Merkez Sağda Yaşanan Süreç

Daha Şubat sonundaki ilk “tarihî MGK toplantısı”ndan itibaren Refahyol hükümetinin fazla sürmeyeceği, “gidici” olduğu belli olmuştu. Ardından yapılan her MGK toplantısında bir çivisi daha yerinden çıkan, giderek dökülen bu hükümet hâlâ ayakta duruyor ise de; bizzat ortak partilerin yönetim kademeleri de zımnen kabul etmektedirler ki; bu hükümet fiilen bitmiştir.

Ama resmen bitiş noktasına bir türlü gelinemiyor. Çünkü bu hükümetin bitiş tarzı, bitiş noktasında –sadece ortak partilerin değil, tümünün– aldığı pozisyonlar, yani normalde herhangi bir hükümetin sona erişinde detay sayılabilecek olgular adeta “kader belirleyici” bir öneme bürünüverdi. Taraflar bu son hamlelerin hayatîliğinin farkında olarak adım atmakta ve böylece Refahyol’un bitişi üzerinden oynanan oyun, son derece kritik bir oyun sonu satrancına benzemektedir.

Hükümet ortakları arasındaki koalisyonu bozan olmama konusunda süren sinir savaşından tutun, RP’nin ünlü sekiz yıl bahsinde hükümet üyesi ve parti olarak farklı ve zigzaklı tavır alışlarına, ANAP’ın hem bu konuda, hem de ordunun bastırmaları konusunda net tavırlar koymayıp hükümetin bu halde dağılışı için uğraşmasına kadar her detay, özellikle bu partilerin yakın-orta vadedeki kaderi için belirleyici önemde olacak anlaşılan.

Bir askerî darbe ihtimalinin hâlâ mevcut oluşundan dolayı değil bu. Ordunun darbeye kalkışmayacağı aşağı yukarı biliniyor ya da aynı anlama gelmek üzere Şubat sonundan beri zaten ordu denetiminde bir hükümet süreci yaşadığımız varsayılıyor. Dolayısıyla o ünlü “Mayıs sonu” ordunun müdahale için verdiği sürenin dolmasını değil, sözünü ettiğimiz o kritik oyun sonu satrancının son hamlesi için verilen sürenin dolmasını ifade ediyor. En geç bu tarihte tarafların “Refahyol sonrası”na siyaset zemininin neresinden başlayacaklarını belirleyecek son durum ortaya çıkmış olacaktır.

Ve Türkiye özellikle “merkez sağ” konum üzerinde cereyan edecek karmaşık siyasal manevraların, belki yeni parti oluşumlarının ya da partilerin yeni kimlik ve imaj düzenlemelerinin yaşanacağı bir süreçten geçecektir. RP, MHP ve BBP’nin de katılacağı, onlar için de hayatî önem taşıyan bu süreç Türkiye’de “merkez”in, merkez sağın yeni “kimya”sını ortaya çıkaracaktır.

Birikim okurları, bu dergide Türkiye’deki siyasal düzenin durumunu ele alan her analizde sistemin merkezinde “istikrar”ı imkânsızlaştıran ciddi bir krizin 1980’li yılların sonundan beri gündemde olduğunun her defasında bilhassa belirtildiğini bilirler. Her “çok partili düzen” gibi Türkiye’deki siyasal düzen de merkez sağ ve sol partilerin yaklaşık güçlerle yer aldığı bir “merkez”in seçmen desteğinin yarıdan epey fazlasını aldığı bir “denge” durumu üzerinden işlemekteydi.

1980’lerin sonlarına doğru ilkin merkez sol ve sağda yaklaşık eş güçte ikişer partinin olduğu bir manzaranın ortaya çıkışıyla kendini duyuran “denge bozulması”, Kürt sorununun ağırlaştığı konjonktürde merkez solun toplam oy gücünün azalması ve MHP’nin hissedilir oy artışı sonucu “merkez”in toplam desteğinin zayıflaması ile sürdü. Ve buna eşlik eden merkez partilerin “klasik” ideolojilerindeki yıpranma, belirsizleşme olgusu, hem MHP milliyetçiliğinin “merkez”e dahil edilmesi, hem de merkez partilerin derece derece “milliyetçileşmesi” suretiyle telafi edilmeye çalışıldı. Fakat siyasal düzenin “altında” işleyen ve yine Birikim’de “Türkiye’nin devlet ve toplum olarak çözülmesi” diye açıklanan sürecin dinamikleri bu merkez operasyonlarını sonuçsuz ya da yetersiz kıldı. 1990’lardan itibaren hissedilir hale gelen “RP’nin yükselişi” hem merkezdeki bu zaafiyeti arttırdı, hem de RP’nin “merkez’e, merkez sağa talip” stratejisinin varlığında daha karmaşık bir sorun haline geldi.

“RP’nin yükselişi”nin “laik-anti-laik saflaşması”nı gündeme getirerek –ya da getirtilerek- dizginlenmeye çalışılması, iddia edildiği üzre RP’nin temsil ettiği bir “şeriat tehlikesi”nden dolayı değildir. Defalarca belirttiğimiz üzere RP merkezdeki, merkez sağdaki boşluğu, zaafı doldurmak, yani şeriat için değil, o işlevi yerine getirmek, daha açık bir ifadeyle yenilenmiş bir sağ-muhafazakâr merkez sağ parti olarak düzeni sürdürmek için uğraşmakta, amacı bu olan bir strateji izlemektedir. Bu strateji ve bu amaçlı bir RP, şüphesiz düzen için bir tehdit, bir altüst oluş tehlikesi sayılmaz, ama kendilerini düzenle ve merkezle özdeşleştirmiş merkez sağ partiler için hayatî bir tehdit olduğu açıktır. Ama böyle olmasına rağmen geleneksel merkez sağ -partiler- RP’ye karşı bu tehditle orantılı bir hücum ya da savunmaya da girişememektedirler. Bilindiği üzre bunu, –onlar adına da– ordu, ona yaslandığını açık açık belli eden bir “laik tepki” üstlendi sonuçta.

DYP ve ANAP’ın RP’ye karşı bu “tutuk”luğu hemen anlaşılacağı –ve “bilindiği”– gibi, merkez sağın –o sözünü ettiğimiz– “kimyası” ile ilgilidir. TC’nin kuruluşundan 1950’lere kadar yaşanan sürecin özellikleri bağlamında oluşan bu “merkez sağ” kimyanın ideolojik bileşenleri Sünnî İslâm, muhafazakârlık, Türk milliyetçiliği ve iktisadî liberalizmdir. Dozları her konjonktürde değişmek üzere bu ideolojik ögelerin eklektik birliğiyle teşekkül eden Türkiye merkez sağının ideolojik harcı, yaklaşık 1980’e kadar % 35-55 arasında değişen bir seçmen kitlesini bir arada tutabildi. 1970’e doğru; 1970’lerde MNP-MSP’nin o kimyanın Sünnî İslâmî –tepki– dozunu arttıran, iktisadî liberalizmin yerine ağır bir “kalkınmacılığı” koyan bir terkiple siyaset sahnesinde yerini alması merkez sağdaki ilk ciddi çözülme belirtisiydi. 1970’lerin konjonktüründe bu girişim sınırlı kaldı. 1983 sonrasında ANAP onu yeniden merkez sağ bünyeye eklemeye çalıştı. Onun neo-liberal söylem belirleyiciliğinde kardığı ideolojik harç 1990’lara gelinirken çözülmeye yüz tuttuğunda yalnızca Sünnî İslâm değil, Türk milliyetçiliği de geleneksel merkez sağ terkip aleyhine büyüyen siyasal hareketlerin bayrağı haline gelmişlerdi.

Merkez sağın toplumsal kimyasındaki çözülme de buna paralel ve benzer bir süreç izledi. 1950’lerden 1970’lere kadar endüstriyel pazar için tarımsal üretim yapan bölgelerin orta-büyük toprak sahiplerinden taşranın dinamik tüccar-esnaf kesimlerine, oradan metropol kentlerin büyük orta sermayesine ve hattâ TÜRK-İŞ’te örgütlü kamu-devlet işçilerine kadar geniş bir kitlenin desteğine sahip olan merkez sağ, 1970’lerde önce işçi-emekçi kesimlerin büyük bölümünü yükselen sol harekete, taşra burjuvazisinin ve Güneydoğu’daki dinî önderliğe sahip aşiretleri MNP-MSP’ye kaptırmışken, 1980 sonrasında artan metropol kent nüfusundan neo-liberal dalganın getirdiği yeni kesimlerle bu açığını kapatıyor gibi gözükmüştü. Ama 1990’lara doğru ve 1990’larda bu dalga durakladı ve ardından özellikle Kürt sorununun yol açtığı yeni güç dalgaları metropollerdeki merkez sağ kitle desteğinin aleyhine işlemeye başladı. Ayrıca yürütülen iktisat politikaları finans sektörü ile sanayi arasındaki dengeleri bozduğu oranda yerleşik endüstri sermayesi ile merkez sağ partiler arasındaki temsil ilişkisini zayıflattı. Buna RP’nin hızla büyüyen, dinamik bir Anadolu sermayesi eşliğinde güçlenmesi de eklendiğinde merkez sağın omurgasını oluşturan orta-büyük mülk sahipleri kesiminde bir tür çözülmenin, ayrışmanın başladığı söylenebilir. RP’nin genel merkez sağ daire içinde yer alan TÜSİAD’a karşılık MÜSİAD desteğiyle çıkması, mülk sahibi kesimlerin “kitle örgütü” olan Ticaret, Sanayi ve Tarım Odaları’nda merkez sağ blokun karşısında liste çıkaracak güce erişmiş olması da eklenmelidir buna.

Öte yandan bütün bu örgütlü gücü ile RP, merkez sağın çok partili düzene geçişten beri “oy deposu” olagelmiş alanlara –Marmara-Ege-Orta Anadolu-Akdeniz yayı– nüfuz imkânını da büyük ölçüde edinmiş olmaktadır. (RP stratejisinde bu noktanın ne denli önemli olduğu Birikim’in 1996 mahalli ara seçimleri ile ilgili yazısında özellikle belirtilmişti.)

Buradan 1995 seçimleri öncesinde merkez sağ partilerin izlediği politikaya, yürüttükleri kampanyaya geçebiliriz.

1994 mahalli seçimleri ile RP’nin yükselişi çarpıcı bir olgu olarak önlerine geldiğinden beri, merkez sağ partiler, en iyi temsilcisi, terkipçisi veya uygulayıcısı olmak bahsinde birbirleriyle yarışageldikleri merkez sağ “kimyası”nı yeniden tutturarak RP’yi eski seviyesine indirebilmenin yollarını aradılar bir süre. Her ikisi de Sünnî İslâm’ı RP’nin “kullanımı”ndan çekip almanın pek zor olacağı tespitinden hareketle, RP’ye kayma ihtimali olan kesimlere klasik merkez sağ ideolojinin öteki ögelerine vurgu yapan ve bu arada RP’ye kayışın onlar için “tehlike” olacağını kuvvetle imâ eden söylemlere yöneldiler. DYP -MHP’’ninkine benzer– dini milliyetçiliğe yedirmiş bir muhafazakârlık ile mahut gelişmeciliği, kalkınmacılığı Avrupa ve dışa açılma temaları içinde işleyen ve bu arada “laik” ve “çağdaş”lık imajlarıyla merkez soldan kaymalara da kapı açan bir kimlikle yola çıktı. RP ile “sorun”lu, hattâ onun bağımsız bir parti olarak iddialı çıkışını “tehlikeli” sayan kimi tarikat ve cemaatlerle işbirliğini de ihmal etmeyerek yaptı bunu. ANAP bu kadar faal ve “becerikli” olamadı. Bir ara “liberal” vasfı vurgulu bir kimlikle çıkmayı düşünür gibi olduysa da sonuçta 1995 seçimleri arifesinde ANAP, AP ve ANAP’ın parlak dönemlerinde uyguladığı “her kesime hitap eden bir vitrin” düzerek oy toplama yöntemini benimsedi. Fikirleri değil, kişileri öne koyarak, her kesime hitap edecek ayrı ayrı kişileri yan yana dizen ANAP galerisinin, bu haliyle verdiği “kişiliksiz” görüntü, onu az kalsın –onca yıpranmışlığına rağmen– DYP’nin de epey gerisine düşürecekti.

Görüleceği üzre DYP ve ANAP’ın 1995 seçimleri öncesinde izledikleri strateji RP’ye kaymış kesimleri yeniden kazanmayı değil, RP’ye yeni kaymaları önlemeyi amaçlayan bir niteliktedir. Ve bu stratejide geçmiş merkez sağ iktidarların “Sünnî İslâm” ögesine toplumsal-siyasal düzende “kazandırmış” olduğu kurum ve mevzilerin bir sınır olduğu ve bu sınırı aşmanın “tehlikeli” olduğuna dair vurgu ağırlıktadır. ANAP ve DYP’nin birlikte başlattıkları 1995 yılındaki “laiklik” kampanyası, mitingler, RP karşıtı demeçlerle sürerken, merkez sağ sözcüleri, bahsedilen “kazanım”ların korunacağı güvencesini özellikle veriyor, Sünnî İslâm kozunu böylece elden çıkarmamaya çalışıyorlardı.

DYP’nin daha o zamandan MHP ile bir biçimde takviyeyi ciddiyetle düşündüğü biliniyor. ANAP’ın da buna tevessül ettiği, ancak DYP’nin daha atak davranarak laikliği milliyetçilikle birleştirmenin öteki yollarını da devreye soktuğu görüldü. DYP, RP’ye karşı en etkin gücü, “laiklik” politikalarının nihai “sahibi” ve güvencesi sayılan “devlet”i, devletin çekirdek güçlerini de saflarına katmış izlenimi veren bir vitrin düzenleyerek girişti bu işe. 1980’ler boyunca güçlendirilen ve artık ordu kadar değilse bile özerk bir siyasal ağırlık olarak kendini hissettiren polisi temsilen bir dizi üst rütbeli emniyetçi “polis partisi”nin DYP’yle ittifakı dedirten gösterişli törenlerle DYP’ye katıldı. Daha az tantanayla da olsa eski Genelkurmay Başkanı’nın da DYP saflarına iltihakı, DYP’nin “merkez”de RP’ye karşı asıl kavgayı verecek siyasal güç olmaya hazırlandığının açık işaretleriydi. Ve DYP’nin bunu dine karşıt değilse dahi, onunla rekabete girişecek bir milliyetçi söylem üzerinden yapmayı düşündüğü de belli olmaktaydı.

Nitekim kendi parti kadrosunu da -eski MHP’lileri doldurarak- “yenilemiş” DYP’nin 1995 seçimleri arifesinde RP’ye karşı en vurgulu kampanyayı yürüten parti olduğu görüldü. Fakat bu en “devletçi” parti imajıyla DYP umduğu sonucu alamadığı gibi, hem laik ve çağdaş, hem milliyetçi, hem de “Avrupai” imajıyla özellikle metropol kentlerinde ve Batı Anadolu’da -ANAP aleyhine bir “sıçrama” yapabileceğini uman DYP- büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Partinin laik-milliyetçi imajı, din ile milliyetçiliğin iç içe, bulanık bir birliktelikle algılandığı İç-Doğu Anadolu’da prim yapabilmişti sadece ve bunun da “laiklik” bahsinde titizlikle ilgisi pek yoktu.

Bilinen gerekçeler –Tansu Çiller’in yolsuzluk dosyaları– dışında DYP’yi 1995 seçimleri ertesinde RP ile işbirliğini “reddedemeyecek” çizgiye getirten en önemli nokta budur. Laiklik vurgulu bir siyasal kimlik, Türkiyeli seçmen kitlesinin halen % 70’ini oluşturan merkez sağdan, sağa uzanan yelpazede -en hafif deyimiyle– toparlayıcı bir etkiye sahip değildir. Yani siyasal hesabın diliyle laiklik bu kesimde özel bir benimsenme ve hassasiyet nedeni değildir. Kaba bir ifade ile laiklik vurgulu bir siyasal kimlik Türkiye sağında “tutulmamaktadır”.

Buradan yerleşik merkez sağ partiler açısından iki önemli siyasal sonuç çıkmaktadır. Birincisi laiklik savunuculuğu bu partileri güçlendirecek bir özellik değildir ve “anti-laik tehlike”ye karşı öncü rolünü oynamaktan cayma bu “taban” tarafından cezalandırılmayacaktır. Dolayısıyla RP ile hükümet kurulabilir.

Ama öte yandan RP’nin güçlenmesini önleyecek başka –bilinen– bir yol da yoktur. Dolayısıyla RP’ye karşı laikliği öne çıkaran bir karşı saldırı da “zorunlu”dur. Merkez sağ partilerin –yukarıda açıklanan nedenlerle– yürütemeyecekleri, en azından öncüsü olamayacakları bu saldırıyı “birileri” yürütmelidir. (Merkez sol partilerin malûm handikaplarıyla zaten yürütmeye çalıştıkları o mücadele olsa olsa merkez sol ve sol seçmen kitlesini militanlaştırır, ama “tehlike”nin asıl yaşandığı merkez sağ tabanda RP güçlenmesi sürer, hattâ artabilir.)

Gerisinde ordunun boy gösterdiği son anti-RP kampanyaya böyle gelindi.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılmış olmalıdır ki; ordunun tehdit gücünü olabildiğince göstererek katıldığı, yoğun büyük medya destekli bu saldırı/kampanya aslında yerleşik merkez sağ hesabına yürütülen, geleneksel merkez sağın daha da zayıflamasını önlemek için düzenlenen bir “operasyon”dur. Kuşkusuz bu kampanyanın etkili olması oranında, siyasal düzenimizde zaten özerk bir siyasal güç –ve ayrıca daimi iktidar ortağı– olan ordunun konumu daha da pekişmiş, daha da süreklilik, kalıcılık sağlamış olacaktır. Yapılan bütün tantanaya rağmen RP’nin tamamen dışlanması, merkezden tamamen uzaklaştırılması da amaçlanmamaktadır. “Düzen”, RP’ye merkezde “belli” bir yer, bir pay vermeye hazırdır ve aslında mecburdur da buna. RP’nin o payının olabildiği kadar küçük olmasına çalışılmakta, RP ise bu ilk paylaşımda en azla yetinmek istememektedir.

Sözde RP’nin gelişme kanallarını orta vadede kesmek için alelacele gündeme getirilen sekiz yıllık mecburi eğitim konusunda DYP ve ANAP’ın tavrı, yukarıda anlatılanlarla tamamen örtüşmektedir. DYP, aslında İmam Hatip Okulları’nın orta kısmını kapatabilmenin kılıfı olarak getirilen bu “sekiz yıllık kesintisiz eğitim”i ordunun tehdit ve ısrarıyla kabullenmiş ve bunu yaparak ayrıca RP’yi de ordunun hışmından kurtarmak istiyormuş gibi davranarak; “yarın” merkez sağ ve sağ seçmen kitlesi önünde RP’nin yapacağı “İH’leri kapattıranlar” ithamını savuşturmayı hesaplamaktadır. Gerçekte o okulların kapatılmasını istemekte ve bunun RP’ye oldukça ağır bir darbe olacağını düşünmektedir.

Bunun “RP iktidarı yürümez, yürütmezler” kanısını beslediği oranda RP’ye kayışı durduracağını bilmektedirler çünkü. Ancak bu darbenin faturasının tamamen orduya -“devlet”e- kesilmesi, kendisinin –RP’nin hataları nedeniyle– buna engel olamadığı gibi bir izlenim yaratmaya uğraşmaktadır.

ANAP ise bu “sekiz yıl” kavgasına bulaşmamaya çalışarak hem DYP’ye, hem de RP’ye karşı “beceriksizliklerinin ve hesapsızlıklarının bedelini zavallı İmam Hatip Okulları ödedi” diyebileceği bir durumun peşindedir. Refahyol’un kaçınılmaz bitişinin ona bu argümanı tepe tepe kullanma imkânı verecek bir bitiş olmasını sabırsızlıkla beklemektedir.

RP’ye gelince. Merkez eğilimin onca taviz vererek ve karşılığında yerleşik iktidar blokundan sadece “iktidar olabilir” icazetini almayı umarak girdiği Refahyol “macerası”ndan RP umduğu o icazeti alamamış olarak çıkıyor gözükmektedir. DYP’nin şaibe batağında boğulmak üzere olan liderini kendi elleriyle temize çıkarmanın vebalini sırtlamanın yanısıra eğer bir de İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararı da çıkar ve Refahyol böylece biterse RP kendisini tamamen “oyuna getirilmiş”, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmuş” gibi hissedecektir. Siyasetin güç mantığında bu tarz zarara uğramış olanlar “mağdur” olmanın “getirisi”nden de yararlanamazlar. Şu anda sürmekte olan “oyun sonu” satrancı böyle bir manzarayla biterse RP ve çevresindeki dinî hareketin çok değişik sonuçlara gebe bir sarsıntı dönemine girmesi kaçınılmaz olacaktır. RP’nin son MGK toplantısında, tartışmaların odağındaki ünlü sekiz yıl konusunda hükümet ortağı olarak MGK kararına evet demesi, ama hemen ardından parti olarak bu kanunun Meclis’te karara bağlanmasını isteyeceklerini bildirmesi gibi ikili bir tavır sergilemesinin anlamı açıktır. RP, onca baskı ve “istenmeme” jestine rağmen ipleri koparmak istemediğini hâlâ “icazet” beklemeye devam ettiğini “peygamber sabrı”yla göstermekte; ama öte yandan da eğer İH’lerin kapatılmasının bir faturası çıkarılacaksa merkez sağ partilerin hesabına neyin düştüğünün belli olması için de onları bu işi Meclis’te görmeye davet etmektedir. Kendisi “kesintisiz sekiz yıl”a dair yasaya oy vermeyeceğini peşinen duyurmuştur. ANAP ve DYP konunun Meclis’te kesin karara bağlanmasına elbette taraftar olmayacaklardır. Ama RP’nin de onları hayli örseleyecek bir koz edinmeden Refahyol’a nokta koymaya niyeti yoktur.

Siyasette bir hafta çok uzun bir süredir dermiş deneyimli Demirel. Merkez sağ için her ayrıntının olağanüstü önemli olduğu Mayıs ayının haftaları bu durumda pek uzun bir dönem sayılır. Köprülerin altından daha pek çok ve pek hızlı sular akacak demektir.

ÖMER LAÇİNER