Anayasa hukuku profesörü Serap Yazıcı, 23 Şubat 2025’te Twitter (X) hesabından yaptığı bir paylaşımla “gördüğü lüzum üzerine” Gelecek Partisi’nden istifa ettiğini açıkladı. Yazıcı, Mayıs 2023 seçimleri öncesinde AKP ve MHP blokunun inşa ettiği otoriter popülist rejime karşı oluşturulan ve demokratik bir merkez üzerinden rejimi parlamenter sisteme geçiş yoluyla restore etme önerisi getiren Millet İttifakı’nın vaat ettiği anayasa paketinin hazırlayıcılarındandı. Merhum Ergun Özbudun’un eşi ve fikirlerinin takipçisi olma iddiasındaki Yazıcı’nın, istifasının ertesi günü AKP’nin yeni MKYK’sında olduğu duyuruldu. Partinin kongresinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kolunun kaldırılarak iktidar saflarına (bu, imtiyazlarına olduğu kadar entelektüel, ahlaki ve politik sorumluluklarına da demek oluyor) görkemli bir şekilde buyur edildiğini gördük.
Bir anayasa hukuku profesörünün, “pamuk ipliğine bağlı” zayıf bir meclis grubu bulunduğundan şikâyet ettiği partisinin oylarıyla değil de kendisinin sözleriyle siyasetin “iki büyük gücünden biri olan” CHP seçmeninin garanti görülen oylarıyla seçildikten sonra karşıt toplumsal gücün temsilcisi mahiyetindeki partiye geçmesi her haliyle politik çürümüşlük örneği sayılabilir. Özbudun’un günümüz Türkiyesi için uygun düştüğünü iddia ettiği “anayasal çürüme” kavramı tam da buna işaret ediyordur oysa. Yurttaşların devlet kurumlarına duydukları güveni yitirmeleri anayasal çürümenin önemli bir boyutunu oluşturur. Muhalefet partilerinin adayı olarak temsili demokrasilerin ana kurumu olan parlamentoya girdikten sonra iktidar partisine geçiş yapmak bu olguya sunulan değerli bir katkıdır. Yine Özbudun’un çalışmalarına referansla söyleyelim, “derinden bölünmüş” veya “kutuplaşmış” bir politik yaşamı haiz Türkiye’de, muhalefet partilerinden “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini” ilga etme sözünü alıp oy veren geniş kitleler, “cumhurbaşkanıyla görüşüp kendisinden etkilenerek” meclis aritmetiğinde ve anayasa mücadelesinde iktidarı tahkim etmeye koşan bir milletvekilini hak etmemiş olsalar gerek. Fakat bu kısa yazıda Serap Yazıcı olayına, siyasi etik veya seçim hukuku açısından değil, daha farklı yönden, anayasal gelişmeler ışığında bakmayı deneyeceğim.
Eğer ulusal ve uluslararası anayasal gelişmeleri değerlendirirken yanılgı içerisinde değilsem, Serap Yazıcı olayının Türkiye’de muhafazakâr-liberal anayasacılığın ölümünün ilanı olduğunu söylemem abartılı bir yorum olmayacaktır. Özellikle 1990’larda merkez sağ siyasetlerin gölgesinde gelişen, AKP iktidarının ilk 10 yılında büyük bir coşkuyla yeni dönemin hukuk paradigması olarak kesin zaferini ilan eden, ne var ki oksimorondan öteye geçip tutarlı bir anayasa politikası geliştirmekten uzak bir görünüm arz eden muhafazakâr liberalizmin iflası ile karşı karşıyayız. 2014-2023 yılları arasında muhalefette iken cılız bir sese sahip olmanın vermiş olduğu hınç ve kızgınlıkla da olsa gerek, muhafazakâr liberaller AKP’nin 2024 yılının son dönemecinde başlattığı siyasal hamleleri asıllarına rücu olarak görüp büyük bir hevesle kucakladılar ve “baba ocağına dönüşün” kerametlerini keşfettiler.
Belirtmeye gerek yok ki, küresel düzeyde uzun süredir liberal demokrasiler derin bir krizin içerisinde. 2019 yılında verdiği bir röportajda Vladimir Putin, “liberalizmin artık modasının geçtiğini” iddia ederek nüfusun ezici bir çoğunluğunun çıkarlarına ters düşen bu ideolojiye halkın sırtını döndüğünü büyük bir böbürlenme ile ifade etmekteydi. ABD’de ise liberalizme sağdan yapılan eleştirilerde post-liberal bir dünyaya adım atıldığı ve artık bu yeni düzene uygun yeni kavram ve değer setlerinin yazılması ya da uzak geçmişten bulup keşfedilmesi gerektiği önerilmekte. Örnekleri çoğaltılabilir, lâkin temel gerilimi şu önermeyle ortaya koyabiliriz: Popülist otokratlara göre, elitist ve soyut bir hukuk teorisinin ürünü olan liberal yargı kararları halkın iradesi ve güncel gerçek ihtiyaçları karşısında yeterli meşruiyet gücünü taşıyamazlar. Halkı temsil gücünü haiz liderin geniş bir takdir yetkisine başvurarak tayin ettiği kamusal politika uğruna bireysel haklar anayasal güvencelerine rağmen sınırlandırılmalı hatta ortadan kaldırılmalıdır. Popülist, milliyetçi otokratlar kendilerini sınırlayan “vesayet odaklarını” bir bir dağıtırlarken artık halk ile aralarında herhangi bir dolayım kurmadan hak, görev, bağışıklık ve cezalara dair taahhütler tayin etmektedirler. Eğer demokrasiden anlaşılan bu olacak ise liberal hukuk devleti ideallerine neden gerek duyulsun? Muhafazakâr liberaller bu soru karşısında mütereddit kalmaktan kaçınamazlar.
Türkiye’de 2017 anayasa değişiklikleriyle beraber liberal ve demokratik anayasal gelişmelerde tamiri zor bir aşamaya geçiş yapıldı. Bu, sadece Cumhuriyet anayasacılığı mirasının değil, Osmanlı anayasal gelişmelerinin dahi gerisine düşüşü ifade etmekteydi. Ne var ki, bahse konu illiberal ve otoriter anayasal düzen, sekizinci yılını doldurmasına karşılık bir türlü kurumsallaşamadı ve istikrarlı bir politik yapı yaratmakta başarısızlığa uğradı. Bunun yerine daimi krizler üreten ve yalnızca bu krizler sayesinde yönetebilen bir iktidar aygıtı duruyor karşımızda. Söz konusu anayasa değişikliğinin kararlı olduğu tek bir yan bulunmaktadır, o da liberal anayasacılığın normatif değerlerini tamamen olumsuzlamasıdır. İktidarın sınırlandırılması artık görünüşte bile olsa anayasa değişikliğinin amacı olmaktan çıkarılmış, yetkilerin seçmenin yarısından bir fazlasının oyunu alan tek kişide toplanması sayesinde politik gücün bağımsız kurumlar ve demokratik mekanizmalar eliyle denetlenip hesap sorulması tamamen devre dışı bırakılmıştır. Nitekim söz konusu meşum değişikliğin tahmin edilen hazırlayıcıları –ki hiçbir zaman kamuoyuna açıkça takdim edilmemişlerdir– kendilerini hiçbir zaman liberal ilan etmemiş, hatta neo-liberal çeteye karşı yürütülen bir anayasa politikasından söz etmekten çekinmemişlerdir. Bu gelişmeler, ABD’de Trumpizm’in, Avrupa’da popülist ve illiberal rejimlerin yükselişi ile uyumlu bir gidişatı göstermektedir. Yine de burada ilgi çekici olan ayırt edici bir fark, Türkiye’deki siyasal rejimin illiberal ve otokrasi sevdalısı elitler eliyle gerçekleştirilemeyen kurumsallaşma sorununa tekrar muhafazakâr liberalleri çağırıp iktidar blokunun içine alınarak çözüm aranmasıdır. Mevcut rejim, muhafazakâr liberalizm ile illiberal otokrasi arasındaki uzak akrabalığı aynı potada eritmekte ve bu ikisinin alaşımı sayesinde rejimin istikrara kavuşmasını murat etmektedir.
Argümanımı bir alegori üzerinden anlatmayı deneyeceğim. Bir padişah, alacağı kararların kendi tahtına getireceği akıbetleri tahmin etmeleri için yanında iki kâhin tutarmış. Padişah, geleceği ölçüp biçen bu kâhinlerin söylediklerinin er ya da geç gerçekleşiyor olmasından o kadar etkilenmiş ki kendi isteklerini en iyi ve zararsız şekilde formüle edilmesinden başka bir anlamı olmayan yasaları da onların yazılı hale getirmesini istemiş. Muhafazakâr liberal hukukçu kâhin, rejime siyasetin ve halkın rızasıyla işbaşı yapmış yöneticilerin bağımsız kurumlar eliyle dizginlenmeksizin meşruiyeti elinde tutabileceğini söylemiş, ama bunun bedeli olarak yönetilenlerine hukuki belirlilik ve temel haklarını vermesi gerektiği konusunda ricacı olmuş. Aksi halde geleceği gösteren küresinde padişahın tahtını sallantıda gördüğünü belirterek bir de içine korku düşürmeyi eksik etmemiş. Buna hiddetlenen padişah yüzünü öteki kâhinine döner ve ona bu sözler hakkında ne düşündüğünü sorar. Dersine iyi çalışmış olan kurnaz kâhin, yönetilenlerin kendisine itaat etmesiyle zaten padişahın onların adına özgürlüklerin anlamını ve sınırlarını tayin etmekte kesin otorite olduğunu kabul ettiklerini söyler. Hatta onların yasaları bilmeye dahi ihtiyaçları olmadığını, çünkü padişahın asla kendilerinin kötülüğünü istemeyeceğinden yana emin olduklarını da ekler. Bu sözlerle padişahın içi huzura ermiştir, ama ikinci kâhinin dalkavukluğunu bildiği için her ihtimale karşı ilk kâhini de yanından eksik etmez. İkinci kâhin ona yasallığı ve halkı nasıl boyunduruk altına alacağını tarif etse de ilk kâhinin meşruiyet ve halkı iknaya dair uyarılarını her zaman kaftanının altında tutmak istemektedir. Bu alegori, bir rejimin iç tehditlerle mücadele ederkenki güvenlik paradigmasıyla iç huzuru teminat altına alırkenki istikrar paradigmasını aynı anda hayata geçirmesinin zaruretine işaret eder.
Muhafazakâr liberalizm muhalefette kalamayan, kendini iktidara rehberlik yapma mecburiyetinde addeden bir ideolojik hat. Bu anlamda, iktidarı sınırlandırmak ve özgürlüklere dair negatif tanımlamalar çizerek neyin yasal ve meşru olmadığını belirlemek yerine iktidarın neleri yapma kudretini haiz olabileceğini, toplumsal olana dair yürüttükleri spekülatif ve metafizik sorgulamalar üzerinden siyasetin alanının nasıl genişletilebileceğini mesele edinen bir ideolojiden söz ediyoruz. Dolayısıyla ilk mesele her zaman istikrar olurken, temel haklar onlar için hep geriden geldi. Siyaset hukukun üstüne kondu. Zamanla siyasetin hukukun üstüne konmasından illiberal otokrat yeni elitler zuhur etti ve karşılarına dikilip şöyle dediler: Madem öyle, temel hakların varlığını ikincilleştirmekten daha öteye geçip neden bunları tamamen yadsımayalım?
Muhafazakâr liberal ideolojinin en büyük referansı 2010 anayasa değişikliklerinin hukukun üstünlüğüne dayalı yeni bir yönetim tekniği ortaya çıkaracağı idi, daha doğrudan bir ifadeyle Türkiye’nin nihayet anayasal bir demokrasiye kavuşacağına ilişkin iyimserlikti. Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi’nin 2010 sonrasında şekillenen yeni mimarisi ve vermiş olduğu özgürlükçü, demokrat kararlar gitgide otoriterleşen ve şahsileşen rejime karşı bir güvenlik sigortası teşkil ediyordu. Fakat beklenilen olmadı, AYM muhafazakâr-liberallerin bile içini sızlatan kimi kararları oybirliğiyle aldı veya AYM’nin bu ideale yatkın hukukçuları insan hakları ihlallerine, otokrasiye onay veren birçok davada illiberal-otoriter anayasal düzen yanlısı yargıçların çoğunluğu karşısında ancak azınlıkta kalabildiler. Ama bundan daha fenası, AYM’nin kimi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını de facto olarak bağlamamaya başladı. AYM’nin tahliye edilmesi yönünde verdiği kararına rağmen Can Atalay’ın, meclis başkanı Yargıtay’ı daha ehil ve yetkili makam bulmuş olsa gerek, milletvekilliği düşürüldü. Yürütme organı birçok defa AYM kararlarına saygı duymadığını, kendisini bağlamadığını deklare etti. Derece mahkemeleri önlerindeki dosyalara ilişkin olarak AYM’nin bireysel başvuru incelemelerinde yetki aşımı yaptığını, yargısal aktivizme giriştiğini, dolayısıyla uyulmaya değer nitelikte bir karar vermediğini ifade etmekten çekinmediler.
Anayasa yargısının işlevsizleştirildiği, gözden düşürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu gözden düşürülme mekaniğinin tespit edebildiğim kadarıyla dört adımı bulunduğunu sanıyorum: 1. AYM, yasama organının kanun yapımında bir kamusal politika belirlerken geniş bir özgürlük alanına sahip olduğunu ve yargıçların anayasayı yorumlarken meclisin düzenleme yetkisine olabildiğince saygı duyması gerektiğini önerdi. 2. Halk oyuyla seçilen yürütme erkinin siyasal alan üzerindeki olabildiğine genişleme hamleleri –özellikle de olağanüstü hal ilan ederek– karşısında AYM, anayasal yorumu siyasi egemen lehine kısıtladı ve bireysel hakların korunmasında çekimser kaldı. 3. AYM, AİHM’in ihlal kararlarını yorumlarken kendi yorumunun AİHM’le uyuşmak zorunda olmadığı gibi eşine rastlanmadık bir içtihada imza attı. 4. Bu defa aynı argüman kendisine derece mahkemeleri ve Yargıtay tarafından iade edildi: “Anayasanın yorumlanması ve somut olayın hukuka uygunluğunun değerlendirilmesinde AYM’yle uyuşmak ve onun kararlarının gereğini yerine getirmek durumunda değiliz.” Görüldüğü gibi bu mekanik, çarpıcı bir döngü izler. Yetki, ulusal ya da uluslararası yargı kurumları ve bürokratların elinden alınarak yerel siyasetçilere teslim edilir, siyasetçiler bu yetkiyi istismar ederek kurumların alanını işgal etmeye veya kolonize etmeye başladıklarında geriye yargı kurumlarının bu suistimale yanıt üretebilecek araç ve etkiden çoktan yoksun kaldıkları görülür.
Muhafazakâr-liberal anayasacılığın karşı karşıya olduğu derin problem şuradadır: 2010 öncesi dönemde Türkiye siyasetinin aksını devlete hâkim vesayet odakları ile halkın değer ve ihtiyaçlarının temsilcisi konumundaki merkez sağ siyasetçileri arasındaki çekişmede görmekteydiler. Aks bu ikiliğe oturunca siyasetçilerin güç kazanması, toplumla bütünleşmesi ve buradan aldıkları güç ile demokratik kurumları tanzim etmesi gerekecektir. Yargı gibi demokratik kurumların politik ahlak bakımından yönelecekleri hedef de, siyasetin özgürce işlemesinin önündeki kısıtları kaldırmak ve liberal özgürlükleri hayata geçirmektir. Tam bu noktada önerilen model krize girer. Yasama çoğunluğuna ve yürütme erkine kanunları ve kamusal yaşamın standartlarını belirlemekte geniş bir serbestlik verdikten sonra, bu yasa, kurum ve politikaların liberal içerik kazanması bakımından tek başvuru mercileri güçlü bir lider olmaktadır. Serap Yazıcı olayında görüldüğü üzere, bu güçlü liderin himayesi altında anayasa hazırlamaya mazhar olmak muhafazakâr liberallerin özgürlüklerin tanınması, korunması ve geliştirilmesi bakımından bildikleri tek yoldur.
Ne yazık ki, muhafazakâr liberaller; bireysel özerkliğin geliştirilmesiyle ve sivil toplumun, kamusal alanın müzakereci demokrasi aracılığıyla çoğulluğa açılmasıyla hiçbir zaman ilgilenmediler. Temel meseleleri her zaman için “sağ bir siyasal parti veya liderin” gelip sistemi demokratikleştirmesi ve kurumların da buna ayak uydurarak liberalleşmeye dönük adımlar atması oldu. Bu siyaset iştahı, onların muhalefette kalıp özgürlüklerin daraltılması hususunda toplumun nasıl güçlendirilebileceği meselesiyle ilgilenmelerine olanak vermedi. Ama popülist otokratların hemen ellerinin altında otokrasi düşkünü kâhinleri de vardır ve onların artık halk liberal özgürlüklerle ilgilenmiyor, sadece güçlü bir otorite istiyor diyerek egemenlerinin yüreğine ferahlık verdikleri ortadadır. Bu durum karşısında bir süredir gözden düşmüş olan muhafazakâr liberal elitler tekrar egemenin kendilerinin gözlerinin içine bakmasının parıltısına kapılarak, işe yarar tek kehanetleri olan bireysel hakları da ellerinden çıkarmaya razı gözüküyorlar. Yeter ki rejime istikrar aşısı zerk edilsin, zaten günümüz demokrasilerinin bedenini çoktan terk etmiş liberal hukuk devleti ruhunun geri çağırılmasına kim ne diye ihtiyaç duyar.