Taşra Blues

Taşra sözcüğünü, dışarıya doğru, merkezden uzak olarak tanımlıyor sözlükler. Bu tanım, günümüzde geçerliliğini yitirmiş, merkez-taşra ikiliği arasındaki sınır bulanıklaşmış, mesafe neredeyse kaybolmuştur. Büyük bir köye dönüşen dünyada, taşra artık her yerdir demek mümkün sanırım. Kendi ülkemize baktığımızda gördüklerimizle, dünyanın her hangi bir yerine baktığımızda gördüklerimizin benzer görüntüler içeriyor olması rastlantı mıdır; kuşkusuz değil. Dünyayı hegemonyası altına alan kapitalizmin, (eskiyen yeni yüzüyle neo-liberalizmin) uyguladığı ekonomik ve politik dayatmalar, globallik adı altında tektipleştirme operasyonları, uç noktasına ulaşmış gibi görünüyor. Orban’dan Bolsanaro’ya benzer isimlerin birçok yerde yönetim erkini ele geçirmeleri, aşırı sağ diye yumuşatılsa da dünyada faşizm ikliminin yeşermesi bu durumun göstergeleridir kuşkusuz. Marx-Engels’in söylediklerini hatırlayalım: “Hakim sınıfın fikirleri her çağda hakim fikirlerdir. Yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, sonuç olarak, zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder, öyle ki, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirleri genel olarak ona tabi olur.” Onlar bile söylediklerinin şimdiki boyutlarına ulaşacağını tahmin etmemişler, kaynakların yok edilinceye kadar tüketilebileceğini düşünmemişlerdir büyük olasılıkla. Neo-liberalizmin dünyayı getirdiği yer, bizden bir söyleyişle “dönülmez akşamın ufku” gibi görünüyorsa da, umut parantezini kapatmamak lazım. Bu yazıda, taşra kavramını düşünerek, duruma içeriden bakmaya çalışacağım; bunun ülkeye has bir sorunsal olmadığını unutmadan.

Taşra, en belirleyici ögesi olan “yerli” olma niteliğini koruyabiliyor mu; yoksa bunu büyük ölçüde yitirdi mi? Bu durumu iktidarın dört elle sarıldığı o zihin körleten, şaşmayan formül, Yerli ve Milli üzerinden düşünmek gerek. Aslında birbirinden bunca farklı olan bu iki kavram, iç içe geçirilmiş ve biri olmadan diğeri anılmayan bir kalıba, iktidarın mottosuna dönüştürüldü. Tam da burada Tülin Ural’a kulak verelim:[1] “Gene de aslında ilk başta görüldüğü kadar uyuşmuyor bu iki sıfat. ‘Yerli’lik aslında yerelden izler taşıyor; tabii bir buralı olma hali içeriyor. Ama ‘milli’lik başından beri bir inşa ve (burası önemli işte) yerel olanın bastırılması ile işleyen bir inşa. Dolayısıyla insanın hem yerli hem milli olabilmesi için, Schrödinger’in kedisi kadar marifetli olması gerekir. O zaman ‘yerel’den izler taşıyan ‘yerli’lik pek de uygun değil, ‘milli’nin yanına iliştirilmeye. Öyleyse herkese malum olabilen bir hakikat değil olsa olsa sırlı bir denklem bu.” Bana sorarsanız pek de bir sır yok bu denklemde. İktidarların hep ihtiyaç duyduğu ötekileri, daha doğru bir söyleyişle ötekileştirdiklerini, örneğin Kürtleri, yerli olarak nitelendirmek, her şeyden önce var edilen devlet paradigmasıyla bağdaşmaz. (Millinin inşasının çok eskilere dayandığını da unutmayalım bu arada.) Bu durumda taşranın yerliliği, mahzurlarından arındırılarak, milli içinde massedilir ve anlamının içi boşaltılır, kullanıma elverişli hale getirilir. (Her şeye rağmen taşra, tam anlamıyla teslim olmuş mudur bu çarpık anlayışa; sanmıyorum.) Yerli, millinin içinde eritilerek, buralı olma halinden çıkarılırken, her şey de “tek” sözcüğü içerisine yerleştirilince, çoklu anlam alanlarından, asıl zenginliklerinden soyutlanmış yapay bir yekparelik oluşur. Beka, artık en büyük şemsiyedir ve koruduğu alana gün ışığı düşmez. Yabancı düşmanı, ırkçı, homofobik, içe kapanmaya yol açan bir zihin, taşrayı da kendi karanlık iklimine çeker.

Son zamanlarda sinemanın, taşrayı karanlık, dışa kapalı, suçu bile kendi içinde görünmez kılan, grotesk bir atmosferle yansıtması da rastlantı değil kuşkusuz. Emin Alper’in Kurak Günler’i, Tayfun Pirselimoğlu’nun Kerr’i gibi çok sayıda örnek var bu konuda. Yönetmenler, taşrayı, ülkenin mikrokozmosu olarak anlatıyorlar çoğu zaman. Narin cinayetine baktığımızda, bu anlatılanların, o kapanmanın ve karanlığın, gerçeklikle neredeyse birebir örtüşmesi son derece ürkütücü elbette. Başka taşra filmleri de izlemiştik oysa; aydınlık bir atmosferle çekilmiş; Dondurmam Kaymak gibi. Birbirinden çok farklı gibi görünseler de, ortak bir yanları var: Kapitalizmin eli her yere ulaşıyor. Dondurmam Kaymak’ta büyük şirketlere savaş açan yerel dondurmacının kaçınılmaz yenilgisi, taşranın da yenilgisidir bir yerde. Son dönem taşra filmlerinde ise bu yenilgi gerçekleşmiş, artık bir çürüme başlamıştır. (Aslında bize has bir yenilgi ve çürüme değil bu. Ergin Yıldızoğlu’nun, Cumhuriyet’teki köşesinde, konuyu ABD üzerinden anlattığı, iki bölümlük, Çürüme ve Alçalma yazısı son derece kayda değer.) Çürümenin taşradan başladığını düşünemeyiz. Ancak Merkez-Taşra ikiliğinde farklı bir geçirgenliğin, karşılıklı bir etkileşimin olduğunu da görmezden gelemeyiz. Taşra, maruz bırakıldığı neo-liberal unsurların etkisinden kurtulamazdı kaçınılmaz olarak. Sonuçta merkez de bu etkilere göre biçimlenmiştir. Bu biçimlenişini tüm olumsuzluğuyla taşraya da transfer etmesi, taşranın yaşam biçiminde büyük değişimlere yol açıp, bir tür bozulmanın da başlangıcı olmuş mudur; sanırım evet. Burada, Bourdieu’nun Habitus kavramını düşünmekte yarar var. Bu kavram, Bourdieu’ya göre, insanların belirli kültürler veya alt kültürler içinde hayatlarını sürdürmelerinin sonucu olarak zihinlerinde oluşan temel bilgi stokunu anlatır. Taşra içerisindeki toplumsal formasyon ve varlık koşulları, pratiği de biçimlendiren Habitus’u üretir. Taşranın zihninde var olan setler, dil, din ya da etnisite gibi, varlıklarını korurlar. Kişinin davranışlarını, stratejilerini bu birikim, bir anlamda alışkanlıklar, yönlendirir, yaptıkları eylemlere mizaç kazandırır. Bunu şimdi üzerinden düşünebilmek için, geçmişten bu yana süren Merkez-Taşra ilişkisine bir bakalım:

Bu ilişki çok daha eskiye de dayansa, biz, kurucu iktidar dönemini, yani Cumhuriyet’le başlayan dönemi düşünelim. Kurucu iktidarın bu ilişkiyle ilgili yaşadığı yanılsama, merkezle taşranın aynı düzleme gelebileceği, bir tür yaşam tarzı eşitlenmesinin mümkün olabileceği değil miydi? (Melih Cevdet Anday’ın, Raziye romanını hatırlayalım.) Büyük olasılıkla çok istedikleri Batılılaşma’nın (Alt başlık olarak modernleşmenin) bu yolla olabileceğini sanıyorlardı. (Yanlış modernleşme arzusu, doğru yaşanmadı doğal olarak.) Hiç kuşkusuz çarpık bir bakış açısıdır bu. Batı’ya duyulan bir mahcubiyet, bir an önce yetişme arzusu, taşrayı da merkeze karşı benzer bir duruma mı getirmiştir? (Şükrü Argın mahcubiyetin altını çiziyor bir yazısında.) Mahcubiyet hissi gibi görünenin, aslında merkez tarafından onaylanmama kaygısı ve bundan doğan gerilim olduğunu düşünüyorum. Tabii bir de kendisine dayatılanlara duyduğu öfke ve bunun bastırılması meselesi var. Merkezde kendine yakın gördüğü iktidarlar oluştuğunda, hemen bir hesaplaşma duygusunun ortaya çıkması, bu öfkenin ve gerilimin varlığının kanıtıdır sanıyorum. Yeniden Habitus kavramına dönecek olursak, taşra, üzerine yağan, dayatılan unsurlara kendini kapatamasa da, onları pratik bilgiye dönüştürmüş, bir uyum sürecinden geçirdikten sonra merkeze geri göndererek, orada bir transformasyonun önünü açmıştır. Bu geçişim, iktidarın da eski merkez unsurlarının elinden gitmesinin başlangıcıdır. Yani pratik bilgi ve donanım, Habitus gibi var olan bilgi stoklarını, mevcut koşullara adapte edip, yeni stratejilerin oluşmasını sağlamıştır. Öte yandan iki taşra vardır aslında: Uzak taşra ve göçler sonucu, merkeze yakın bir konuma, hatta merkezin derinliklerine yerleşen taşra.

Hem uzak, hem de yakın taşrayı neo-liberalizmin işleyiş biçiminden, etkisinden ayrı düşünemeyiz. Merkeze taşınmak, bir anlamda akmak, kadim bir öykü elbette. Burada akla merkez neresidir sorusu geliyor ister istemez. Geçmişte İstanbul’du, Cumhuriyet’le birlikte Ankara. (Kimilerinin yeniden İstanbul olsun arzusu malum; bir türlü tatmin edilemeyen o fetih duygusuyla birlikte. Aslında onlar için mesele akmak değil, akın etmek galiba.) Ancak, yeni dönemde metropolleri de merkez saymayı düşünmek gerekiyor gibi görünüyor. Başka bir açıdan, dünyadaki globalleşme olgusu bağlamında bakıldığında, bunu yalnızca İstanbul’un yapabildiğini düşünürsek, gerçek anlamda merkez, yine İstanbul gibi görünüyor. Taşra sözcüğü, mekan bağlamının dışında düşünülmeye başlandı epeydir. Nurdan Gürbilek, Taşra Sıkıntısı [2] adını verdiği denemesinde şöyle diyordu: “Taşra sıkıntısı, adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekana ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi, bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için.” Gürbilek’in söylediklerinde bir büyük parantez var aslında: Bastırılmışlık; arzunun bastırılmışlığı. Tüm bunların yalnızca yaşadığımız topraklara ait olmadığını tekrar ederek, bu meselelere kafa yoran başkalarının da olduğunu hatırlayalım.

Deleuze ve Guattari, bastırılmışlığı epey kurcalayarak, üretimle bağlantılarını ortaya koymaya çalışmışlardı. Arzu üretimi, arzu makineleri gibi kavramlarla itaatkar ve hiyerarşik beden yapılanmasına karşı, arzularıyla hareket eden organsız beden kavramını geliştirdiler. Şu soruya yanıt aradılar: Bir birey ve topluluk, kendisine yapılan baskıyı, nasıl olur da arzular ve bu çelişki, bir olgu olarak niye var? Bu soruya yanıt ararken, Freudcu Ödipal Kompleksi ve onun özelleştirme mekanizmaları ile ilgili sosyal düzenleme, güç ve arzu arasındaki ilişkileri incelediler. Çekirdek ailenin, çocuğun, ergenin arzularını bastırmada, yanlış yönlendirmede en güçlü psikolojik araç olduğunu savundular. (Demek çekirdek aile baskısı yalnız bize ait değilmiş.) Anti-Oidipus adlı çalışmalarında, toplumsal üretimin arzu üretiminden ayrı analiz edilmesine karşı çıktılar. Onlara göre toplumsal üretim, belli koşullar altındaki arzulama üretimidir. Bu noktada Reich’tan farklı düşünürler. Toplumsal üretim, arzu üretimini bastırıyorsa, bunun ilk bakılacağı yer zaten çekirdek ailedir doğal olarak; özellikle taşrada. Günümüzde cinsel yapıların değişmesi sonucu, cinsel baskı ve üretim mekanizması ilişkilerinin gelip dayanacağı ve çözümün aranacağı yer, aile değil midir? İktidarlar da bunu önce orada, en küçük sosyal kurumda halletmeye çalışırlar. Ailenin bir ideoloji makinası olarak çalıştığını söyleyen Wilhelm Reich [3] şöyle diyordu:

“Bu ilişkiyi kavramak için, ekonomik ve seksüel-ekonomik durumun birbiriyle kenetlendiği ataerkil otoriter toplumun toplumsal çekirdek kurumunu görmek gerekir. Bu kurumu dikkate almadan, seksüel-ekonomiyi ve ataerkilliğin ideolojik sürecini anlamak mümkün değildir… Toplumun sosyal-ekonomik ve seksüel yapısının birbiriyle bağı ve toplumun yapısal röprodüksiyonu yaşamın ilk dört, beş yılında ve otoriter ailede ortaya çıkar. (Habitus?) Kilise (Biz din kurumu ve uzantıları da diyebiliriz) bu işlevi daha sonra devam ettirir. Böylece otoriter devlet, otoriter aileye müthiş bir ilgi duyar. Bu onun yapı ve ideoloji fabrikası olmuştur.”

Buradan bakıldığında, iktidarın aile kavramı üzerine yaptığı kutsallık atıflarının nedeni, çok daha açık görünüyor. Taşra, bu anlamda en uygun habitattır. Gelenekle bağının sıkılığı ve ataerkil yapının varlığı bağlamında büyük şehre göre etkilenmeye daha yatkındır.

Hem uzak, hem de yakın taşrada, gelenekle olan bağ da değişimden payını almıştır. Üretim koşullarının değişmesi, ilişkilerdeki hiyerarşinin de değişmesine yol açmıştır. Otoritenin de anlam değişikliğine uğraması kaçınılmazdır bu durumda. Weber ve Freud’un otoriteyle ilgili tezlerini eksik bulan Richard Sennett’in görüşleri, bu konuda ufuk açıcıdır. Bu tezlerde eksik olan, güçlü ile zayıf arasındaki ilişkinin, inşa yönteminin, nasıllığı meselesidir; Sennett’e göre. Şöyle diyordu:[4] “Aristokratik toplumlarda ya da diğer geleneksel toplumlarda (örneğin taşrada) zayıflık kendi başına utanılacak bir durum değildi. Kişi, toplumda, zayıflığı bir başkasından miras alıyordu; zayıflık kişinin kendi eseri değildi.” Yani modernlik, zayıflık ve muhtaçlığı utanılacak bir şeye dönüştürmüştür. Yine Sennett’e göre, insanlar, mevcut konumlarından kendilerinin sorumlu olduğunu, başarı ya da başarısızlığın kendi eserleri olduğunu hissetmeye başladılar. Bu hissin taşrada da merkez kadar, hatta merkezden daha ağır bir biçimde hissedildiğini söyleyebiliriz. Merkeze yetişememe duygusu taşrada daha yavaş işleyen zamanın akışını bozuyor; kendine özgü mahremini yitirmesine yol açıyor. Atomik geçişler büyük kentler gibi taşrayı da etkisi altına almışlar. Artık Vü’sat O. Bener, Yusuf Atılgan benzeri bir taşra yazılamayacağı gibi, Fakir Baykurt gibi köy de yazılamaz; tıpkı Orhan Kemal’in yazdığı işçi sınıfının yazılamayacağı gibi. (O sınıfın son halini Latife Tekin yazıyor.)

Taşra zihni, ağırlıklı olarak bir sağ zihindir. Geleneğin yaşamı en koyu biçimde etkilediği topoğrafyadır. Gelenekle, din ritüelleri iç içe geçip bir sarmal oluşturmuştur taşrada ve gerçekleşen transformasyon sonucu merkezin önemli bir bölümünde de. Dindarlık bir biçimsel görünüme indirgenmiştir. (Georg Simmel, “din dindarlığı değil, dindarlık dini oluşturur demiyor muydu?) Bütün sağ iktidarların güçlenmesini sağlayan, onları besleyen alan, taşranın bu anlamdaki verimli topraklarıdır. Merkez taşrayı, hep ikincil konumda, kendi varlığını sürdürmesini anlamlandıran bir öteki olarak tanımlamıştır. Taşrayı uzak bir mekân olarak düşünmek, bugünün teknolojisiyle, dolayısıyla sosyolojisiyle, büyük bir yanılgı olur. Büyük kentlere, merkeze yerleşen taşralılar, önce kendilerine özgü mahalleler oluşturmuş, (Bir mahallenin ağırlığını Sivaslıların oluşturması gibi) merkeze yakın bir periferide de olsalar, taşra alışkanlıklarını, sıkıntılarını, bastırılmış arzularıyla daralmış hayatlarını yaşamayı sürdürmüşlerdir. Ancak zaman geçtikçe merkezin içine geçişler oluşmuş, merkez taşra ikiliği, dünyayla paralel biçimde, niteliksel biçimde değişime uğrarken, aradaki sınır bir hayli belirsizleşmiştir. Karşılıklı oluşan sosyolojik, kültürel, yaşamsal değişimler, hem merkezin, hem de taşranın paradigmasında gedikler açmıştır. Her iki kesim de bu gediklerden birbirlerine akmayı sürdürmüşlerdir. Öte yandan, merkeze yerleşen taşra ahalisi, bıraktığı yerde kalanları ve o coğrafyayı kendi taşrası olarak görüyor mu; sanırım görüyor. (Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmini hatırlayalım.)

Asıl soru şudur sanırım: Taşra yitirildi mi; yoksa her yeri kendi rengine mi boyadı; bence ikisi de değil. Kapitalizmin yıkıcı etkisine rağmen taşra, özünü tümüyle yitirmemiştir diye düşünüyorum; belki de umuyorum. Gizil bir ışık, onca karanlığın içinde, o daralmaya, sıkıntıya karşın, saklı bekliyor olamaz mı? Şehirlilik, taşranın mutlak yenilgisi midir; hiç sanmıyorum. Tanıl Bora, “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye,”[5] başlıklı denemesinde şöyle diyordu:

“Uzaktan da olsa modern dünyayı göz(et)leyen bu taşralılık durumunda, bu daralmada, bu sıkıntıda, bu çocuklukta verimli bir tedirginlik de saklı olamaz mı? Bir heves, bir zorlanma, meydan okumaya dönüşebilecek bir meydan okunma hali? Üstelik şehir kültürünün unsurlarıyla içli dışlılığın artması, bölük pörçük de olsa enerjiyi çoğaltmaz mı? Olumlu ve iyimser bir cevap için, Mustafa Arslantunalı’nın taşralılığı ‘ancak genetik mühendisliğiyle giderilebilecek bir olgu’ olarak gören (‘terim’ Ömer Madra’nın) şehirli seçkinciliğine karşı ‘kentlere katılmaya çalışan taşralıyı savunan’ yazısına başvurabiliriz. Evet, ‘taşra durağandır, kapalıdır, sıkıcıdır. Törpüleyici ve aşındırıcıdır. Öyledir ama, bütün bunların bağrında, o yavaş işleyen zamanın, sıkıntının ve boşluğun içindeki derinliği çıkarmak için ille de Çehov olmak gerekmez.’ Şehirlileşme, taşralı için, ‘hiç atlatılmayan bir şoktur’, ‘hep diken üstünde durulur.’ Mustafa Arslantunalı’ya göre bu işkillilik pekala iyi bir şey olabilir: ‘Kent Kültürücü’lerinin uyumsuzluk, beceriksizlik, kültürsüzlük ve görgüsüzlük gördüğü yerde benim gördüğüm ve hoşlandığım; sürekli bir kendini sorgulama, davranışlarını tartma ve tetikte durma. Bu duyarlığı neden es geçmeli, ne adına?’… Zaten merkez-çevre ve büyükşehir-taşra ilişkisi, sabitlikler arasında mutlak bir katsayı değil; her iki kutbu da oynak, esnek bir rabıta. Bu gerilimin önemsenmesi, mevzu edilmesi, teşvik edilmesi, ‘öteki’ addedilen insanlarla, öznelerle, nesnelerle (bence buraya yaşayan diğer canlıları da katmak lazım) nispeti ‘iyi’ kurmanın, karşılıklı dönüştürücü olmanın da bir anahtarıdır. Anahtarı olabilir.”

Bir de şu soruyu soralım: Büyük kente, merkeze göçenler, geldikleri yere dönüp bakmak istemiyorlar mı; yoksa bunun bir Orpheus bakışı olmasından tedirgin olarak, bu arzularını bastırıyorlar mı? Bu bakış, eteklerinde bir başka soruyu da sürüklüyor ister istemez: Merkezde yaşayanlar, niçin sürekli merkezden kaçmanın hayalini kuruyorlar? Merkezin hızla akan zamanına karşı, taşrada yavaş akan zaman, an’ları düşünmenin mümkünlüğü; enformasyon saldırılarına, giderek artan hıza, neo-liberal politikalara karşı bir direnç noktası, en azından bir dayanak oluşturabilir mi? Tanıl Bora’nın sözünü ettiği dönüşümü, Mustafa Arslantunalı’nın sözünü ettiği duyarlığı buradan da düşünebilir miyiz; kuşkusuz düşünmeliyiz . Yukarıda yazılan onca karanlığa, olumsuzluğa karşın, romantik sayılmayı göze alarak, iyimser bir bakış açısıyla, umut ilkesi doğrultusunda kuruyorum son cümlemi:

Belki de, taşra, hem kendisinin, hem de merkezin kurtuluşunu o derin tedirginliğinde saklıyordur; kim bilir?


[1] Tülin Ural. “Yerli ve Milli” Sırlar, K24. 5 Nisan 2018.

[2] Nurdan Gürbilek, Taşra Sıkıntısı, Defter, sayı: 22.

[3] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi, Cem Yayınevi.

[4] Richard Sennett, Otorite, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 55.

[5] Tanıl Bora, “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye”, Birikim, sayı: 86-87.