Bu eğitim sezonun başında, bir taşra üniversitesinde (aslında bir önceki yılın bakiyesi olan) taciz skandalı, pek çok aşamalardan geçerek, en sonunda tacize maruz kalan kadınlardan birisinin sosyal medyada olayı kendi beyanı ile ifşa etmesinin ardından kamuoyuna yansıdı. Öğrenci kadının ifşaatının ardından, kadının sosyal medya hesaplarının altına, mezkûr üniversitede öğrencilik yapmış olan pek çok kişi, aynı kentin değişik ilçelerinde ya da başka taşra üniversitelerinde, başka hocaların tacizine uğradıklarını beyan ettiler.[1]
Öte yandan, üniversitenin büyük bir itinayla kamuoyundan saklamayı çalıştığı, tacize uğrayan kadınlara destek olmaya çalışan insanların da, özellikle kadın öğrencilerin uğrayabilecekleri fizikî saldırıları engellemek amacıyla, kamuoyuna çok yansıtmamaya çalıştıkları bu olay, bir bütün olarak AKP’nin eğitim politikaları, taşrada üniversite, AKP’nin yetiştirdiği eğitici elitler, AKP’nin yarattığı erkeklik rejimi, AKP ve işbirlikçisi olan MHP zihniyetinin kadın bedenini hangi noktaya koyduğu gibi, pek çok temel siyasi/sosyolojik meseleyi çapraz kesen son derece komplike bir olay.
Şimdi, bu komplikasyona, yaşandığı yerden, taşradan ve onun üniversitesinden bakmaya çalışalım.
Yapı ile failin ontolojik işbirliği olarak taciz
Peki buraya nasıl gelindi, yani hep söylendiği gibi olayın müsebbibi “kancık köpeğin kuyruğu mu?”, “Eteğin boyu mu?”, “O saatte dışarıda olmak mı?”, “İftira mı?”
Aile içinde yaşanan ensest ilişkileri, belirli bir komünite içinde yaşanan taciz ve tecavüz vakaları, kurumlarda ve okullarda karşılaşılan taciz vakalarının tamamı neredeyse bir tertibatın ürünüdür. Belirli bir toplumsal arka plandan beslenen, belirli bir kurumsal tertibat ve ilişkiler düzeneği tarafından korunan bu olayları ifşa etmek ve onunla mücadele etmek kolay değildir.
Genel olarak taşra üniversitelerinde yaşanan taciz/tecavüz olaylarında, merkezinde üniversitenin durduğu birtakım ihmaller, görmezden gelmeler, usulsüzlükler vardır[2], mezkûr taciz olayında da, tacizi yapan öğretim görevlileri, memleketin ücra bir köşesinde, ortaya çıkan idari (ve tabii ki hukuki) boşluğu, kendi keyfiyetleri için bir dizi fiilî duruma dönüştürmüşler; küçük ihmaller, arkadaş kollamalar, partizanlık, adamsendecilik, bizim çocuklarcılık, küçük kabahatleri dava arkadaşlarının küçük yaramazlıkları olarak sevimlileştirme ve kabul edilebilir kılma, müstakbel suçlar için öyle büyük ve kullanışlı bir alan yaratmıştır ki, en sonunda, sistemi sürdürülebilir kılmak için askıya alınan yasal zemin, not tehdidiyle taciz gibi aslında pek çok hukuki ihlali barındıran bir suçla yüzleştiğinde, şok olmuş, üniversite yönetimindeki birkaç aklı başında akademisyen hariç, üniversite yöneticilerinin büyük bir kısmı ölü taklidi yapmış, tacizcilerin taşradaki arkadaşları (kadın akademisyenler de dahil) tacize uğrayan kadınların değil, tacizcilerin arkasında saf tutmuşlardır.
Pek çok taşra yüksekokulunda erkek öğretim görevlileri ile kadın öğrenciler arasında olması gereken mesafenin, değişik biçimlerde aşıldığı, aşılmaya çalışıldığı, öğrenci ile öğretim görevlisi arasında olması gerekenden daha fazla yakınlaşmaların yaşandığı aslında herkesin bildiği bir sır. Buralara okumaya gelen çocukların yoksul kesimlerden olması, kürsüdeki hocanın elbette diğer herhangi bir erkeğe göre daha “seksi” görünmesi (ya da kendini öyle sanması), yüksekokullarda okuyan öğrencilerin başarısız öğrenciliklerini gereksiz samimiyet ile tolere etmeye çalışmaları, mesafeyi aşındıran temel etmenler. Aşınmış, belirsizleşmiş, ihmal edilmiş sınırlar ise, buralarda bir ilişki normu haline geliyor ve vakitli vakitsiz, öğrencinin hocanın odasına gitmek zorunda bırakılması, uygunsuz saatlerde telefon aramaları, dahası, denetimsiz yurtlarda ya da öğrenci evlerinde tacizci hocaların ayranları kabardıkça, öğrencilerin kapılarına dayanmaları…
Tacizi ifşa eden öğrenci kadının ifşa tweetinin altına baktığımızda da bu durumu rahatlıkla görebiliyoruz. Halen öğrenci olan ya da bir zamanlar taşrada herhangi bir kampüste öğrencilik yapmış olan onlarca kadın, erkek hocaları tarafından tacize uğradıklarını ama bir şekilde, işin örtbas edildiğini ya da kendileri bir an önce oralardan kurtulmak için ya da korktukları için bu durumu ifşa edemediklerini söylüyorlar.
Peki, taşra üniversitelerinde ve yüksekokullarda, taciz neden bu kadar kolay ve yaygın? Üniversiteler, dünyada ve Türkiye’de hep sorunluydu[3] ama cemaatin üniversiteyi ele geçirme planına AKP’nin kaldığı yerden devam etmesi sonucu, Türkiye üniversitelerinde, pek çok tuhaf paralel ilişki ortaya çıktı. Öncelikle, buralarda görev yapan akademisyenlere akademisyen demek biraz zor, genelde AKP il başkanlığı ya da Ülkü Ocakları referansı ile takdim edilen kadrolar bunlar. Ne var ki, bu kadrolar, Türk göçerliğinin ve Müslüman hicretinin ruhuna uygun olarak, uzun vadeli ve meskûn kadrolar değil, akademiye girişin, kadroyu sağlamlaştırmanın, doçent ya da doktor öğretim görevlisi olduktan sonra bir an önce kapağı merkeze, daha Türkiye bir yerlere atmanın bir durağıdır. Bu yüzden, yani liyakatsiz kadrolar ve konargöçer akademisyenlikten dolayı ve taşra akademisi aslında nalbant bile olamayacak bu akademisyenler sebebiyle, bir kültür ve kurum olarak üniversite taşrada asla köklenemedi. İdarecilerin ve öğretim görevlilerinin örneğin Aksaray, Bilecik ya da Elmalı’daki yüksekokulları ve üniversiteleri ele alalım, hocalarının çoğu yakındaki bir büyükşehirden gelir. Güvenlikçi, kantinci ve temizlikçilerden başka, belirli bir mesai rejimine tabi olan üniversite görevlisi yok gibidir. Dolayısıyla ilk büyük boşluk idari yapıdaki bu zafiyettir. İdari yapının dökme suyla değirmen döndürmeye çalışmasının ötesinde ikinci büyük problem, öğretim görevlileri ve idareciler arasında öbekleşmelerin, gruplaşmaların oluşmasıdır. Temelde, siyasi görünümlü çıkar çevrelerinden oluşan bu gruplaşmalarda, herkes kendi ekibini oluşturur/oluşturmaya çalışır. Bu kurgunun böyle oluşturulması, yani gruplaşmanın oluşturulması ve zinde tutulması hayati önemdedir, çünkü merkezden taşraya gelip giderken araçların ayarlanması, masrafların bölüşülmesi, ek derslerin (ücretli derslerin) bölüşülmesi, bu bölüşümde kârlılığın yaratılabilmesi için, gereksiz derslerin açılmasına ve ders saatlerinin gereksiz bir şekilde arttırılmasına idarecilerin (kendi ekiplerini, sendika, lise arkadaşı, kankası, yasak aşkı…) göz yumması, ön ayak olması; hatta bu gibi şeylerin birbirlerinin ayıbını kapatan bir tür pazarlık nüansı muamelesi yapılması gerekir.
İdari yapıdaki boşluk, gruplaşmaların birbirlerini kolladıkları, kara delikleri görmedikleri, göstermedikleri manipülasyonlarla kapatılmaya çalışılır. Boşlukları istismar etme, kollama, ders ücretlerinde ve gereksiz sınav ve sınav kâğıdı üzerinden ciroyu arttırma gibi esnafça “çakallık”larla başlayan kabahatler, arzuyu çeşitlendirir, büyütür. Her meselede olduğu gibi, gruplar içinde, gerçek hayatı ile olması gereken arasındaki mesafeyi içine sindiremeyen, arzularına süper-egosundan değil, ilkel benliğinden bakan insanlar, öğretim görevliliği ile esnaflık arasındaki sınırları zorlamakla kalmazlar; hocayla öğrenci arasında zaten aşınmış olan sınırları da kaldırırlar. Bu durumlarda, havuz medyasının sıklıkla dile getirdiği gibi, ekip, arkadaşını “yedirmez” ve arkadaş çevresi böylelikle sahiplenilmiş suçların çetesi haline gelir.
Taşra üniversitelerinde yaşanan taciz olayları, dolayısıyla, bir yanıyla evet ahlâksız ve vicdansız bir iki öğretim görevlisinin çocuklara hunharca saldırmasının sonucudur, ama öte yandan işin arka planında oldukça yapısal, idari sosyo-siyasal bir Türkiye hikâyesi vardır ve bu hikâye yapıyla failin ontolojik işbirliğinin en görünür olduğu anlardan birisidir.
İdarecilerin ve öğretim görevlilerinin, taşraya meskûn olmaya direnmeleri, bir merkezden belirli bir lakayt ile derslere gelip gitmeleri, yüksekokulda yalnızca üniversite kültürünün oluşması yönünde bir boşluk yaratmaz, daha da önemlisi, bir okulun idare-i maslahatı için gerekli olan asgari ciddiyetin yokluğu, okulu giderek bir merdivenaltı tavernaya döndürür.
Üniversite kültüründen uzaklığı ve üniversitedeki yönetim zafiyetini, gruplar arasındaki rekabet iyice besler. Öncesinde, yalnızca öğrencilere değil, kendilerine biat etmeyen çalışanlara ve öğretim görevlilerine de bin bir türlü numara çeviren, mobbing uygulayan, çocuklarına bakıcılık yaptıran, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda örgütlenmeye zorlayan, dahası kişisel kaprislerinin tatminine koşmayan öğrencilere kan kusturan, dersten bırakan, soruşturma açan gruplar, bu süreçte yapısal denetimden, idari disiplinden yoksun kalınca, sonradan tacizcilik yapacak olan hocalar okulda yatıp kalkmaya, alkol tüketmeye, sarhoş olunca kapı kırmaya, saksılara saldırmaya, koridorlarda top oynamaya, derslere kafalarına göre girip çıkma(ma)ya, derslere girdikleri zaman da, ders anlatmaktan ziyade, hangi çocukları ayartacaklarına kafa yormaya başlarlar.
Sonuç
Üniversite meselesi ve taşrada üniversite meselesine bir kez daha baktığımızda aslında şunu görüyoruz: Taşraya kurulan üniversite, eğitimli bir nesil ve uzman eleman ve ara elemanlar yetiştirmek için girişilen bir teşebbüs değil, vaktiyle cemaatin ve ülkü ocaklarının kendi elemanlarını istihdam etme ve yeni eleman devşirme için işbirliği/rekabet alanıydı. Hükümet için de taşraya para göndermenin, işsizliği gizlemenin, okur yazarlık endeksini yükseltmenin ve gençleri öğrenci kartlarına entegre kredi kartlar üzerinden finansal kredi borç sistemine dahil etmenin bir mekanizmasıydı.
Niyet maarif değil, âli devletin imkânlarını tasallut etmek olunca, maksat niyete göre hasıl oldu ve bilhassa taşra üniversiteleri küçüklü büyüklü suç koalisyonlarına dönüştü. Bahsettiğimiz üniversitede, taciz olayındaki faillerden birisi, Sünni ve milliyetçi, diğeri Alevi ve Kemalist’tir ama bunların arkasını kollayanlar arasında AKP’li ve kadın bir yönetici, ülkücü ve kadın bir hoca, Türkiye'nin güncel siyasi yapısına uygun olarak, sağ muhafazakâr görüşte ve gene bu görüşlere yatkın sendikalara ve siyasi aidiyetlere mensup insanlar ve yerli esnaflar vardı… Fakat burada asıl vurgulanması gereken şey, Türkiye'nin daha genel güncel yapısına uygun olarak, her devlet kurumunun dokunulmazlık, yargılanmazlık zırhıyla kaplanmış ataerkil patriyarkal zihniyetin, yerel suç ortaklığına dönüşmüş olmasıdır. Zira, Türkiye'nin her yerinde öbeklenmiş olan, kurumsallaşmış suç şebekeleri, taşrada daha belirgin bir şekilde birbirlerini kolluyorlar, çünkü herkes şu ya da bu düzeyde kuralları çiğnemekte, ihlal etmekte, dahası suç işlemektedir; dolayısıyla pek çok devlet çalışanı/akademisyen toplumsal ahlâkı bir kenara bırakarak, gerektiğinde lazım olacak suç ortaklarını küstürmemek, onlara arka çıkmak için dahil olduğu çetenin etiğini savunmakta, arkadaşları dara düştüğünde onları savunmak için olayları manipüle etmek, delilleri karartmak, kamuoyu oluşturmak için yalan haber yaymak, öğrencileri bu amaçlarla seferber etmekten kaçınmaz. Çünkü keyfî biçimde dersler kaldırılmış, ek ders ücretleri manipüle edilmiş, akademik teşvikler istismar edilmiş, akademik fonlara naylon faturalarla çökülmüş, düşük rütbeli akademisyenler sömürülmüş ve okulun kaynakları israf edilmiştir...
Tüm bunlar aşağıdan yukarıya doğru, büyükten küçüğe doğru oluşturulan gayri ahlâki tutumlar. Yani kabahatten suça doğru genişleyen bir skala, bu skalanın mümkün olması ise, birbirine arka çıkma, görmeme, kayırma, meşrulaştırma, baskılama, aklama, yerine göre şiddet ve ödüllendirme gibi çok değişik mekanizmalarla işletilen (rizomik) suç ağları...
Dolayısıyla taciz asla taciz olmadığı gibi, tacizi ifşa da yalnızca tacizi ifşa değil. Çünkü kadın bedeninin ve öznelliğinin ilga edilmesi, bedene karşı işlenen suçlar, yapıyla failin ontolojik işbirliğinin sağır ve kör noktalarında işleniyor ve tacizin ifşası, taşra üniversitelerine çöreklenmiş çıkar çevrelerinin resmî ve sivil parçalarının, geleneksel patriyarka ile birlikte, hangi koordinatlarda ne tür işler çevirdiğini de ifşa etmiş oluyor.
[1] Taşra üniversitelerinde tacize uğradığını söyleyenler arasında, erkek öğretim görevlisinin tacizine uğramış bir erkek öğrenci de mevcut.
[2] Bkz. Eskişehir’de üç akademisyeni öldüren bir başka akademisyen, Bartın’da intihar eden akademisyen, İzmir’de gripten ölen akademisyen.
[3] Taciz ve tecavüzden bahsedince, bunun taşra üniversitelerinde daha sık ve yaygın olmakla birlikte, merkezî ve “elit” üniversitelerde durumun çok da farklı olmadığını biliyoruz. Boğaziçi, ODTÜ, Koç, Sabancı gibi üniversiteler de sıklıkla taciz/tecavüz vakaları ve üniversite yönetiminin olayı kapatmaya çalışması ile gündeme gelir.