Gramsci Türkiye’de

İroni, hayatın insana nanik deme biçimidir. Hayata dair tüm tanımlarımızın illa ki gelip dayandığı iki kapının -hiçlik ve ebediyetin- arasında anlık bir cereyan gibidir. O cereyanı yakalayabilenler için önce melâli öğreten, sonra da kalenderliğe götüren bir ders, üşütürüz korkusuyla kapıları kapalı tutanlarda ise alaya alınma kaygısı yaratan iğneleyici bir yabancıdır. Antonio Gramsci’nin, zihnen ve fiziken çürüsün diye atıldığı Mussolini’nin zindanlarında, onu 20. yüzyıl fikir dünyasının mihenk taşlarından biri haline getirecek olan Hapishane Defterleri’ni yazması böyle bir cilvesidir tarihin mesela. Marksist teori ve praksis için anlamının ötesinde, Gramsci için, bizim ancak tahmin edebileceğimiz sayısız hesaplaşma ve kavrama ânının bir manzumesiydi o defterler muhtemelen. Gramsci’nin cezasını açıklarken “Bu beyni önümüzdeki yirmi yıl boyunca çalışmaktan alıkoymak zorundayız,” diyen savcı Michele Isgrò’ya ise, defterleri görebilseydi eğer, ona ve hizmet ettiği iktidara çekilmiş tarihî bir nanik gibi gelirdi hiç kuşkusuz.

Gramsci, Hapishane Defterleri’nde Avrupa devletlerinin tarihinden yönetici sınıfların yapısına, devletle sivil toplum ilişkisinden entelektüellerin işlevine pek çok şeyden bahseder. İtalya’nın zengin ve sanayileşmiş kuzeyi ile yoksul ve o dönem halen büyük ölçüde köylü olan güneyinin tezatından damıttığı fikirleri, tam da bu tezatın cazibesi yüzünden, sonradan “Batı vs. Batı-dışı toplumlar” tartışmalarında neşvünema bulsa da, Gramsci temelde Avrupa deneyimini anlatmıştır. Türkiye’den ise çok üstünkörü ve ezbere birkaç satır haricinde hiç bahsetmemiştir. Türkiye’nin de Gramsci ile pek alakası olduğu söylenemez, işin gerçeği. Ölümünden sonra büyük Gramsci külliyatının oluştuğu yerlerden biri olmamıştır mesela Türkiye akademyası, yahut kayda değer bir Gramsci öğrencisi çıkmamıştır buralardan. Ne yazık ki, bu noktada tarih tatlı bir cilve yapmamıştır; Türkiye entelektüel iklimi herhangi bir fikrî kanala onu açarak ilerleyecek öğrenciler yetiştirmediği gibi, Gramsci düşüncesine de, kavramlarını sulandırarak hoyratça oraya buraya saçmak dışında, pek intikal edememiştir.

Bu hoyratça kavram-saçmalar (ki saçmayı burada hem fiil, hem sıfat anlamıyla kullanabiliriz) arasında, en olmadık tartışmanın içinde, en olmadık ağızlardan, hakaret babında “organik entelektüel” lafını duymak mümkündür mesela, sanki bu topraklarda sair zaman entelektüelin geleneksel anlamına tekabül edecek bir zümre var olmuş gibi. Yahut Gramsci’nin burjuva toplumunun sosyoekonomik temellerinin uzun dönemli dönüşümünü anlatmak için kullandığı “pasif devrim” kavramı, zaman zaman gazete köşelerinde bir siyasi partinin aşama aşama kurumlara nüfuz etmesini tanımlamak üzere eğreti eğreti kullanılabilir. Yine de tüm bunların içinde bugüne kadar en ironik olanı, kültürün yerli ve milli olmamasından şikâyet eden muhafazakâr bir ağzın, yerli kültürü -Batılı olduğu yetmiyormuş gibi üstelik de Marksist!- Gramsci’den aparttığı bir kavramla savunmaya yeltenmesi olmalıdır. “Kültürel hegemonya” böyle bir şeydir işte; eleştirisini bile kendi içinden üretir. Mamafih, kullandığı kavramın ne kökenine ne de anlamına vâkıf olmayan zihinlerden, bu diyalektik şakayı anlayabilecek tarihsel altyapıyı da, mizahi inceliği de beklemek nafile olacaktır.

Hiç beklemediği bir adresten, şaşırtıcı bir özgüvenle Gramsci’nin kavramlarını duyunca, ilk kez gittiği bir ülkenin sokaklarında dolaşırken arkasından biri ismiyle seslenmiş gibi kalakalıyor insan. Önce kavrama dair hatırladıklarını gözden geçirme ihtiyacı duyuyor şöyle bir, olur ya, belki ben yanlış hatırlıyorumdur diye. Hegemonya, tarihsel bir sistemin, ona tekabül eden toplumsal ilişkileri oluşturmak üzere, zihinlere nüfuz eden bir değerler, pratikler ve anlamlar repertuarı yaratması değil miydi aşağı yukarı? İktidarın doğası gereği geçici bir şey olduğundan ve salt zora dayanan bir iktidarın bilhassa kısa ömürlü olacağından hareketle, hiç değilse mevcut iktidar ilişkilerinin yapısını muhafaza etmek üzere bir düşünsel çerçeve yaratmak anlamına gelmiyor muydu az çok? Bir de tabii, Raymond Williams’ın Gramsci’den hareketle tespit ettiği üzere, bu hegemonyanın yörüngesinden her daim kaçabilen “kalıntısal” (residual) yahut “oluşmakta olan” (emergent) muhalif kültürler vardı, geçmişe tutunan veya geleceğe dair bir talep içeren muhalefet tiplerine mütekabilen.[1]

Kültürel hegemonya nasıl bitebilir veya bitirilebilir? Gramsci, kapitalizmi sınıf mücadelesiyle aşmaktan bahsederken, mücadelenin salt üretim araçlarının el değiştirmesi ile tamamlanmayacağını, burjuva toplumunun değerler ve pratikler sistemini, yani bir sınıf olarak burjuvazinin kültürel hegemonyasını da aşmak gerektiğini savunmuş, bunun yöntemleri üzerine de epeyce kafa yormuştu. Ve fakat Gramsci’nin kullandığı anlamıyla kültürel hegemonya pek de öyle elden ele çekiştirilerek, “alırım-veririm-ben seni yenerim”lerle bitecek ya da bitirilecek bir şeye de benzemez. Gramsci’nin tarifinden anlaşılan, kültürel hegemonyanın biten/bitirilen değil, olsa olsa içererek aşılan bir şey olduğudur. Burada olan şey, rıza zemininin mücadele ve uzlaşılarla ilerleyen dönüşümüdür nihayetinde.

Kaldı ki, hegemonya zaten sınıflar-arası çelişkili birlikteliği kültürel mutabakatla mutedilleştiren ve siyasi mutabakatla idare edilir hale getiren bir bütündür. Bu anlamda hegemonyanın siyasi ayağı ile kültürel ayağını, birbirlerini on altı yıl arayla takip eden iki ayrı süreç gibi kurgulamak mümkün değildir. Siyasi hegemonya, eğer iktidarı baskıyla gasp etmek anlamında değil, gerçek tanımıyla, yani “iktidarın eşit oranda zora ve rızaya dayanan özel bir türü” anlamında kullanılıyorsa, zaten kültürel hegemonyadan bağımsız ve tek başına var olabilecek bir şey de değildir. Eğer halihazırdaki siyasi uzlaşı zemini aynı zamanda bir kültürel değer ve pratikler mutabakatı da içermiyorsa, o zemin korkutucu derecede kaygan olmaya mahkûmdur. Aynı şekilde, kültürel hegemonyayı kuran, yani bir toplumdaki egemen değerler ve pratikler sistemine yön veren fraksiyonun siyasi hegemonyadan mahrum olması da, mantıken ancak olağandışı koşullarda, yani o kültürel uzlaşı zeminine riayet etmeyen birilerinin siyasi iktidarı zorla gasp ettiği bir durumda mümkün olabilir. Kısacası sadece tartışmanın zevki için objektif gerçekliği çarpıtsak dahi, kavramsal tahrifatın dehşetengiz boyutları karşısında Gramsci naçar kalır.

Bir kitapçının vitrininde alelade sıralanmış kitaplara bakarken kendisini tehdit eden bir yabancılık, “gayri millilik” görerek öfke nöbeti geçiren ve “siz” diye hitap ettiği birilerinin elinden kültürel hegemonyayı almaya and içen birinin bahsettiği karşıt kültür odakları nasıl birer zümreyi tarif ediyor olabilir? Gramsci düşüncesinde sözü edilen kültürel hegemonya mücadelesi en nihayetinde sosyoekonomik gerçeklikte temelleniyordu; kültürel hegemonyaya karşı mücadele, sınıfsal mücadelenin bir cephesiydi. Gel gör ki, mevcut iktidara tutunmuş, statükoyla çatışma içinde olmadığı aşikâr olan kendinden menkul bir kültür elçisinin vitrindeki kitaplara duyduğu hiddet, ne dar anlamıyla siyasi iktidara, ne de geniş anlamda sosyoekonomik birikim rejimine karşı bir başkaldırı niteliği taşıyor olamaz. Bu durumda, kültürel anlamda egemen olduğunu iddia ettiği kesimler olsa olsa mevcut iktidarın icraat ve fikirlerine muhalif olan, ancak bu muhaliflikleri içerisinde dahi bir tarihsel blok oluşturamadıkları da maalesef tecrübeyle sabit, amalgam bir kitle olabilir. “Siz” diye hitap edilen bu kitle, bu parçalılık ve dağınıklık içerisinde, olsa olsa parçalılığın ve dağınıklığın kendisini bir rıza zemini olarak kurguladığı ölçüde iyi-kötü bir ortak dil oluşturmaya doğru adım atabilir. Daha oluşmamış bir kültürün hegemonyasından bahsetmekse, ancak muhalif kesimlere iltifat olarak kabul edilebilir.

Her şey bir yana, Türkiye gibi tepeden çekmeli, tabandan itmeli, zor elementinin rızaya galebe çaldığı, üstelik de modern kapitalizme sonradan eklemlenirken sayısız aşağılık kompleksiyle büyüklenme inadı arasında gidip gelmekten bitap düşmüş, neredeyse kitsch’e varan derecede eklektize olmuş kültürel coğrafyalarda, öyle “siz”/”biz” diye net bir şekilde ayrılabilecek kadar belirgin kültürel hegemonya sahiplerinden bahsetmek ne derece mümkündür? Bu coğrafyanın o “siz”/”biz” itişmesinde dile gelen kültürel ve yapısal pek çok fay hattının, kapitalist dünya-sistemine eklemlenmenin ve onun gerektirdiği, çoğu kez kestirmeden “modernleşme” deyiverdiğimiz kültürel/siyasi/idari dönüşümün yadigârı olduğunu biliyoruz. Öyleyse o kitapçının vitrininde vücuda geldiği iddia edilen kültürel çerçevenin, Güneydoğu Asya veya Aborijin kültürünün etkisinde kaldığı için gayri milli olmakla itham ediliyor olamayacağı, sözü edilenin “Batılı” bir etki olduğu da aşikârdır. Ve elbette bu mantıksal çizgide devam edildiği vakit anlaşılacaktır ki, sözü edilen kültürel hegemonyanın kaynağı, olsa olsa, tarihsel anlamda Batı Avrupa kökenli olan, ancak en azından 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarından bu yana küresel hale gelmiş bulunan modern kapitalist dünya-sisteminin burjuva/liberal jeokültürüdür. Bilhassa “Batılılaşma” havaleleri geçiren toplumlarda, bu jeokültürün dönüştürücü, hatta tahrip edici etkisi -haklı olarak- epeyce tartışılmıştır. Ancak bu tartışmanın başlayacağı ve biteceği yer de, kaçınılmaz olarak, modern dünya-sisteminin yapısal eşitsizliğidir. AKP iktidarının kültür ateşeleri, bu iktisadi ve kültürel fasit daireye bir alternatif yaratma iddiasında iseler, son yüz-yüz elli yılın anti-emperyalist teori ve praksisi ve dahi her türlü madun kültür hareketi hiç kuşkusuz kendilerine minnettar kalırdı.

Ve fakat iktidarın muhayyilesinde kültürel egemenlik atfedilen bir entelijansiyanın var olması ilginçtir. Gerçekte ortada ne böyle bir entelektüel blok vardır, ne de o bloğun toplumsal söylem ve pratiklere yön verecek bir güce sahip olduğundan bahsedilebilir. Kaldı ki, Türkiye’nin fikrî üretim tarihine bakıldığında, Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabında detaylı bir biçimde anlattığı gibi[2], oradan buradan eklektik bir biçimde “işe yarar” malumatı derleyerek, Batı’yı yakalama derdindeki devlet aklına yarenlik eden bir okumuş-yazmışlar grubundan gayrısını bulmak zordur. Teferruatlı düşünmeyi ve araştırmayı gereksiz bulan bu malumatfuruşluk müessesesinin kendisi zaten bilgiyle kurduğu pragmatik/faydacı ilişki ölçüsünde anti-entelektüelist bir oluşumdur. Bu bakımdan, “ele-güne karşı” Aydınlanmacı bilimsel bilgi ve eğitim söylemini diline pelesenk etse de, evrensel anlamda entelijansiya olarak nitelenmesi -bugün de dahil- tarihin her döneminde son derece zordur.

Bununla birlikte, artık ele-güne karşı zevahiri kurtarmaya dahi tenezzül etmeyen ve alenen entelektüelite düşmanı olan, muhtarlara akademisyenleri şikâyet eden, kendisine diploma sorulmasından duyduğu öfkeyi profesör olmayanların rektör, hukukçu olmayanların idari hakim olabileceği şekilde tüm diplomaların kıymeti harbiyesini sıfırlayarak dindirmeye çalışan, üstelik bütün bir siyasi söylem ve eylem repertuarını vasatı kutsamak üzerine kurmuş tipik bir periferik popülist iktidarın kültürel üretime özenmesinde, pis deyip deyip gene de illa ki o muhayyel ciğere uzanmak isteyen bir kedi hali de yok mudur? Ancak ola ki bir yolunu bulup uzansa, sanki o ciğerle ne yapması gerektiğini bilemeyeceğini, tırmalayıp, parçalayıp, mundar edip bir köşeye atacağını da hissettirerek.

Evet, ciğer muhayyeldir; ortada ne evrensel anlamda entelijansiya tanımını hak eden, ne egemen bir değerler sistemi kurmuş, ne de kolektif zihne kazındığı üzere ”ilerici” olan bir zümre vardır. Ancak sosyolojideki meşhur Thomas & Thomas teoreminin önerdiği gibi “İnsanlar durumları gerçek olarak nitelediği ölçüde, o durumlar gerçek sonuçlar doğururlar”[3]; ciğer muhayyel de olsa, kedinin onunla kurduğu aşk-nefret ilişkisi gerçektir. Anlaşılan odur ki, bu topraklarda tek bir kültürel hegemonyadan bahsedilebilirse, o da halen o muhayyel “ilerici vs. gerici” şemasını kurup bırakmış olan kadim devlet aklındadır. Hegemonya uğruna bunca çekişmenin dönüp dolaşıp aynı aklı yeniden üretmekle sonuçlanması da, tarihin Türkiye toplumuna yapıp durduğu ve Gramsci ara sıra buralara uğradığında fark ettiğimiz bir naniktir herhalde.



[1] Raymond Williams, “Base and Superstructure in Marxist Cultural Theory”, New Left Review, 1/82, Kasım-Aralık 1973.

[2] Tanıl Bora, Cereyanlar. Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, İstanbul: İletişim, 2017.

[3] Robert K. Merton, “The Thomas Theorem and The Metthew Effect”, Social Forces, 74(2): 379-424, 1995, s. 380.