yabancı uyruğuna geçebiliyor, bu da onlara fazladan avantaj sağlıyordu. Aynı Rum aileden biri Rus, öbürü İngiliz uyruğu olabiliyordu (kalanları da Osmanlı, sözgelişi).
Bir antropolog, bir sosyolog ya da tarafsız bir tarihçi için büyüleyici olan bu manzara, milliyetçi ideolojinin dünyaya egemen olduğu bir dönemde, İstanbul’da yaşayan bir Müslüman, özellikle bir Türk için hiç hoş değildi. Uyanan Türk milliyetçiliğinin özellikle seri ve tepkisel olmasında bu tuhaf durumun da bir payı olmalıdır. Günün olağan ideolojisi içinden dünyaya bakan bir Türk, ait olduğu toplumun dış dünya karşısında yenilgiden yenilgiye uğradığını, kendi ülkesinde, kendinden saymadığı birileri karşısında yoksul ve yoksun kaldığını, ayrıca –burası tartışmalı olsa da– dışta “düşman” olarak gördüğü ile içte “düşman” gibi gördüğü kişilerin arasında, bazıları açık, bazıları gizli, birtakım bağlar bulunduğunu gözlemliyordu. Bütün bu olup bitenlere iyi gözle bakması pek olası değildi.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı, bütün bu farklı insanların aralarında uyumlu bir düzen kurarak yaşayabilecekleri umuduna yapılmış son şırınga oldu. Ama belirleyici yönelişler, milletlerin ayrışması doğrultusunda çalışıyordu. Kırık dökük Meşrutiyet de, onu izleyen başka olaylar da bu gidişi durdurmadı, yavaşlatmadı bile. Dünya savaşı sırasında İttihad ve Terakki Fırkası başlıca azınlıkları öncelikle kırsal bölgelerde tasfiye etti. Kurtuluş Savaşı zorunlu olarak bu süreci kesin sonucuna vardırdı. Cumhuriyet döneminde Varlık Vergisi, 6/7 Eylül ve 1964 Kıbrıs Krizi İstanbul’u da “arındırdı”.
Emperyalizmin altın çağı olan 19. yüzyıl boyunca Batı ülkelerinin bu topraklarda yaşayan gayrımüslim azınlıkları politik bir araç olarak kullandıkları büyük ölçüde doğrudur. Onların bu davranışı Türk tarafında “Bu adamlardan kurtulmadıkça bize soluk aldırmayacaklar” inancını pekiştirdi. Sèvres de bu korkuyu millî bilincin aslî ögesi haline getirdi. Böylece, Cumhuriyet sınırları içindeki gayrımüslimler önemli bir etmen olamayacak kadar azaldılar. Ama bu da içinde belirli çelişkiler barındıran bir süreçti.
Osmanlı toplumunda, daha önce değindiğim gibi, gerek resmî düzeyde, gerekse genel bilinçlilikte, ana ayrım çizgisi dindi. Cumhuriyet’le millî-devlete geçtik ve bunun mantıkî sonucu olarak “Türk” motifi, uzun süre bastırılmışlığın getirdiği tepkisellikle ortalığı kapladı. Bunun böyle olmasında başrolü yeni rejim oynadı. Uzun vadede, Müslümanlık’ta birleşen farklı etnik ögelerin de bu durumu sorgulaması kaçınılmazdı (ayrıca, bunun ille “uzun” vadede olması da gerekmiyordu).
Padişahlıktan Cumhuriyet’e geçiş, toplumun etnik yapısını değiştirecek değildi. Yeni rejimin milliyetçi vurgusu da varolan etnik topluluklar üstünde etkisini ergeç gösterecekti.
Bunu geciktiren başlıca etmen, Anadolu topraklarında yaşayan etnik toplulukların çoğunluğunun buraya gönüllü olarak göç etmiş olmalarıydı. Yani, burada yerleşmeyi, bulundukları yerden daha iyi gördükleri için tercih etmişlerdi. Balkanlar’da Slav yönetimlerinden kaçarak gelen Müslüman Slavlar veya Arnavutlar; Kafkasya’da Rus zulmünden kaçarak gelen Müslüman Gürcü, Çerkes v.b. topluluklar benzer bir konumdaydı. Yerleştikleri yerde herhangi bir hak iddiaları yoktu. Geldikleri ülkelerde hayat koşulları parlak değildi. Dolayısıyla Kürtler –ki onlar ayrıca hepsinden kalabalıktı– dışında, millî nitelikler taşıyan politik hareketlere giren olmadı.
Ama bunlar bir bakıma konjonktürel tavırlardır. Milliyetçiliğin hızla yeniden moda haline geldiği şimdiki konjonktürde, şu zaman ve şu bölgede, herkesin milliyetçiliği tutabilir - nitekim tutuyor. Bu yüzyılın uzun bir kısmında, çoğu kişinin “ah, orada yaşasaydım,” demesi hayli güç bir ülke olan Arnavutluk da şimdi milliyetçiliğe uyanıyor. Kosova ile Makedonya’da Arnavutlar, “anavatan”a katılma mücadelesinde. Bu durum, yıllardır kökenini sık sık hatırlamadan Türkiye’de yaşamış bazı Arnavutlar’ı da canlandırmaz mı?
Özellikle kırsal kesimde, etnik köken yakınlığı, hattâ kimilerine göre özdeşliği bile, toplulukların birbirini “yabancı” görmesine engel olmuyor. Örneğin Balkanlar’dan gelen “muhacirler” çok zaman bu konumdadır. “Kardeş” saydığımız Tatarlar, sözgelişi bir Eskişehirspor maçında hiç de sevimli olmayan sıfatlarla anılabilir. Bütün bunlar etnik damarların toplumda alttan alta hâlâ işlediğini göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir zamanlar yayılmış olduğu son derece geniş bölgede, dünyanın başka yerlerinde benzerini pek göremeyeceğimiz bir etnik içiçelik vardır. Dolayısıyla, etnik bağların, insanlar arasında kurulabilecek beraberlik bağları arasında, temel –ve ötekileri dışlayan– bağ haline gelmesi, bu bölgede ancak olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Ama bunun için, kendini “çoğunluk” konumunda görenlerin, bunun verdiği avantajdan çok fazla yararlanmaya kalkışmaması gerekiyor. Bunun yanısıra, sözünü ettiğim bölgede, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı topraklarda, federasyon tipi birleşikliğin de çok geçerli bir çözüm olmadığı anlaşılıyor. O toprakların batısında Yugoslavya, doğusunda da Lübnan bu tarzın örnekleriydi. Ama etnik kökenleri rejimin yapılanmasına taşıyan bu örneklerin sonucu çok kötü geldi.
Önemli olan, bu gibi kısmî kimlikleri yasaklamayan ve dışlamayan bir üst-kimlik oluşturabilmemiz. Böyle bir üst-kimlik aslında var: “insan”ız. Ayrıca bu insanlar, bugün, teknoloji sayesinde, birbirlerinden eskisi gibi uzak değiller. Birbirlerini tanıyabilir, birbirlerinden haberdar olabilirler. Evet, şu etnik kökendeniz, inançtanız, şu gelir diliminden ve sınıftanız ve bunlar hepsi önemli. Gene de, “Dünyalı” olma bilincini geliştirdiğimiz ölçüde bu ayrımların aşılabilir olanlarını aşar, düzeltilebilir olanlarını düzeltir ve zorunlu olanlarıyla da birlikte varolabiliriz.
Şüphesiz “dünyalı” olmanın dünya çapında dört dörtlük sistemini kurmanın henüz çok uzağındayız. Kendimizi genellikle “ulusal sınır” denen şeye göre, bazan onun da içindeki birimlere, bazan onu aşan yörelere göre tanımlıyoruz. Ama geleceğin temposunu belirleyen toplumlarda ulus-aşırı birliklerin gittikçe önem kazanması, nasıl bir yapılanmaya yöneldiğimiz hakkında bir fikir veriyor. Böyle ulus-aşırı birlikler herhalde sözünü ettiğim dünya birliğine doğru atılmış adımlar olacaktır.
Bu gibi birliklerin ilk ortaya çıkanı Avrupa Birliği, yani eski AET. Orada, azınlık/çoğunluk ikileminin neredeyse otomatik bir rahatlama sürecine girdiğini gözlemlemiştik. Sözgelişi Galliler, Birleşik Krallık adı verilen politik birim içinde İngiltere’nin egemenliği altında yaşamaktan belirli ölçülere varan bir tedirginlik duyarken, Avrupa Birliği kavramı bu düğümü gevşetebiliyor. Çünkü sonuçta herkes Avrupalı; Galli de İngiliz kadar Avrupalı ve birlik, Avrupa çapında kuruluyorsa, kimin sayısal olarak azınlıkta ya da çoğunlukta olduğu, ulus-devlet birimine göre, önemini kaybediyor. Bu yeni yapılanma da bazı sorunlar çıkarabilir; bunların ne olabileceğini henüz net görmüyoruz. Ama ulus-devlet çerçevesinde kronikleşen sorunların yeni geniş birimde büyük ölçüde aşılacağını tahmin edebiliyoruz.
Az çok görünebilir sorun, AB içinde, Avrupalı-olmayan azınlıklar alanında kendini hissettiriyor: özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, çeşitli kıtalardan Avrupa ülkelerine dalga dalga göçmüş topluluklar, Hintliler, siyahlar, Asyalılar. Bunun da epey paradoksal bir karakteri var, çünkü Avrupa Birliği gibi bir yapıda insanların alışılmış milliyetçi bakış açılarını terketmeye başlamaları beklenirken, bu sefer ırkçı önyargılar ön plana çıkıyor.
Sorunların ortadan kalkacağı bir dünyada yaşamayı ummuyoruz zaten. Umduğumuz şey, sorunların çözümsüz karşıtlıklar halinde düğümlenmesine engel olacak genel ortamların yaratılabilmesi. Onun için etnik kimliğin hegemonik, dışlayıcı tezahürlerinin geçersizleşeceği birlik biçimlerine, yanyana varoluşu mümkün ve istenir kılan birlik biçimlerine ihtiyacımız var. Aynı zamanda ve aynı mantık gereği, kapsayıcı üst-kimlik tanımlarına ihtiyacımız var. Önemli bir değişim sürecine giren dünyada, benzer durumlarda hep olduğu gibi, şimdi sancılar ön planda. Ama tarihî gelişmenin varolan sorunlardan bir bölümünü aşarak tasfiye edeceğini umabiliriz.