Yaşar Kemal’in Beyaz Pantolon’u muazzam bir Çukurova hikâyesi; ana karakter Mustafa da oldukça tanıdık bir yüz. Sanıyorum bu ülkede birçok insan belirli dönemlerde bir defa da olsa Mustafa olmuştur. Bir tuğla ocağında üç gün üç gece ateş sönmesin diye başında bekler Mustafa, elleri yüzü kavrulur. Fakat ustasına hep iki dakikalık uykuda yakalanır. “Vallahi usta, her gece...”[1] der, devamını getiremez. Oysa ne serazat takılmak vardır huyunda ne de sorumluluklarından kaçmak vardır aklında. Mustafa’nın talihi, o iki dakikalık uykudaki hâl üzere tanımlanması ve ona göre muamele görmesiyle şekillenir. Usta, karşısındaki küçük adamın konuşamayışından yararlanarak, ateşten kavrulmuş yüzüne rağmen, günlerce verilen emeğe, alın terine yazık eder.
Mustafa’nın sessiz kalışı, o anki durumunu açıklamaya şevkinin olmayışı, uzun süredir gözlemlediğim ve toplumumuzda yayılım alanı genişleyen kırılgan bir insanlık durumunu analiz etmeye sevk ediyor beni. Geçtiğimiz günlerde Ahmet Yaşar Ocak’la yapılan ve Türk Tarih Kurumu’nun kanalında yayınlanan bir röportaj epey ses getirince ne zamandır zihnimi meşgul eden bu problem üzerine biraz kalem oynatmak istedim. Tarihçilik kariyerinin basamaklarını henüz tırmandığı döneme uzanarak başından geçenleri anlatan Ocak, röportajın bir bölümünde Abdulbaki Gölpınarlı’dan işittiklerini aktarıyor, Köprülü ve İnalcık ile ilgili anlatıda bulunuyordu. Ocak’ın anıları yer yer tenkit içerdiğinden, adları geçen bu büyük hocaların açıkça eleştirilebilmesinden memnuniyet duyanlar, konuşmanın ilgili kesitini bir sosyal medya platformuna taşıdılar. Bu kesit, yoğun bir etkileşim aldı. “Keşke yüzlerine karşı söylenilseydi” diyenlerin yanı sıra Ocak’ın konuşmalarının “dedikodu” olduğunu dile getirenler oldu. Kendisi gibi nitelikli ve zarif bir beyefendiye yakışmadığını ifade edenler de başka bir tarafta konum alanlardı. “Akademinin hâl-i pür-melâli budur, İnalcık’ın yaptıkları görülmemiş şey değil” diyenlerse, meseleyi mobbing vakalarını zemin alarak ele alıyorlardı. Öyle ki Ocak, akademide tutunmaya çalışan kimi araştırmacıların “bana da benzer şeyler yaşatıldı…” diyebilmesine vesile oldu. Yani Ocak’ın döktüğü taşlar, konuşamayan ve vaktinde itiraz edemeyenler için cesaret ve derman oldu.
Benim dikkatimi çeken, Ocak’ın –büyük hocalar hayattayken– niçin konuşamadığıydı. Bu konuşamayışın, Erhan Afyoncu’nun itirazında[2] belirginleşen “dedikodu” sözcüğüyle nitelenmesi beni iki kere düşündürdü. Oysa konuşmayı dinlediğimde ben, Ocak’ın vaktinde itiraz edemeyişinin daha karmaşık bir dinamikten kaynaklandığını, bir siyasal kültürle ilişkili olduğunu düşündüm. Başkaları adına konuşamamanın yanı sıra kendi adına da el kaldıramayacak kadar suskunlaşan öznelerin, ancak küçük fırsatlar yakaladıklarında içlerini dökebilmelerinin dedikodu iştahıyla ilgisi olmadığından emindim. Yalnız Ahmet Yaşar Ocak değil; benzer deneyimlerden geçen birçok kişi için bir kez daha kendime sordum. Tıpkı tuğla ocağındaki Mustafa gibi, konuşmaya şevkleri mi yoktu? Utanıyorlar mıydı? Muhataplarının karşısına geçip haklarını arasalar edebe mugayir mi olurdu?
Bu soruların yanıtını grup içi dinamiklerde arayarak soru hacmini biraz genişletelim ve sosyolojinin sınırlarına yanaşalım: Bir toplumun iştirakçilerini herhangi bir toplumsal mesele üzerine beyan veremez kılan, konuşulduğunda bütün baskı aygıtlarıyla kendisini hissettiren bir mekanizma söz konusu olabilir mi? Bu mekanizmaya “makuliyet rejimi” diyebilir miyiz?
Makuliyet rejiminin sınırlarını doğru çizebilmek için önce onun hangi dinamikler üzerinde yükseldiğini ve hangi duyguları harekete geçirdiğini tanımlayarak başlayalım. Makuliyet rejimi, şahısların herhangi bir olay karşısında kendilerini katılımcı olarak görmelerini sağlayan enerjiyi temellük eden bir yapılaşmadır. Eleştirel düşünmeyi baskılayan “utanma” ve “suçluluk” duyguları üzerinde yükselir. Belirli tarihsel dönemeçlerde değer yargılarına ve yargılayıcı pratiklere tutunur ve zaman içerisinde, genişleyen yayılım alanıyla, gündelik yaşamın en küçük ayrıntılarına kadar sızar. Otoritaryen kişilik eğilimleriyle iç içe olduğundan, bireyler üzerindeki etkileri, yani tazyiki, gözle görülür şekilde hissedilmeyebilir. Çoğu kez dile ve konuşma akışına gömülüdür.
Otoritaryen kişilik eğilimlerinde toplum yararı adına sergilenen yargılayıcı pratikler, kendini gerçekleştirme ihtiyacını ve takdir edilme hevesini zemin alır. Bu hevese sahip olan bireyler, özel yaşam konularını kamusal alan problemi haline getirecek şekilde kendilerine ahlaki misyon tayin ederler. Bu bireyler konuştukça bir grup insan da sessizleşir. Bertolt Brecht’in[3], “bütün düzen bir tahterevalli, iki ucu birbirine bağımlı” dediği gibidir ve bir uçta itiraz edebilenler kümelenirken diğer uçta itiraz edemeyen bir grup insan oturur. İtiraz etiği gelişmiş bir toplumsal düzende, “aman konuşma, şuncacık aşından olursun” sesinin bastırılma olanağı vardır.
Suskunluk reaksiyonunun, bir siyasal davranış olarak görülmesi gerekir. Bunu yapabildiğimizde otorite karşısında öne çıkamayıp otorite yokluğunda konuşabilen bireylerin psikolojik marazları olduğunu düşünmez ve toplumun geniş bir kesimini temsil eden bu bireylerin hangi etkilerle böyle davrandıklarını anlamaya koyulabiliriz. Öyleyse Ahmet Yaşar Ocak örneği özelinde sorumuz şu olmalı: Neden herkese itiraz hakkı sunulmuşken bazıları bu hakkı kullan(a)maz?
Her ne kadar doğuştan gelen psikolojik yatkınlıkların etkisi olsa da suskunlaşma, büyük oranda otoritaryen dinamiklerin (authoritarianism) belirlenimindedir. Otoriter tutumları harekete geçiren ve toplumsal tehdit üreten koşullar uygun olduğunda bazı insanlar, başkalarının ahlaki seçimlerini herkesin işi, hatta devletin işi olarak görme eğilimindedirler. Stenner,[4] bu eğilime sahip insanların biz ve onlar kategorileriyle düşündüklerini ve kendilerine benzeyenleri yüceltirken diğerlerini “normatif düzene” uygunluklarına göre yargıladıklarını ileri sürer. Bu eğilimdeki insanlar, bir toplumsal ödev olarak kendilerine ödüllendirme ve cezalandırma görevi tayin ederler. Otoriter yatkınlık (authoritarian predisposition), hoşgörü yoksunluğundan (intolerance) beslendiği için bu yatkınlıktaki insanlar, tecessüs, damgalama ve ahlaki yanlışlıkları parmakla işaret etme gibi dürtülere sahiptirler. Böylelikle bireylerin özel durum ve tercihleri, kamusal alan problemi hâline gelir. Bu dinamiğin güçlendiği toplumlarda korkular harekete geçer ve itiraz etiği gelişemez.
Otoritaryen eğilime sahip insanlar, ahlaki samimiyetleriyle öne çıkmaktan zevk alırlar. Savundukları değerleri ne ölçüde içselleştirdikleri bu yazının konusu değil. Ancak eylemlerini değer yargılarından çok daha fazla belirleyen bir sosyolojik dinamik olduğu söylenebilir: Rekabet ilişkileri. Rekabet, bireylerin siyasi ve toplumsal ilkeler etrafında nasıl konumlanacaklarını belirleyecek düzeyde etkili bir dinamiktir ve sermaye edinimiyle orantılı olarak itiraz etiği üzerinde belirleyicidir. Sermaye oluşturucu rekabet, kazandırıyorsa konuşmayı, kaybettiriyorsa susmayı telkin eder. Eğitim ve kültürel sermaye düzeyi yüksek büyük hocaların rekabet ilişkisine girmeleri bizi bu nedenle şaşkınlığa uğratır. Belirli bir mertebe ve kazanıma ulaşan kişilerin, henüz kariyer basamaklarını tırmanmakta olan yetenekli gençlerle yarışa girmelerini olağan bulmayız. Bu tür baskılayıcı rekabet ilişkilerinin çoğunlukla Wilhelm Reich’ın[5] cisimleştirdiği küçük adamlar için olduğunu düşünürüz. Ancak akademi habitusunda itibar ön planda olduğu için birçok “büyük hoca” da Reich’ın “küçük adamı” olarak hareket eder. Akademinin hiçbir mertebesi, rekabet ilişkisinden münezzeh değildir.
Akademik alandaki sembolik tahakküm, kolay fark edilebilir ve anında itiraz edilebilir değildir. Pierre Bourdieu,[6] akademiyi “zarif oyuncular arasında oynanan safi incelik oyunu” ifadeleriyle çerçevelendirir ve aidiyet ile dışlanmadan ibaret olan bu toplumsal ilişkilerin zemininde, “farkını belirtme kaygısı”nın yer aldığını dile getirir. İncelik oyunlarından beslenen akademik yükselişte dilsel akrobasi, istihza, ima, unvanın parlatılması ve rakibin emeğinin gizlenmesi veya bu emeğe çöreklenilmesi gibi pek çok hile yer alır. Mertebe farklılıkları ilaveten otoriteye borçluluk, yani minnet yükümlülüğü üretir. Bir akademik persona inşa etmenin yolu birçokları için büyük hocalara bağlanmaktan ve onlara borçlanmaktan geçer. Bu durumda mertebe oyunları ve hileler genellikle sonradan fark edilir; itirazlar gecikir. Diğer taraftan insanlara, bir şeylere itiraz ettiklerinde zar zor elde ettikleri akademik pozisyonları kaybetmeyeceklerinin garantisini veren bir toplumsal anlayış inşa edilmiş değildir. Bourdieu’nün “sınıflandırılamaz üniversite hocası” olarak nitelediği aktör, tam da bu nedenle canlı bir örnektir. “Konuş-kazan, sus-kazan” oyununun kurallarını içselleştirmiş bir üniversite hocası portresi çizer Bourdieu. Fransa’da öğretim görevlisi olan bu hocaya, “Kendinizi siyasi yelpaze içerisinde nereye yerleştirirsiniz?” sorusu yöneltildiğinde, “Bakın” der, “Bu benim cevaplamaya muktedir olmadığım bir soru. Size ancak şu şu dönemde şu şu grup için oy verdiğimi söyleyebilirim.” Bunun üzerine “Kendinizi başka şekilde tanımlayabilir misiniz?” denildiğinde bu soruyu şöyle yanıtlar:
“Eğer reşit sayılmamdan bu yana verdiğim oyların pusulalarına bakacak olursak, sağa oy verdiğim de oldu, Mendes France'a oy vermiştim, Charles de Gaulle’e de oy vermişliğim çoktur. Artık, kafanıza göre beni istediğiniz yere yerleştirin. İsterseniz, bazı fikirleri baştan eleme yoluyla ilerleyebiliriz. Örneğin baştan komünist olmadığımı söyleyebilirim. Diğer taraftan, çelişkili olarak, bir çeşit düzenden yana olduğum söylenebilir. Düzensizlik içinde hiçbir şey yapılamayacağını düşünüyorum. Ama öte yandan merkezin adamı da değilim. Taraf olmak gerektiğini düşündüğümde taraf olurum. Gördüğünüz gibi bu soruya cevap vermek zor.” [7]
Sınıflandırılamaz üniversite hocası, onlarca sözcük arasında net bir yargı iletemez durumdadır. Yaşamla gerçek bir ilişki kurmasının önüne geçen korkulara sahiptir. Konuşurken herhangi bir çerçeveye sığdırılmaktan huzursuzluk duyar. Olası eleştirileri bertaraf eder; her bir cümlesine şerh düşer. “Konuşursam koltuğum olur” ile “konuşursam koltuğumdan olurum” kaygısı bile, bireylerin kendilerini sınıflandırmalarında önemli bir fark oluşturur. Bu korkunun üretilmesinde düşük mertebedeki küçük adamların, otoritaryenlerin katkısının büyük olduğunu dile getirmek, sanıyorum problemlerin kaynağını bulabilmek için faydalı olacaktır. Yaşamı boyunca olmak istediği ile kaderin onu belirli bir hâle büründürdüğü bir kişilik, idealleri ile gerçeklik arasındaki uçurum giderek açıldığından, kendi saadetini hak edilmiş kariyer yerine başkalarının felaketi üzerine inşa edebilmektedir. Kendisinde olmayıp başkalarında olan sessiz ve huzurlu yükselişe karşı duyduğu derin öfkeyle belirli hilelere başvurabilmektedir. Rekabet ilişkisinde bir tetikçi gibi hareket ettiğinden rakiplerinin gözden düşmeleri için uğraş verebilmektedir. Yukarıya doğru sadakat ve yükseliş emeliyle, aşağıya doğru ise öfke ve vicdan muhasebesiyle gelgitler içerisindedir. Grup içi üyeliğe sadakati oranında belirli mevkiler edinebilen bu aktörlerin, gösterişçi erdemleriyle herkes ve her şey adına konuşmaları, itiraz etiğinin gelişmesinin önündeki engellerdendir. Savundukları doğruları baskı altında terk edebilecek düzeyde gezinen stratejilere sahiptirler. Bu kimselerin yanlarında doğruları söylemek için bütün risklerin göze alınması gerekir. Wilhelm Reich’ın dediği gibidir: “Sana gerçeği söylemek küçük adam, benim yaşamımı tehlikeye düşürüyor. Gerçeklik esenlik getirdiği gibi, tüm çetelerin avı da olur. Eğer durum böyle olmasaydı, sen de böyle birisi değil, başka bir adam olacaktın!”
[1] Yaşar Kemal (2016). Beyaz Pantolon. Yapı Kredi Yayınları.
[2] Erhan Afyoncu, Ocak’ın konuşmasını Twitter’da şu ifadelerle değerlendirdi: “Geçtiğimiz günlerde Ahmet Yaşar Ocak, rahmetli Halil İnalcık hocamız hakkında dedikodu yaptı. Bu en başta ayıptır.”
[3] http://www.siirparki.com/brecht13.html
[4] Stenner, K. (2005). The Authoritarian Dynamic. Cambridge University Press.
[5] Reich, W. (1991). Dinle Küçük Adam. Yaprak Yayınevi.
[6] Bourdieu, P. (2015). Ayrım. Heretik Yayınları, s. 726.
[7] Paris’te sınıflandırılamaz bir üniversite hocası, a.g.e., s. 605.