Türkiye’de insanın zengin olanını sevenler, işçinin de sendikasız ve mümkünse sosyal güvenliksiz olanına bayılırlar. İlk bakışta ortada bir çelişki vardır. Sendikalı olanlar ve sosyal güvenlik haklarından yararlananlar bu haklardan yararlanmaları engellenenlerden göreli olarak daha zengindir. Dolayısıyla zenginseverlerin, iyice yoksul durumda olanlar yerine, bunları kollamaları, bunların sayıca artmasına çalışmaları beklenir. Zenginliğin bir kaynağını, kamu kaynaklarının siyasal-cemaatsel dayanışma içinde üleşilmesi olarak görenler, bunun ikinci ve daha önemli kaynağının emekçilerin işveren karşısında bütünüyle korumasız bırakılması olduğunu gayet iyi bilirler. Dolayısıyla zenginseverler emekçilerin işverene karşı başının dik durmasından hoşlanmazlar. Her ne kadar zenginliklerini kendi alınterleriyle, becerileriyle izah etmekte birbirleriyle yarışsalar da, bunun kaynağında emekçilerin korumasızlığının da yattığını pekala bilirler.
Sendikasızlaştırmanın, işveren himayesindeki sendikaya emekçilerin bir kısmının mostralık olarak üye yapılmasının, iktidara yakın sendikaya işçilerin zorla üye yapılmalarının sayısız örneği var Türkiye’de. AB ile müktesabat uyumu çerçevesinde yakın zamanda yürürlüğe giren bazı yasalar veya yapılan yasa değişiklikleri emek dünyasında hissedilir bir iyileşme yaratmadı. Örneğin iş güvencesi konusunda sendikalı olanı işten atmanın bedelini biraz daha arttı, o kadar. Buna bağlı olarak, sendikasızlaştırma, taşeron firmalar üzerinden emekçileri farklı kategorilere bölme ve sosyal güvenlikten mahrum etme sanatı daha bir ustalık kazandı. Neredeyse herkesin, hatta işyerinin ve işverenin bile kayıtdışında olduğu küçük işletmelerin yanında, bu konuda esas ustalığı, kendilerine çeşitli nedenlerle ödül verilen saygın işletmeler ve bunların patronları gösteriyor. Bin kişinin çalıştığı işyerinde, emekçilerin beş-altı farklı taşeron arasında bölüşülmesi yaygın bir pratik. En başta başbakan olmak üzere, hükümet üyelerinin neredeyse hepsinin bu tür işyeri sahiplerinden oluşan yakın bir çevreleri var. Bundan önceki hükümetlerde de durum farklı değildi.
Aynı zenginseverler ve sendika fobili işverenler, Türkiye’nin AB üyeliğini de genellikle hararetle destekliyorlar. Ama hangi AB? Türkiye’nin üyeliği konusunda nasıl Avrupa derinden bölünmüş durumdaysa, sosyal haklar konusunda da aynı derinlikte ve çok daha eskiden beri sürüp giden bir bölünme var AB içinde. Aradaki tek fark, Türkiye konusunun sağ ve sol partileri de ortalarından bölmesi. Sosyal Avrupa konusunda ise daha klasik sol ve sağ yaklaşım zıtlığını buluyoruz. Buluyoruz ama birçok Avrupa ülkesinde sosyal demokratlar, sosyalistler uzun yıllar iktidarda olmalarına rağmen, sosyal Avrupa konusunda yaptıklarının liberal karşı dalgaya karşı gerilemenin bir nebze sınırlandırılmasından öteye geçmediğini de görüyoruz.
Ocak 2007’den itibaren AB’nin dönem başkanlığını devralacak olan Almanya’nın, sosyal demokrat dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier, geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir söyleşisinde, Avrupa anayasal sözleşmesinin kabul edilmesi girişimlerine kendi dönem başkanlığında hız verileceğini söyledi. Bugün bu sözleşmenin üye ülkelerin üçte ikisi tarafından onandığını, Fransa’da referandum sonucunun olumsuz olmasının nedeninin, esas olarak, Avrupa’nın sosyal alanda sorumluluklarını yerine getirmesi konusundaki kuşku olduğunu iddia etti. Steinmeier’e göre bu bir paradoks: “Bir yanda Birlik’in sosyal politika konusunda çok az sorumluluğu var. Buna karşılık, farklı ulusal sosyal gelenekler arasında uyumun en düşük olanın seviyesinde sağlanması endişesi nedeniyle, Birlik’e yeni yetkiler verilmek istenmiyor.” Ardından, emeklilik, sağlık, muhtaç durumdaki yurttaşlara yardım gibi konularda Avrupa’da ortak politika araçları oluşturulmasına kendisinin de taraftar olmadığını, farklı sosyal geleneklerin ve bu geleneklerle her ülkeye özgü siyasal istikrar arasındaki ilişkinin unutulmaması gerektiğini belirtti.
Steinmeier, Birlik sosyal politikası olarak, rekabet, serbest ticaret ve dolaşım gibi iktisadi konularda alınan kararların olumsuz sosyal sonuçlarına karşı uyanık kalmayı, bunlara direnmek için harekete geçmeye hazır olmayı öneriyor. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi, liberal politikaları doğal bir gereklilik, bunların bazı olumsuz sosyal sonuçlarını ise biraz törpülenmesi gereken yan etkiler olarak gören bir zihniyet dünyası bu. Sosyal politika yönergelerinin muğlak hedefleriyle sınırlı bir iyi niyet gösterisiyle yetinen bir sosyal Avrupa anlayışından daha fazlasını beklemek abes. Şimdilik askıda kalan Temel Haklar Sözleşmesi girişimi bunun ancak bir adım ötesine gidiyor.
Aziz Çelik, “Uyum Sürecinin Uyumsuz Alanı” olarak tanımladığı bu alanı, AB Sosyal Politikası başlıklı yeni yayımlanan kitabında etraflı biçimde inceliyor ( Kitap yayınevi, Aralık 2006). Avrupa’da sosyal politikanın kökleri, gelişimi ve Birlik sosyal politikasının evrimi, çalışmanın birinci bölümünü oluşturuyor. Ardından, AB’nin karar alma süreçlerinin aktif bir sosyal politika oluşturulması konusunda yarattığı sorunlar ve kısıtlar etraflı biçimde inceleniyor. Konumuz açısından daha can alıcı olan son iki bölümde ise, Türkiye’de sosyal politikanın “paternalizmden neo-liberalizme” evrimi sergilenirken, hem eski hem de yeni anlayışın AB sosyal politikasına uyumsuzluğu, somut örneklerle gösteriliyor. Ekte yer alan sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin uyumsuz kurallar listesi, içinde bulunduğumuz durumun son derece çarpıcı bir fotoğrafını çekiyor. Doğu Akdeniz kaplanı olma iddiasındaki Türkiye’de sendikal hak açığının boyutlarını gözler önüne seriyor.
Aziz Çelik’in esas olarak dikkatimizi çektiği konu, sosyal haklara karşı direnç konusunda sergilenen sınırsız yaratıcılığın ve mümtaz basın patronları başta olmak üzere, tüm işvereni sarmış olan sendika fobisinin ötesinde, AB ile süren sosyal politika görüşmelerinde, işin esas olarak müktesabatla sınırlı tutulmaya çalışılması. Müktesabatın bu konuda son derece sınırlı ve mostralık girişimlerle yetinme eğilimli içeriğine güvenen AB’ci işveren cephesi ve onun sözcüleri, siyasal iş takipçileri, AB anlaşmalarının göndermede bulunduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, BM İkiz Sözleşmeleri ve ILO’nun sözleşmelerinde güvence altına alınan toplu sendikal hak ve özgürlükleri içeren bir sosyal hak ve politika alanını yok var sayıyorlar. Biraz sıkıştıklarında ve “benim işçim, benim memurum” tiradları da durumu kurtarmamaya başladığında, kendilerinin bilmem kaç kişiye “ekmek yedirdiğini” böbürlenerek dile getiriyorlar. Biliyorsunuz insanlar kölelerine, hayvanlarına, dilencilere ekmek verir ve yedirir. Özgür insanlar ise bireysel ve toplu haklarını alır. Kimsenin elinden ekmek yemezler. Bu hakları almak için kimsenin elini öpmek veya verdiği ekmeği yiyerek, sevinçle kuyruk sallamak zorunda değillerdir.
Paternalist ruhu yansıtan bu “elinden ekmek yedirme” zihniyeti karşısında, sosyal politikanın kişilerin himmetine indirgenmeyen bir temel hak ve özgürlük alanı olması fikri, bu konuda atılan cılız adımlar günümüz kaplan zihniyetini gerçekten kaplanlaştırıyor. Onları daha saldırgan, yırtıcı ve vahşi kılıyor. Daha medeni görünmek zorunda oldukları ortamlarda ise “Türkiye’ye özgü siyasal şartları” ve “Türkiye’nin rekabet gücünü”, ellerini oğuşturup, biraz yılışarak ileri sürüyorlar. Sosyal politikanın işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasını öngören politikalar bütünü olarak değerlendirildiğini bilmekten aciz bu kaplan zihniyeti, belki tam bu nedenle Türkiye’ye özgü siyasal şartların sürüp gitmesini kendisi açısından yararlı buluyor.
İnsanları elinizden ekmek yemeye muhtaç etmek için sosyal politika değil, olağanüstü durum yönetimine ihtiyacınız vardır. Sosyal güvenlik deyince tüyleri diken diken olanların, güvenlik devletinin düdüğünü duyunca yüzlerine o huzurlu gülüş yayılıyor. “Onlar” insanların zengin olanını sevenler, AB’nin sosyal olmayanına bayılanlardır. AB’li veya AB’siz, Türkiye’de asli toplumsal mücadele onlar, onların bekçileri, borazancıları ve akıl hocalarına karşı verilecek. Bu mücadeleyi hamasetin ya da örgütün rantını yiyenler değil, bilgi, akıl ve sınıfsal-siyasal bilinçle mücadeleyi yürütenler başarıya ulaştıracak.
Radikal, 24.12.2006