Marx ve Engels’in üretim ilişkileri üzerine geliştirdikleri tezlere karşı çıkışın temel noktası onlarda olduğu iddia edilen determinizme ilişkindir. Kabaca, bilinci ekonominin belirlediği iddiası onlara atfedile gelmiştir. Öyle ki, Engels günün birinde kendilerinin böyle düşünmediklerini söylemek zorunda kalır. Gençlik çalışmalarından bir örnek vereyim: Alman İdeolojisi’nde, “Yaşamı bilinç değil, bilinci yaşam belirler” yazmışlar, ama, aynı çalışmada “koşulları değiştirenin insanlar olduğunu” da vurgulamışlar. Bu karşılıklı belirlemeyi hemen tüm çalışmalarında savunmalarına rağmen eleştirilmelerinin nedeni nedir? İkinci eleştiri, üretim ilişkileri, üretim kuvvetleri, mülkiyet ilişkileri gibi kavramlara getirilen tanım üzerinedir. Ama bu eleştirinin ardında büyük ölçüde birincisi, daha önemlisi diyalektiğin reddedilmesi yatıyor.
BELİRLEME VE ÜSTBELİRLEME
Belirlemek; doğrultusunu, momentumunu, işleyiş yordamını, kendini koruma koşullarını, yeniden üretme mekanizmasını değiştirmek demektir. Belirleme, daha önce bulunmayan nitelik kazandırmaktır. Her halinde belirleme, belirli bir yasallık ve sınır gerektirir. Sınır ne kadar muğlak, ne ölçüde yasal bir ilişki tanımsızsa, o denli belirlemeden söz edilemez. Althusser ve Althusserci okulun, Marx’a eleştirel yaklaşımları böyledir. Herhangi bir toplumsal ilişkinin, sürecin bir diğeri üzerinde öncelikli belirleyiciliği olamayacağını; hiçbirinin diğerlerince belirlenmeden belirlenemeyeceğini, her birinin karşılıklı üstbelirlenmeler ağı içerisinde yer aldığı savunuluyor. Başka bir anlatımla, bu teze göre, hiçbir toplumsal varlığın belirleyiciliği diğerlerine öncelikli değildir, her biri diğerlerinin toplu etkisince üstbelirlenir (overdetermination). Böylece, toplumsal varlık olarak bireyin de ayrıcalıklı belirleyiciliği ortadan kaldırılıyor; tarihin öznesiz bir süreç olduğu iddiası buradan geliyor. Benzerlikle, ne üretim kuvvetlerinin, ne üretim ilişkilerinin, ne politikanın vb., öncelikli belirleyiciliği kalmıyor; üretim kuvvetleri üretim ilişkileri karşıtlığı, altyapı üstyapı karşıtlığı, sınıf mücadeleleri vb. açıklayıcı önemlerini yitiriyorlar.
Kapitali Okumak’ta Althusser önce iki tür nedensellik ayırt ediyor: Birbirinden ayrı ögeler arasındaki nedensellik, ve diğeri, bütünün parçalarına etkidiği nedensellik. İkisinden farklı olarak kendi görüşüne göre, yapı parçalara etkimektedir, ya da parçaların nedeni bütünlüktür; ama bu etki verili anda değildir. Başka bir anlatımla, neden etkilerinde içkindir. Her toplumsal varlığın sonuç olarak şimdi-bulunmayan nedeni vardır. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal varlığı açıklayan içsel bir açıklayıcı, öz bulunmamaktadır. Herhangi bir toplumsal varlığın nedenleri (isterseniz özü) yapısal bütünlük üzerinde sonsuzca yayılmaktadır.
“Bu tümlüğün varoluşunu, Hegelci şimdinin (present) zamandaşlığı (contemporaneity) kategorisi içinde düşünmek olanaksızdır. ... ekonomik altyapının, yasal ve siyasal üstyapının, ideolojilerin ve kuramsal oluşumların (felsefe, bilimler) birlikte varoluşu artık Hegelci şimdinin... içinde düşünülemez.”[1]
Açıklayan olarak öz ve açıklanan olarak fenomenin şimdi birlikte bulunmadığı, yani, ortada, görünüşü yansıtan bir öz bulunmadığı, özün yapı boyunca zamanda sonsuzca yayıldığı söyleniyor.
ALTHUSSER’İN SPINOZA YOLUYLA DİYALEKTİĞİ REDDEDİŞİ
Althusser, iç öz ve dış fenomen paradoksunu, Marx’ın, Spinoza’yı fazla bilmemesine rağmen yeniden çözdüğünü iddia ediyor. “Marx’ın Muazzam Kuramsal Devrimi” başlığı altında şöyle yazmış:
“Yapının kendi etkileri üzerindeki ‘metonimik nedenselliği’ndeki neden yokluğu ... etkilerin yapı dışında olmadığı; yapının, kendi damgasını vurmak için ulaştığı bir önvarolan nesne, öge ya da uzay olmadığı anlamına gelir; tersine, yapının kendi etkileri içinde içkin, terimin Spinozacı anlamıyla kendi etkileri içinde içkin bir neden olduğu, yapının bütün varoluşunun kendi etkilerinden ibaret olduğu, kısacası, onun kendine özgü ögelerinin özgül bir birleşimi (kombinasyonu) olan yapının kendi etkileri dışında bir hiç olduğu anlamına gelir.”[2]
Althusser’in yapısal bütünlüğü, “Tanrı Toplumdur” diyen Durkheim hatırlanırsa, aynen Spinoza’nın tözüne tekabül ediyor:
“Önerme VI. TANRI ile, mutlak sonsuzu —yani, sonsuz özniteliklerden (attributes) oluşan tözü kastediyorum. Her bir öznitelik ebedi ve sonsuz özselliği ifade eder.”[3]
Spinoza’ya göre tözün dışsal nedeni yoktur, yani, kendi nedeni kendindendir. Gerçeklik tek bir tözdür ve bu töz sonsuzdur. Ama tek töz olmasına karşın, “doğa” ikiye ayrılır: tözün öznitelikleri (natura naturans) ve tözün kipleri (natura naturata). Spinoza, özniteliği “zihnin tözün özü olarak kavradığıdır” diye tanımlıyor. Öte yandan bireysel şeyler, tözün özniteliklerinin kipleri oluyorlar. Şeylerin hem özü hem varoluşu vardır. Fakat Tanrı tarafından üretilen özün varoluşu yoktur. Tanrı sadece şeylerin varoluşunun değil, aynı zamanda onların özlerinin de etkin nedenidir. Bütünlüğün tikel özü yoktur, Tanrı’nın gücü özüyle özdeştir. Tanrı doğasından gelen zorunlulukla etkin nedendir. İşte Althusser’in “üstbelirleme” dediği bu etkin nedendir.
Sanırım, Althusser’in övünerek söz etmekle kalmayıp Marx’a da atfettiği Spinoza’ya olan borcunu bir ölçüde sergileyebildim. Fakat Althusser, Marx ve Engels’in bütün çalışmalarından kendisine, bence inandırıcılıktan yoksun, tek örnek bulabilmiş. Marx’ın sözcüğüne değilse de kavramına sahip olduğu iddiasını desteklediğine inandığı Felsefe’nin Sefaleti’nden yapılan alıntı şu:
“Her toplum biçiminde diğer tüm üretimi ve üretimin ilişkilerini etkileyen ve sıraya sokan belirli bir üretim vardır. Bu üretim, diğer tüm renkleri içinde eritip, bu renklerin özel tonlarının sınırlarını belirleyen genel aydınlatmaya benzer. İçinden yükselen her varoluşun özgül ağırlığını tanımlayan özel bir eterdir.”[4]
Ama ileri sürdüğü görüşün, en azından ünlü altyapı-üstyapı metaforuna uyumsuzluğu açıkça ortada olduğundan teoriye bir ad hoc yapmak zorunda kalır. Gönülsüzce de olsa ekonomiye “son kertede” belirleyicilik tanır. Ekonomi kavramından anlaşılanın ne olduğu da ayrı bir konu, bunun üzerinde şimdi durmuyorum.
İçsellik/dışsallık, içerisi/dışarısı, öz/fenomen, yakın ilişki/dış ilişki, kendinde gerçeklik/yüzey vs. gibi, Althusser’in rasgele doldurduğu tüm bu terimler bolluğu, sadece onun diyalektiğe ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Hegel’in Spinoza’ya yönelttiği eleştiri aynen Althusser için de geçerlidir:
“(Spinoza) bireysel belirlenimleri öylece varsaymaktadır, onları tözden çıkarsamamaktadır. ... olumsuzlama sadece Hiçlik olarak bulunmaktadır ... olumsuzlamanın hareketini, Oluşunu ve Varlığını göremiyoruz.”[5]
Durkheim gibi, Althusser de bireyleri yapısal bütünlükten çıkarsamaz, onun düşüncesinin de hareketi, aynı anlama gelmek üzere diyalektiği yoktur. Bireyleri öylece üretim yordamının taşıyıcıları (träger) ilân eder. Belirli bir sonucu belirli bir nedene dayamak anlamında özcülüğe karşı çıkmak isterken relativizme uç verir. Her öge kendisi dışındaki geçmişte olmuş ve olmakta olan her şey tarafından üstbelirleniyorsa, bu, nedenler dizisinin sonsuzca yayılması demektir; bu da, aslında herhangi bir açıklamayı olanaksız kılar. Özcülükte mutlak doğru iddia edilirken, anti-özcülükte doğru, buhar olup uçar.[6] Sonludan kaçayım derken sonsuza tutulur Althusserciler. Althusser, “ekonomik” ilişkilerin “son kertede belirleyici” olduğunu söylerken, söz ettiği işte bu asla gelmeyecek olan sondur.[7] Freud’un rüya çözümlemesinde kullandığı üstbelirleme terimini bir yana koyarsanız, Saussure’un dil teorisinde kurduğu yöntemin etkisi de ortadadır.[8] Özün ortadan kaldırılışı, insanın da özgül bir üretim sürecinin bulunmayışına tekabül eder. Althusser’in öznesinin üretildiği özgül bir kurum yoktur, ama özne imâ edildiğinden, öznenin kuruluşu ideolojik ortama ötelenir. Bekleneceği gibi ideoloji de özsüzdür; maddi hayatı değil, maddi hayatla birey arasındaki ilişkiyi temsil eder - otomobili olmayan otomobil gölgesi gibi. Özne ona göre, ideoloji yoluyla “seslenme” sürecinde kurulur. “İdeolojinin işlevi seslenme yoluyla bireyleri özneleştirmektir.”[9] Ideoloji bireylerin eylemleri yoluyla maddileşir, bireylerin içinde bulunduğu kurumlarsa devletin ideolojik aygıtlarıdır. Üretim süreci olarak öz silinir, insanın üretildiği kurumlar ideolojik aygıtlara dönüşür. Bu tezlerde ideoloji yerine dili, seslenme yerine “aynalanma sürecini”, devlet yerine aileyi, ideolojiden kurtulamayan özne yerine bilinçdışını, ideolojik özne yerine “yarılmış” özneyi koyarsanız, Lacan’ı ortaya çıkarırsınız.
Althusser’de sonsuza ötelenmiş olsa da öz varoluştan önce gelir. Özgürlüğü ortadan kaldırılmış bireylerin üretim ilişkilerinin taşıyıcıları olmalarının anlamı budur. Tam tersine, Sartre’da varoluş özden önce gelir. İnsan kendi eylemleriyle öznelliğini kurar, dolayısıyla kendi davranışlarının sorumluluğunu taşır, bunaltıcı da olsa sonsuz özgürlüğü tadabilir. Özne, Althusser’de kendisi için olamadan öteki içindir, Sartre’de öteki için olamadan kendisi içindir.
BELİRLEME, ÖZGÜRLÜK VE YASALLIK
Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde dört çatışkı (antinomy) sıralamış.[10] Üçüncü çatışkının bir kutbu, bir şeyin bir başka şeyle açıklanmasını gerektiren nedenselliğin evrensel bir yasa olduğundan hareketle, özgürlüğün bulunmadığını her şeyin doğa yasalarına göre olduğunu iddia eder. Karşı kutupsa, eğer neden sonuç ilkesini tam olarak uygulamaya kalkışırsak sonunda kendisinin nedeni olmayan bir ilk nedene varmak zorunda kalacağımızı ileri sürer. Kant, koşula bağlı olmayan bu nedene, “transandental özgürlük” diyor. Aynı çatışkı Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi’nde farklı bir formda yeniden ele alınmış. Bu kez bir kutupta “olup biten her şeyin doğa yasalarınca istisnasız belirlendiği, dolayısıyla, insanın özgürlüğüne yer olmadığı; öteki kutuptaysa, insan iradesinin doğa yasaları karşısında özgür olduğu iddiası vardır. Kant bunu çözümlemeden bırakmakla birlikte, irademizin özgürlüğü ve eylemlerimizin doğanın yasalarınca belirlenmesi, “bir ve aynı öznede zorunlulukla birleşmiştir” diye yanıt verir.[11]
Kant bu çatışkıları zihnin eşsiz bir özelliği olarak kabul ediyor ve zihnin kaçınılmazca çözümsüz çatışkılara düştüğünü savunuyor. Bu teziyle, çatışkılar karşısında çözümsüz kalıp kutuplardan birine savrulan sayısız öğretiyle dolu iki bin yıllık Batı felsefesi tarihinde dönüm noktasına yerleşir. Fransız ihtilali öncesi filozofu Kant’ın teslim bayrağını çektiği an, ihtilal sonrası filozofu Hegel devriminin başladığı andır. Burada çizilmiş çerçeve içerisinde, Hegel, iki bakımdan Kant’a karşı çıkıyor: ilkin, Kant’ın dört taneyle sınırladığı çatışkıların her kavram ve nesne için geçerli olduğunu, başka bir anlatımla çelişkinin dünyaya da ait olduğunu savunuyor.[12] Ve bugüne diyalektik düşünüş diye taşınan, yeni bir düşünme yordamı öneriyor. Soyutlayıp ortaya koyan anlamadır. Her kavramı karşıtıyla ortaya koyan negatif diyalektiktir. Ayrı kutupları birlik içerisinde kavrayan spekülatif akıldır. Hem Marx, hem de Engels bu iki bakımdan Hegel ile tam uyum içindeler. Engels, Doğanın Diyalektiğini yazarak, Hegel’in yapmak istediği ama yapamadığı bir amacı gerçekleştirmişti. Marksistlerin kabalaştırıp ölüme terk ettikleri, ihmal ettikleri diyalektik düşünüştür. Ararsanız kuşkusuz Hegel etkilerini bulursunuz, ama, Althussercilerin asıl karşılarına aldıkları budur.
Üretim-tüketim ilişkisinde önceliği, açıklayıcılığı üretime vermek, üretimin hayatın başlangıcı, tüketimin bitişi olmasındandır; yoksa her emek süreci bir ve aynı anda hem üretim hem tüketimdir. Her kavram gibi, üretim ilişkileri kavramı da salt kendinde değil aynı zamanda öteki için, kendi karşıtı içindir. Üretim kuvvetleri ve üretim ilişkileri kavramları aynı sürecin iki kutbudur. Üretim ilişkileri bir ve aynı anda üretim kuvvetleridir. Bu anlatım Marx’ın Grundrisse’de uzunca işlediği üretim ve tüketim kavramlarının diyalektik analizi incelenirse daha iyi anlaşılabilir.[13] Üretim ve tüketim kavramlarının hem fiilen ayrı süreçler olması hem de zihinde soyutlanabilmesi gibi, üretim ilişkileri ve üretim kuvvetleri kavramları ayrılabilir. Ama yanısıra, her üretiminin fiilen bir ve aynı anda tüketim, ya da her tüketimin fiilen bir ve aynı anda üretim olması gibi, üretim kuvvetleri fiilen bir ve aynı anda üretim ilişkileridir.[14] Bir örnekle belirginleştirmeye çalışayım. Emeğin üretkenliğini ve yeğinliğini arttırmakta rol oynayan her şey üretim kuvveti olarak kabul edilebilir. Öte yandan insanların toplumsal varlıklarını üretirken ve yeniden üretirken girdikleri ilişkiler, üretim ilişkisi olarak kabul edilebilir. Yazımın kapsamı çerçevesinde daraltılmış bu iki tanım gereği, para hem üretim ilişkisidir, çünkü farklı emek alanlarında konumlanmış birbirleri karşısına özel mülk sahibi olarak çıkan ve kendi hesaplarına üretim yapan bireysel üreticiler arasındaki ilişki biçimidir; hem de üretim kuvvetidir, çünkü, değişim aracı olarak, emek sürecinin girdilerinin başka herhangi bir eldeğiştirme yordamının başaramayacağı hız ve etkinlikte sağlanmasında işlev görür, dolayısıyla belirli bir dönemde emek sürecinin yinelenme sıklığını yükselterek üretkenliği arttırır.
Dünya, insanı edilgince belirlemez, bizzat insanın eylemi yoluyla belirler. Ama aynı zamanda her eylem dünyayı belirleyerek kendi belirlenmişliğini aşmadır. İlkin, dünya kendini tek olanakla değil çeşitlilikle sunar, seçme durumunda bırakır. Öte yandan insan aynı olanağı birden fazla yolla değerlendirebilir. İkincisi, her eylemin amaçlanan ve öngörülmeyen olmak üzere birden fazla sonucu vardır. Her eylem amaçlanan sonucuyla dünyayı belirler, öngörülmeyen sonuçlarıyla dünya insanı belirler. Son olarak, eldeki olanakları kullanarak, var olmayanı yaratmak yoluyla dünyayı belirler. Kendi dünyasını dönüştürdüğünden kendini belirler.
İnsana mutlak yaratıcılık, tanrılık atfedip bununla yetinmedikçe, özgürlük ancak yasallık içerisinde tanımlanabilir. Bu çerçevede üç soru yanıtlanmalıdır: 1) Doğada yasallık var mıdır? 2) Toplumda yasallık var mıdır, başka bir anlatımla toplumun bireyin iradesinden bağımsız bir işleyişi var mıdır? 3) Toplumsal (ve doğal) evrimin yasallığı var mıdır? Doğanın yasallığından söz etmek insanın doğaya tâbiyeti demektir, ama ancak, doğada yasallık vardır diyebiliyorsak, insanın özgürlüğünden söz edebiliriz, çünkü doğanın dönüştürebilmesi buna bağlıdır. İnsan doğayı dönüştürebildiğinden tarihi vardır. Tarihte bireyin rolü böyle olanaklıdır. Doğada yasallık olduğunu kabul etmek, kendiliğinden, üretim kuvvetlerinin belirleyiciliğini kabul etmek demektir;[15] çünkü, üretim kuvvetleri toplumlaşmış doğadır. İnsan, eli yerine taş baltayı kullanmakla, taşı bedeninin inorganik uzantısı haline getirir. Ama bu aynı zamanda, üretim aletlerini yaratabilme özgürlüğünü dolayısıyla insanın özgürlüğünü kabul etmektir. Aynı uslamlama toplum yasallığı için de geçerli. Ancak toplumda yasallık varsa, birey kendi belirlenmişliğini aşarak özgürleşebilir. Toplumda bir yasallık varsaymak, onu bir sistem olarak tanımak demektir. Toplum, kendini yeniden üretme yeteneğinde bir sistemdir, organizmik sistemdir. Herhangi bir sistemin ayırtedici özelliği her bir parçanın başkası için oluşudur. Bildiğimiz her toplumda toplumsal emek farklı emek alanlarına bölünmüştür, yani, toplum gereksinmeleri bakımından farklılaşmış kendine yetmeyen kesimlere bölünmüştür. Toplumu sistem haline getiren başkası için üretimdir. Kültürel ya da maddi, üretilen gereksinmenin niteliği ne olursa olsun, farklı toplumsal kesimlerce üretilmiş zenginliğin gereksinme sahiplerine bir yolla ulaştırılması ve ortak gereksinmelerinin karşılanması zorunludur. Üretim ilişkileri, bu ilişkilerdir. Toplum az çok belli bir istikrarla kendini yeniden üreten sistem oldukça, bu ilişkilerin belli bir yasallığı vardır. Emek üretkenliğinde artış olarak kendini ortaya koyan üretim kuvvetlerindeki her gelişme, verili üretim ilişkilerinin örgütlülüğünü bir düzeyde dağıtır, yeniden ve daha karmaşık olarak örgütlenmek zorunda bırakır.[16] Fakat, üretim kuvvetlerinin belirleyiciliğini kabul etmek, aynı zamanda üretim ilişkilerinin belirleyiciliğini kabul etmek demektir, çünkü ne üretileceği, ne miktarda üretileceği, kimin için üreteceği üretim ilişkileriyle belirlenir. Üretim ilişkilerinin hukuki ifadesi olarak mülkiyet ilişkileri, üretilmiş ya da doğal yararlılık nesnelerinden yararlanma olanaklarını konu edinerek insanların birbirleriyle girdikleri hak ve yükümlülük ilişkileridir. Toplumsal çatışma, bu dağılma ve yeniden örgütlenme süreci boyunca, verili mülkiyet ilişkileri içerisinde mülk sahipleri arasında üstyapı kategorisine alınan kurumlar içinde ve kurumlar yoluyla gerçekleşir.
SON BİR SÖZ
Althusser Marksist hareketlerin ve devrimlerin sorunları içerisinde ortaya çıkmış, onların sorunlarını çözmek istemiş ve onlardan etkilenmiş birisi. Ortaya koyduğu teorik çaba bir kuşağı hatırı sayılır düzeyde etkiledi. Onun olduğu kadar öğrencilerinin de üzerinde durmadıkları iki kavramı bu çerçevede tartışmaya açmak istiyorum. Biri, düşünceler ve maddi ilişkiler arasındaki kopuk halka, duygu. İnsan, duygulu varlık olarak düşüncelerini eyleyebilir; düşüncelerin soyutluğu ve yansızlığı, eylemin maddiliğine ve taraflılığına duygular yoluyla dönüşür.[17] Diğeri, altyapı ile üst yapı denilen arasındaki kopuk halka; insanın kendisinin üretilmesi, üretken ve duygulu bir varlık olarak insanın üretildiği özgül kurum olarak aile. Üretim ilişkileri aynı zamanda üretken insanın üretimi ve yeniden üretimi için cinslerin birleşme yordamıdır. Diyalektik düşünüşü yeniden ele alıp geliştirerek ve bu iki kavramı üretim yordamı kavramı içerisinde tanımlayıp yeniden inşâ ederek daha başarılı toplumsal çözümleme olanağı edinileceğini düşünüyorum.[18]
[1] Marx, K. & Engels, F. 1976 [1845]. German Ideology. içinde On Historical Materialism. Moskova: Progress Pub. s. 24, 65.
[2] Althusser, L. 1995 [1968]. Kapitali Okumak. çev. C. Kanat. İstanbul: Belge Yayınları. s. 140. Metinin akıcılığı bakımından çeviride kimi düzeltmeler yaptım.
[3] Kapitali Okumak. s. 257-8.
[4] Benedict de Spinoza. (1677) Ethics. Latince’den çeviren R.H.M. Elwes (1883).
[5] Marx, K. 1978 [1847]. Poverty of Philosophy. Moskova: Progress Publishers. s. 27.
[6] Hegel, G. W. F. 1975 [1837]. Lectures on the Philosophy of World History. Cambridge: Cambridge University Press.
[7] Wolff, R. 1996. Althusser and Hegel: Making Marksist Explanations Antiessentialist and Dialectical. Postmodern Materialism and the Future of Marksist Theory içinde Londra: Wesleyan University Press.
[8] Son kertede belirlemeye bile tahammülsüz Culter ve Hussein şöyle yazmışlar: “Toplumsal formasyon, son kertede belirleme, yapısal nedensellik gibi her ne olursa olsun örgütleyici ilkenin hükmettiği bir bütünlük değildir”. (Cutler, A., Hindess, B., Hirst P. & Hussein, A. 1977. Marx’s Capital and Capitalism Today. Londra: Routledge & Kegan Paul.) Diğer ikili Althusserci ise son kertede belirleyiciliği Marksistliği korumanın olmazsa olmaz görüyorlar. (Resnick, S. A. & Wolf, R. D. 1987. Knowledge and Class. Chicago: The University of Chicago.)
[9] Althuser okuluna etkili bir karşı eleştiri için bk. Thompson, E. P. 1994. Teorinin Sefaleti. Çev. F. Yıldırım. İstanbul: Alan Yayıncılık.
[10]Althusser, L. 1971 [1969]. Ideology and Ideological State Apparatuses. Lenin and Philosophy and Other Essays içinde çev. B. Brewster. Londra: Monthly Review Press. s.174-5.
[11]Kant, I. 1993 ]1781]. Arı Usun Eleştirisi. çev. A. Yardımlı. İstanbul: İdea. s. 239.
[12]Kant, I. 1982 [1786]. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. s. 75.
[13]“Ne cennette, ne doğada ne zihinde, ya da başka bir yerde dolayımlılığı ve dolayımsızlığı eş ölçüde barındırmayan hiç bir şey yoktur.” (68) Hegel, G. W. F. 1976 [1812-16]. Hegel’s Science of Logic. Tr. A. Miller. Londra: Allen and Unwin. Ayrıca bk. Hegel, G.W.F. 1974[1840]. Hegel’s Lectures on the History of Philosophy. Londra: Routledge. v. s. 26.
[14]Marx, K. 1981 [1857-58]. Grundrisse. Tr. M. Nicolaus. Harmondsworth, Middlesex: Penguin Books. s. 83-111.
[15]Hunt, I. 1993. Analytical and Dialectical Marxism. Aldershot: Athenaeum Press.
[16]Cemal, M. 1996. Eşitlikçi Toplumlar: Sömürüsüz Bir Gelecek İçin Antropolojik İnceleme. İstanbul: Belge Yayınları, s. 139.
[17]Toplumların evriminde üretim ilişkileri ile üretim kuvvetlerinin çatışmasının rolünü toplumsal emek üretkenliği kavramı altında inceledim. Cemal, M. A.g.y., s. 101-32.
[18]Bir çözümleme denemesi için bkz. Williams, R. 1990. Marxism ve Edebiyat. İstanbul: Adam Yayınları.