Taşra, etimolojik olarak, eski Türkçe bir kelime olan “taşgaru”nun (dışarı) bozulmuş, değişime uğramış halidir. Ekseriyetle coğrafi bir birime işaret etse de, bir sürgün yerine, merkezle bir mesafeye, merkezin haricinde tutulması gereken yerlere ve “yerlilere” de işaret ettiği çok olmuştur. Bu işaretleme, yani taşranın ve taşralılığın koordinatları genelde olumsuz anlamlar ve merkezin taşra ile girdiği değişik hegemonya ilişkilerinin izlerini taşır.
Bir anlam, bir coğrafya, bir ilişki biçimi, bir bakış mesafesi olarak taşra, dışarıdır, dışarıda bırakılandır.
Merkez zapt edemeyeceği şiddeti taşraya yaydığında, taşra iç savaşın mekânı olarak içerisi olur, sürgünler için yurt olur, kentlerin fazlaları için son durak olur... Bu bakımdan sesi ekseriyetle memnu kılınmış hariçten gazel gibidir.
Hariçte(n) söylenen bu gazelin bütün seslerini duymak, duyurmak imkânsız ama gene de birkaç mısra-ı bercestini buraya taşıyabiliriz, taşıyabilir miyiz? Deneyelim.
***
Kâinatın bütün fikirlerinin içinde yoğrulduğu mekân (univers-city) olma iddiasını taşıyan üniversitenin memleketimizdeki durumu ortada. Sarık cübbe giyelim diyen rektörler, insanın cahili daha iyidir, eğitime gerek yok diyen profesörler... KHK ile atılmış sosyal ölüler haline getirilmiş akademisyenler, vaktiyle Fethullah Cemaati denilen güruha altın tepside sunulmuş (bilhassa akçeli işlere müsait bölümler) şimdilerde enkaza dönmüş, ana bilim dalları... Tıp ve hukukun bile paralı hale geldiği, mütevelli heyetlerini işadamları ve mafya artıklarının doldurduğu özel üniversiteler. Vakıf üniversitesi denilen özel üniversitelerin kenarlarına açılmış, etüt merkezi/danışmanlık ofisi diye bilinen, bilumum çeviri işlerinin yapıldığı, ödev, bitirme-yüksek-doktora tezlerinin yazıldığı, ödevci dükkânları...
İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir ve birkaç büyükşehir daha... Sanayinin, turizmin ve eğitimin kentleri. “Öğrenci Dostu” kentler. Peki Mardin, Burdur, Erzurum, Gümüşhane'de öğrencilik nasıldır? Dahası, taşra denilen şehirlerin, taşrasında meslek yüksekokullarında öğrencilik nasıldır? Gerçekten nasıldır?
Örneğin, 1970-1990 yılları arasında, üniversite eğitiminin bir anlamı vardı. Mezun olunca sosyal olarak sınıf atlama imkânı, iyi kötü bir iş güvencesi vardı... Yani üniversite bir yaşam idealiydi. Elbette tüm bunlar devlet politikalarıyla da alakalıydı ama şimdiki kadar, bütün üniversite ve öğrencilik, memleketin iç ve dış politika meselelerine, iktisadi durumuna göre belirlenmiyordu.
2000'lerden sonra, vakıf üniversitelerinin yaygınlaşmasıyla, parası olan zengin ama başarısız çocuklar, büyükşehirlerde ve Kıbrıs'ta üniversite okumaya değil ama “öğrencilik yaşamaya” gitmeye başladılar (ki bütün bu club kültüründen, cafe-kahveci kültürüne doğru genişleyen kültürün bu yeni gusto ile bir alakası vardır).
Parası olmayan ama üniversite sınavında başarılı olabilmiş olan öğrenciler ise büyükşehirlerde “iyi” üniversitelerde ya da vakıf üniversitelerinde burslu olarak okuyabildiler.
Üniversiteler gelişirken, bu iki öğrenci biçiminin dışında, ne ailesinin parası olan ne de büyükşehirlerde okuyabilecek kadar “başarılı” olabilen bir öğrenci kitlesi daha ortaya çıktı: Meslek Yüksekokulu öğrencileri. 28 Şubat'la mecburi hale gelen lise okuma, 13-18 yaş arasındaki gençleri çıraklık-meslek sisteminin dışında bıraktığı gibi, sürekli arttırılmasına rağmen belirli bir kotası olan dört yıllık üniversiteler, aşağıdan gelen yeni dalgayı karşılamakta zorlanıyordu.
Alt sınıflardan oluşan bu yeni öğrenci profili, AKP'nin geliştirdiği popülist iktisat-istihdam ve eğitim politikası ile oldukça uyumlu bir durum teşkil ediyordu. Bir yandan, taşraya üniversiteler açılacak (taşralı siyasetçiler için medar-ı iftihar), Fethullahçı teşkilat kendisine yeni yayılma alanları bulacak, öğrencilere asgari ücretin dörtte biri civarında kredi verilecek, bu krediler üniversitelerle anlaşmalı bankaların kredi sistemine kote edilecek, bu anlaşma hem bankamatik hem de birkaç bin TL limitli bir kredi kartı olabilen kombo kartlarla taçlandırılacak... Böylelikle, merkezin bacasız sanayisi taşraya yayılacak, esnafın yüzü gülecek, işsizlik rakamlarındaki büyüme birkaç yıl duraklatılacak, neoliberal sistem açısından çocuklar daha üniversite talebesi iken borç sisteminin içine alınacaklar... Reis de gittiği yerlerde, halkı okulsuz bırakan CHP'ye karşı, üniversiteyi halka indirmekle övünecek... Görünüşte kurdun karnı tok, kuzunun canı sağ... Peki gerçekten öyle mi?
Taşraya öğrenci olarak gelmek
Öğrenci, taşrada yüksekokula gelirken, ailenin maddi potansiyeli sonuna kadar zorlanır. Taşraya öğrenci olarak gelen çocuklar, çoğunlukla, tek maaşlı işçi/memurların aileleri, bütün geliri hasada bakan çiftçilerin ya da hükümet hayvan ithal etmese diye dua eden çobanların çocuklarıdır; bir şekilde ebeveynleri ayrılmış, ya da ölmüş, dedelerinin ya da amcalarının/dayılarının himayesinde gençlerdir; hatta kimi zaman doğrudan Aile Bakanlığı’nın hamilik ettiği kimsesizlerdir...
Bu gençlerin yoksulluk ve travmalarla dolu hayatlarında asıl yoksun kaldıkları şey, paradan ziyade, kendi hayatlarını idame ettirecek azim ve organizasyon yeteneğidir, ki eğitim sisteminde başarısız olmalarının sebebi de nadiren zekâ ile ilgilidir. Kentlerde de eğitim sistemi ve bir meslek edinme yolunda “başarısız” olmuş bu harici gençler, bilhassa erkekler, başarısızlığın ve tutunamamanın içselleştirildiği taşrada hiç yabancılık çekmezler, bir lokantada, bir kahvede, bir meyhanede garsonluğa başlarlar hemen. Daha cüsseli olanlar, yemcinin, mahrûkatçının yanında part-time hamallık yapar, ahır temizler, tarladan pancar yükler. Esnaftan kendilerine bir muhit kurup, cigaraya erişirler, ilçenin izbelerinde üretilmiş alkolle mest olurlar... Erkek öğrencilerin etrafındaki kadınları “yanlamak” isteyen TOFAŞKçılarla piyasaya çıkıp apaçilik ederler. Geceleri de ekseriyetle sabahlara kadar, üçü bir arada içip pub-g oynarlar.
Sistemi çözmüş, davaya uyanmış gençler ise, memleketten getirdikleri hamili kart ile belediye başkanının, vakıf müdürünün ya da doğrudan kaymakamın kapısına dayanırlar, harçlık, stajyerlik ya da kışlık yakacak talep ederler...
Kadınlar, öğrenciliğe biraz daha inanırlar, KPSS, DGS kovalarlar ve genelde daha tutumlu, derli toplu bir hayat sürerler. Ayrıca, taşra hayatına erkekler kadar kolay entegre olamazlar ve bunu istemezler de. Ama içlerinden şurda-burda garsonluk yapan, evlere temizliğe giden, hali vakti iyice bir yaşlı kadına geceleri arkadaşlık eden, bir memurun çocuklarına bakan, bir telefoncu dükkânında çalışanlar da az değildir. Daha girişken ve daha sahipsiz olanların, “sol şeride geçip” gazinoda konsomatrisliğe park ettiği ya da lokal bir kalantorun “dost”luğuna terfi ettiği de olur.
Öğrencilik
“Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Karanlık bastırmış sevişmezsinde neylersin...”
(Paul Éluard)
Taşraya gelen çocuklar için asıl mesele, bir taşradan bir taşraya, gurbete kaçmaktır. Alkolik bir babadan, tacizci bir amcadan, dırdırcı bir anneden, vefasız bir ilk aşktan, alt kattaki ahırda birlikte yaşanan hayvanlardan ve onların kokusundan, nohut hasadından, ceviz tetirinden kaçmaktır. Aileden, tanıdıkların yargılayan gözlerinden, eve belirli bir saatte girme mecburiyetinden, aynı evi, hatta odayı üç-dört kişiyle paylaşma sıkıntısından, “kendisi için bir oda”ya terfi etmek, uzakta derin bir nefes gibi birkaç yıl hovardalık etmektir asıl mesele... Meslek yüksekokullarına gelen çocuklar da bilir zaten, buradan çıkınca pek bir şey olmayacağını, açıkça demeseler de hissederler ama iki-üç yıl yalancı cennet için bir ömür borç ödemeyi (yalnızca bankalara değil, ailelerine de) göze alırlar...
Bundan dolayı, bu çocukların hayatında okul, dersler, kitaplar, üniversite pek yoktur, ya da ilk üçte değildir. Yalnızca buraya nefes almaya, aileden kaçmaya geldikleri için ya da hocaların dersleri, ders saatlerini umursamamalarından da değil, eğitim sisteminin eninde sonunda onları mezun edeceğini bildiklerinden (buraya kadar ekseriyetle böyle gelmişlerdir) de pek ders çalışmazlar. Ki gerçekten de öyledir; bölüm toplantılarının en önemli başlıkları genelde, rektörlüğün üniversite başarısız görülmesin basıncı sonucu (akademik performans ve okul ödeneklerinin bir safhası da buradan oluşur çünkü) sınavda başarısız olan öğrencilerin yığılma yapmaması ve tedrici olarak geçirilmeleri, mezun edilmeleridir.
Mezuniyet
Meslek yüksekokullarında okuyan öğrenciler, iki-üç yılda bazen dört-beş yılda mezun olurlar ve mezun olduklarında, üniversiteden değil ama hayat okulundan büyük bir tecrübe edinmiş olurlar. Kayıp cennet yaşanmış bitmiştir. Aileleri ile geldikleri bu ücradan arkadaşları tarafından uğurlanırlar, artık daha az saçları daha çok hatıraları vardır. Hayatlarının geri kalanında da önemli olan belge ellerindeki diploma değil, KYK tarafından kendilerine gönderilen borç tebligatları olacaktır. Hayatlarında pek bir şey değişmemiştir, aslında Nâzım’ın dediği gibidir durum: “… Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı/Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…”