26 Eylül akşamı, İstanbul Tuzla Sahilinde bir trajedi yaşandı. İlk bakışta gazetelerin üçüncü sayfalarını sıkça işgal eden bir cinnet olayıydı aslında. Ama yapılış tarzı itibariyle dikkat çekiciydi: Genç bir adam ayağına taş bağlayıp intihar ediyordu. Ancak beş yaşındaki kızını kendisine koli bandıyla bağlıyor, denize atladığında çocuk da sürükleniyor, intihar ederken küçük kızın da ölümüne sebep oluyordu.
Olayın neden ve nasılları üzerinde günlerce yazıldı çizildi. Baba Ferit Kızılkan Tuzla tersanelerinde kaynakçılık yapıyordu. Çoğunlukla işsizdi. Evliliği bu nedenle yürümemişti, eşi geçimsizlik ve ihanet suçlaması ile boşanma davası açmıştı, ama o, ayrılmak istemiyordu. Psikolojik yapısı iyi değildi. Öfke kontrol sorunu vardı. Eşini ve ailesini rahatsız ediyordu. Nihayetinde kızını gezdirmek için aldı, sahile götürdü, herhalde bir oyun olduğunu söyleyerek kendine bağladı ve oyunu bitirdi..
Şiddete içkin topraklarda yaşıyoruz. Ev ve okullarda dövülerek büyüdük. Karakol kapısından dövülme ihtimaliyle girdik. Siyaseten linç kampanyalarına gözümüzü kapar ve halen devam eden kirli savaşı unutursak, bugün gündelik hayatta şiddetin eskisi kadar meşru olmadığını da söyleyebiliriz. Yalan değil, değişim var. Ama değişmeyen şeyler de… Aile içi şiddet ve cinayetin yaygınlığı bunlardan biri…
İnsanın ailesini yok etmesi sıradan bir vak’a ya da mantıksal sebep sonuç ilişkisi içinde açıklanabilecek bir olgu değil. O yüzden bu tür trajediler, medyaya “cinnet haberleri” kategorisinde düşüyorlar. Gazetelerin aynı sayfasında, hemen hemen aynı kalıp cümlelerle kendilerine yer buluyorlar. Olgunun psiko-patolojik sebepleri, kişisel buhranlar, genetik eğilimler ya da özel hikâyesi vakıa. Ancak hikâye bundan ibaret değil. Olayların ampirik incelemesi böyle olmadığına işaret ediyor.
Öncelikle cinnet vakalarının hemen tamamı erkeklerin hanesine yazılıyor. Öfkeli baba, öfkeli koca öfkeli dede, öfkeli amca katilin akrabalık boyutunu haber veriyor. Öfkeli aşık’ı da buraya not etmek gerekiyor. Elbette kadınlar da var katiller arasında. Ama geçen yıl Adana’da iki çocuğunu boğarak öldürdükten sonra intihar eden genç kadının vakasında, koca hakkında üç kişinin ölümüne sebep olmak suçundan üç kez müebbet talebiyle açılan dava, olayın müsebbibi hakkında fikir veriyor. İkinci olarak cinnet, dışarıya yönelmiyor. Öncelikle karılar, sonra çocuklar, sonrasında kız kardeşler, erkek kardeşler, ana ve babalar sırayı takip ediyor. Sözgelimi işsiz bir erkek, bunalım anında işten atılmasına neden olan kişi ya da patrona değil de ailesine yöneliyor. Halbuki işsizlik cinnet halinin önemli bileşeni… Burada töre cinayetlerini, cinnet kategorisine almamak gerekiyor. Aynı sosyolojik temele dayanmakla birlikte bu tür cinayetler planlayarak ve cinnetin aksine soğukkanlı bir gaddarlıkla işleniyor. O halde cinnetin arka planında ne var?
Sebebi ister töre ister cinnet olsun aile içi cinayet iktidar aygıtındaki rol dağılımına göre işleniyor. Toplumun en küçük birimi olarak kabul gören aile, en küçük iktidar alanını da tanımlıyor. Bu tanımda erkek, “en küçük birimin” lideri sıfatıyla aile hayatiyetinin sorumlusu olarak otoriteyi temsil ediyor. Dışındaki her türlü otoriteye bir şekilde biat ve itaat ederken kendi iktidar alanında, ailenin devamı için şiddet dahil her türlü yöntemi uygulamakla mükellef ve yetkili kılınmış bir erkek tipi. Ne tuhaf ki iktidar ve temsil ettiği kurumlara itaat ederken ses çıkarmayan erkek, mutsuzluğunun sebeplerini dışarıda değil içeride aramaya kalkıp öfkesini içeriye yöneltiyor. Yara dışarıda olduğu halde irin “içeriye” akıtılıyor. İçerideki sınırsız iktidar sınırsız şiddetin sebebi oluyor.
Bu nedenle cinnet ve aile her türlü şiddet aslında dayanağını toplum ve iktidardan alır. Aile reisi, ailenin devamı için gerekirse ailesini cezalandırabilir. Buna hakkı vardır. Bu hak, ailenin yok olmaması için aile bireylerinin tamamını yok etmek gibi bir sonucu da içinde barındıracaktır.
Bu sosyolojik temel, aile içinde işlenen insanlık suçlarına gösterilen müsamahayı da açıklar. İflas etmiş bir babanın çocuklarını öldürmesi trajik, kabul edilemez ama anlaşılabilir görülmektedir. Anlaşılabilir olmak meşruiyete atılmış ilk adımdır. Ailesinin geçimini sağlamak gibi asli vazifesini yerine getiremeyen babanın çocuklarını da kendisiyle birlikte “sürünmesinler” gerekçesiyle öldürmesi aslında babanın çocukları ve karısı üzerindeki tanrısal otoritesini simgeler. Bu tanrısal otoritenin kaynağı, baba olma durumu değil babalık kurumu ve dolayısıyla toplumun kendisidir. Mazeretli cinayetin meşruiyeti bu toplumsal onaydan gelir. Tam da bu nedenle karısını, bin bir sebeple öldüren koca, mazeretlerini aslında toplumdan öğrenmektedir. Ve aynı sebeple kendisine kıymasının da sebebi bu otoritedir: Ailenin varlığı sürdüremeyen erkek, yaşamayı da hak etmez. Rojin’in babası ısrarla birlikte olmak isteğini reddeden dolayısıyla aileyi dağıtan eşini cezalandırmak için mutlak hükmü altında gördüğü kızını öldürürken kendi canına da aynı anda kıyar.
Cinayet, kriminal bir trajedi iken aile içi cinayet, işlenen suçu geriye itecek kadar ağır bir trajik duruma tekabül eder. Katil ile maktul arasındaki kan bağı cinayeti suç olmaktan çıkarmasa da eksenini kaydırır. Tam da burada katil, iki tarafı da temsil etmek (zalim-mazlum) gibi kahredici bir ayrıcalığa sahip olur. Ömür boyu taşıyacağı bu ayrıcalık katile de hayat hakkı tanımaz. Genellikle maktulun yanı başında, son kurbanı, kendisi olur.
Bu toprakların cins eşitliğine dayanan kollektif, vicdanlı, anti-otoriter ve demokratik bir tarzı siyasetle yeniden örgütlenmesi belki cinnet vakalarını tamamen yok etmeyecek ama ölüm kültünün tahtından indirilmesi bir çok hayatı kurtaracak.
Ne acı ki Rojin hep beş yaşında kalacak!