NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerini içine alacak biçimde genişletilmesi çabası, aslında, eski “sosyalist” ülkelere kimin nasıl hükmedeceğini belirleyecek mücadelenin son turu olarak da değerlendirilebilir. Her iki dünya savaşının başladığı bölgede bulunan Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı içine alan bir genişleme, Sovyet Bloku ülkelerinin kapitalizm lehine bir kere daha yıkılması, Rusya’nın kuşatılması, kapitalistler arası pazar ve hegemonya savaşının böylece yeni bir biçim kazanmasına neden olacak.
NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme projesinin karşısında görünürdeki en ciddi engel ise tabiî ki, habire, “kime karşı NATO, düşman kim” sorusunu sorup duran Rusya. Ancak, Amerika ve Almanya arasında Rusya’yı “ikna turları”nda bile göze çarpan “üslûp farkı”, uluslararası siyasetin önümüzdeki yıllarda alacağı biçim açısından, NATO’nun genişlemesinin önündeki “Rusya engeli”nden daha büyük ve hattâ NATO’nun genişleme planının kendisinden de önemli gibi görülüyor. Almanya, sınırları, normları, pazarı ve güvenlik sistemi “kesin belli” bir Avrupa’dan söz ederken, Amerika daha geniş ve esnek görünen “Batılılık” ve “pazar ekonomisi” gibi kavramları kullanarak “Doğu seferi”ni başlatmış durumda.
NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişleme planı her şeyden önce, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinin mevtasının kaldırılması ve mirasının paylaşılması merasimidir.
Almanya, “biz duvarı boşuna mı yıktık” havası içinde, Doğu Avrupa pazarının Berlin duvarının yıkılışından bu yana meşrû tek mirasçısı olarak gördüğü kendisine geçmesini beklemektedir. Almanya bütün plan hattâ yatırımlarını buna göre yapmaktadır. Bosna’ya Birleşmiş Milletler’in izniyle gönderdiği askerî birlikle de kendini yine, “yeniden doğmuş” gibi hisseden Almanya, aslında NATO’nun genişlemesi kavramından direkt kendisinin genişlemesini anlamaktadır. Amerika, her ne kadar ne yıkılışı hesaplayabilmiş, ne de yıkılışta aktif yer almışsa da, sırf dünyanın tek hâkimi olması sıfatıyla mirasa ortaktır. Rusya ise en azından Almanya karşısında, deyim yerindeyse, “katili cenaze merasiminde yakalamış varis” kadar kızgındır.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki sürece bakıldığında, Amerika’ın NATO politikasında “ısrarlı” bir genişleme planı taşımadığı görülmektedir. Hattâ Clinton 1996’daki seçim kampanyası öncesine kadar Cumhuriyetçiler’in politikalarını da Avrupa merkezli politikalar olarak değerlendirmektedir. Clinton, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonraki ilk dönemde artık bir Rus yayılmacılık tehditinin en azından ileriki on yıl ortadan kalktığına inanmıştır. Sovyet Bloku’nun dağılmasının hemen ardından NATO’nun genişlemesinin gündeme getirilmesi Amerikan planlamacılarına göre, Soğuk Savaş yıllarını çağrıştıran bir provokasyon olabilirdi. Bunun aksine Alman eski Savunma Bakanı ve NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner ve şimdiki Alman Savunma Bakanı Volker Ruhe, iç politikadan NATO toplantılarına kadar hemen her yerde, Rusya’nın stratejik konumu, “askerî yetenekleri ve gelenekleri”yle “yeni Avrupa devletlerini himayemize almamız gerekir” gibi şeylerden söz eder oldular. Oysa gelecekteki yeni pazarından emin görünen Amerika o yıllar Rusya’ya “siz de Avrupa üyesisiniz ve problemlerinizi çözünce NATO’ya bile gireceksiniz” diyordu. Hattâ Ocak 1994’deki NATO toplantısında Bill Clinton “Barış İçin Ortaklık” önerisini dile getirirken NATO ile Rusya arasında global güvenliği sağlayacak bir anlaşma yapılmasını öngörmekteydi. Clinton’ın Alman önerisiyle “sarsıntı sonrası teselli pansumanı” diyerek hafif yollu dalga geçtiği de o yıllar dış diplomasi arenalarındaki fısıltılar arasındaydı.
Gelinen noktada Amerika, NATO’nun Doğu genişlemesi konusunda neden bu kadar acele ediyor? Bugüne kadar Washington bu soruya bir cevap verebilmiş değil. Amerikalı gazeteci William Pfaff 18 Şubat Salı günü Los Angeles Times’da şunları yazıyor:[1] “NATO’nun Doğu yayılmacılığı ciddi düşünülmeden ortaya atılmış bir program ve temelinde iç bürokratik ve politik baskılar var.” Oysa, Amerikan Dışişleri Bakanı Albright göreve başlar başlamaz ayağının tozuyla geldiği Senato Dışilişkiler oturumunda şöyle konuşmuştu: “NATO’nun Doğu genişlemesinin amacı, 50 yıl önce Batı Avrupa için yapılanları Doğu Avrupa için yapmaktır. Yani, yeni demokrasiyle bütünleşme, eski nefretleri yenilgiye uğratma, pazar ekonomisine güven sağlama ve anlaşmazlıkları yok etmek.” Görüldüğü gibi aslında hem dış yayılmacılık, hem de iç politik gerekçelerle Amerika artık kendini NATO yayılmacılığına mecbur hissediyor. Peki birdenbire Amerika, Dışişleri Bakanı’nın ağzından belirttiği bu “yüce” amaçları gerçekleştirmek için, eski Doğu Bloku ülkelerinden Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin NATO’ya girmeleri gerektiğini niye ve ne zaman fark etti? Amerikan siyasetini izleyen gözlemcilerin belirttiğine göre, başkanlık seçimleri öncesine kadar Amerika, NATO’nun yayılmacılığı işini Almanya’ya, daha doğrusu bir nevi sürüncemeye bırakmış durumda.
Amerika’da Doğu Avrupa’dan gelen 20 milyon insan yaşıyor. Polonyalı ve Çek işadamlarından oluşan bu zengin Doğu Avrupa lobisi, Washington’da olası bir Rus yayılmacılığına karşı hiç değilse Polonya ve Çekoslovakya’nın NATO’ya alınması için ciddi bir baskı yaptılar. Macaristan da her zaman bu ülkelerle birlikte anıldı. Ve Clinton bu lobinin dediklerini daha sonra kendine politika yaptı. İşte gazeteci Pfaff’tan hemen hemen bütün Amerikan Dışişleri Bakanlığı “eski kurtları”na kadar geniş bir cephenin NATO Doğu Avrupa yayılmacılığının aleyhine konuşmalarının bir nedeni bu. Eski Savunma Bakanı Robert McNamara’dan ünlü eski Moskova Büyükelçisi George Kennan’a kadar olan bir grup bunların başında. Örneğin Kennan, New York Times’da NATO’nun Doğu yayılmacılığı için, Boris Yeltsin’in bir ara en güvendiği adamlardan olan, başdanışmanı Anatoliy Çubayes’in Alman Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’a söyledikleri gibi yazdı: “NATO’nun Soğuk Savaş sonrası Doğu yayılması Amerikan politikasının en vahim hatası olur.”[2]
NATO’nun Doğu yayılmacılığında Amerika’nın etkin rol almasının hattâ bunun desteklemesine karşı çıkanların ikinci tezleri ise, Doğu Avrupa’nın zaten artık Batı’ya ve Avrupa’ya ait olduğu ve onları NATO’ya almakla Amerika’nın boşuna ekonomik bir yük altına gireceğidir. Bu politika, aslında Avrupa’daki yeşil çevrelerin tezleriyle de paralellik arzediyor. Yani NATO yerine Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün işlevinin genişletilmesi ve Rusya dahil bu ülkelerin direkt Avrupa Birliği’ne kabul edilmeleri. Amerikalılar şimdi de bu işin maliyetini tartışıyorlar. Rand Corporation NATO genişlemesinin yeni üye ülkelere getireceği 10-15 yıllık giderleri hesaplıyor ve bu miktar 30 milyar dolardan başlıyor. Amerika, her yıl bunun yaklaşık 700 milyon dolarını ödemek zorunda. Bir de Amerika Savunma Bakanlığı’nın ödediği yıllık 150-200 milyon dolarlık aidatı hesaplayan Amerikalılar, Amerikan silah sanayinin halen Sovyet silah teknolojisine sahip bu ülkelerde NATO standartlarına uygun modernizasyon sonucunda elde edeceği kârla bu rakamları karşılaştırdıklarında sonucu çok da mantıklı görmüyorlar. Ve piyasanın tek hâkiminin Amerikalılar olup olmayacağı da Amerikalılar’ın sorduğu diğer bir soru.
Görülen odur ki, Amerika ve Avrupa, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra Rusya’yı kendinden saymamıştır ve Ruslar da bunu geç de olsa fark etmişlerdir. Komünizmin yıkıntıları arasında yeni tehlikelerin ve yeni kötülüklerin doğacağına cidden inanan Batı, özellikle Almanya’nın öncülüğünde Ruslar’ın önünü Doğu Avrupa’da kesmeye çalışmaktadır. Şimdilerde NATO’nun genişlemeyi hedeflediği Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’dan oluşan bu bölge, “tehlikeli” Slav dünyasının önünü kesecek ve Almanlar’ı güvenlik altına alacak kuşaktır. Daha açık ve abartılı söylemek gerekirse, Hitler’in yapamadığını şimdilerde Helmut Kohl, önce NATO, sonra da Avrupa Birliği üyeliği yollarıyla yapmaktadır. Rusya ve Yeltsin bir aldanmışlık şaşkınlığı ve Batı’nın Rusya’yı kendisiyle eşit değil, kendinden aşağı konumda gördüğü yolunda bir hassasiyet içindedir. 18 Şubat’ta Brüksel’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısından sonra, Moskova’ya “diplomatik taarruz” düzenleyen dışişleri bakanlarına Yeltsin bunu aslında çeşitli biçimlerde hissettirdi. Brüksel zirvesi sonrası Moskova’ya ilk gelen Klaus Kinkel’le Yeltsin yüz yüze görüşmeye bile yaklaşmadı. Yeltsin, 15 dakikalık telefon görüşmelerinde Alman Bakan Kinkel’a, Rusya’nın gelişmiş ülkeler zirvesi G-7’ye tam üye olması gerektiğini ve bu işin savsaklamaya bırakıldığının farkında olduklarını anlattı. Yine Amerikan Bakan Albright’in Brüksel’de de dile getirdiği ve herkesi şaşırtan Ruslar’la NATO’nun ortak tümen kurma önerisi ise, Rus tarafının gayet net “biz NATO’ya gerek duymuyoruz” cevabıyla karşılaştı. Rusya uzun süreden beri dünya pazarına girişte umduğu korumacılığın Batı gündemine gelmesini bekliyor. Rusya’yı G-7’ye atıp buna adım atmayı düşünen ülkeler daha sonra Rusya’nın alüminyum, nikel ve diğer metal ihracaatı şimdiden dünya metal ürünleri pazarını altüst edince hemen bundan vazgeçtiler. Ve hâlâ Rusya’nın Avrupa topluluğuna tekstil ve çelik ihracaatı bir karara bağlanmış değil. ABD ticaret yasalarında pazar dışı ekonomiler denilen sistemlerle ilgili birimlerde de, Rus ürünlerine konan gümrük engelleri yükseltilmiştir. Avrupa Topluluğu’nda, Rus ihraç mallarını da içerecek olan bir dizi korumacı kısıtlama söz konusudur.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Amerika ve Batı Avrupa’da Ukrayna ve Baltık Devletleri’nin de aslında NATO’ya alınmaları gerektiği çünkü tarihsel olarak Rusya’nın bu ülkeler açısından hep tehdit unsuru olduğu tezi işlenmektedir. Ukrayna’nın başkenti Kiev’de bulunan NATO-Ukrayna Atlantik Komisyonu, NATO’nun açıklamasına göre -her ne demekse- bir “dokümantasyon ve informasyon merkezi” olarak çalışıyor. Rusya üstü kapalı olarak bu kurumun buradan kaldırılmasını, en azından işlevlerinden Rusya’nın haberdar edilmesini ve denetime açık tutulmasını istemektedir. Rusya Ulusal Bilimler Akademisi Sosyoloji Enstitüsü Ocak ayı içinde “Ukrayna’da NATO” konulu bir araştırma yaptı. Pravda’da yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, Ukraynalı politikacılar halka rağmen NATO’ya göz kırpıyorlar. Enstitü’nün Ukrayna Parlamentosu’nda yaptığı ankete göre, politikacılar % 52 oranında NATO’ya girişten yana. Halkla yapılan görüşmelerde NATO’ya evet diyenlerin oranı ise % 24. Pravda’nın yorumu ise, bizdeki “yüzüne tükürsen rahmet yağıyor” sözünü hatırlatır cinsten. ”Ukrayna’da NATO’nun istekleri rahmet yağmurları gibi algılanıyor.”[3] Pravda ayrıca NATO Genel Sekreteri Javier Solana’nın Şubat’taki Rusya gezisi öncesi NATO karşıtı yayımlanan birkaç makaleyle hükümet paralelinde bir çizgi izledi. Görülmektedir ki, Rusya komünistleri ve iktidarıyla birlikte NATO’ya karşıdır. Bu da Rusya geleceğinde “ulusal politika” kavramının büyük rol oynayacağının tespiti açısından ayrıca anlamlıdır.
Türkiye için söylenebilecek şey ise, yine bir halk sözünde anlatılanı tekrarlamaktan ibaret olabilir. Tansu Çiller, “Dimyat’a pirince giderken elindeki bulgurdan da oldu.” Roma’da, Avrupa Birliği’ne alınmazsak “NATO’yu veto ederiz” diyen Çiller, herhalde Amerika’nın hâlâ 1993’lerdeki gibi düşündüğünü zannediyordu. Ama Brüksel’de Amerika Dışişleri Bakanı kendisini koşarak karşılamaya gelen Çiller’e, Çiller’in anlayacağı dilden konuştu: “NATO genişleyecek, bu Türkiyeli de olur Türkiye’siz de!” Hıristiyan Demokrat Liderler Toplantısı’nda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmayacağını belirten Helmut Kohl, Almanya’nın Avrupa’nın efendisi olduğunu ve Avrupa Birliği’ne de “Avrupa Kapitalizmi’nin eski merkezleri” olarak tanımladığı Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyetleri’ni alacaklarını söyleyerek NATO genişlemesinin Almanlar açısından ne anlama geldiğini anlattı. Aslında şimdiye kadar, Haziran’da Madrid’te toplanacak NATO zirvesine, NATO’ya girmesi için çağrılacak ülkelerin resmî bir listesi yok. Ama Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan’ın çağrılabileceği ise gizli değil. Fransa, Romanya’yı da bu grupta görmek istiyor. NATO genişlemesine karşı olma tavrını, hiç değilse dolara tahvil etmek isteyen Rusya’nın Haziran’a kadar bir biçimde ikna edilmesi gerekiyor. NATO’nun zaten yeterince geniş olduğu ise herhalde “günün birinde” gündeme gelecek.
SELAMİ İNCE
[1]Aktaran Pierre Simonitsch, Frankfurter Rundschau, “Hektik bei der NATO”, 20 Şubat 1997.
[2]Halen 93 yaşında olan George Kennan ki, Soğuk Savaşı başlatan politikanın kuramcıları arasındadır. 1946 yılında Moskova’da Sovyet Büyükelçisi iken, ABD’ye çektiği 8 bin kelimelik “uzun telgraf”la Sovyetler Birliği’yle dost olunamayacağını vazetmiştir. Daha sonra, soğuk savaşın kuramsal kaynaklarından biri olarak kabul edilen ünlü “Sovyet Tutumunun Kaynakları” adlı makalesi Foreign Affairs’de “X” takma adıyla yayımlanan Kennan, o yıl ABD Dışişleri Bakanlığı Politik Planlama Dairesi Başkanı’ydı.
[3]Pravda, 5 Şubat 1997. Elbette Pravda okuyacak kadar Rusça öğrenmiş değilim. Bana Rusça’dan Almanca’ya tercüme yapan Rus arkadaşım Roman Siedelnikov‘a burada teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.