McVeigh, Saddam Hüseyin ve Diğerleri

9/11 kavramının hayatımıza girmesinin üç ay öncesindeydi; Birleşik Devletler Ordusu eski mensubu, I. Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin komutasındaki Irak ordusuna karşı cephede savaşmış, üstün performansından dolayı madalya dahi alan Timothy McVeigh’den bahsediyorum. “Oklahoma Bombacısı” olarak bilinen McVeigh’in aldığı ölüm cezası 11 Haziran 2001’de zehirli iğne vasıtasıyla infaz edildi.

Ardından hepimizin tanıklığında 11 Eylül-II.Körfez Savaşı süreci ve 2006’nın son günü Saddam’ın idamı geldi. İnsanın inanası gelmiyor, dün gibiydi I. Körfez Savaşı, McVeigh olayı,11 Eylül, Afganistan, sonrası, ikinci bir savaş ve...Bu noktaya gelineceğini söyleseler kim inanırdı? Fakat tarih dedikleri de bu olmalı. Yok olan sayısız insana ne demeli bu zaman zarfında. Yazıktır kelimenin tam manasıyla. Evet, 1991’de başlayan, milyonların ölümüyle sonuçlanan süreçte her iki cephenin en çarpıcı ölümleri bu infazlar yoluyla gerçekleşiyordu. Cepheleri sonradan değişse de McVeigh ve Saddam tarihte hatırlanacak en önemli figürlerden ikisi olacaktır, bu dönemden bahis açıldığında.

2004’ün son günlerinde yaşanan tsunami felaketinde 100 bini aşkın insan öldü. İki Körfez savaşında ise bu sayı bilinmiyor. Şili’de kaybolanlar, işkenceden ölenler… Bu iki kişinin adınıysa hepimiz biliyoruz. Öteki tarafta ‘sıradan’ hayatlarını kaybedenler çoktan sonsuzluk girdabında kayboldu maalesef. Maalesef tarih aşırılıkları ve farklılıkları yazıyor özel isim bazında.

Bir diğer 11 Eylül’e imzasını koyan Şili’nin kana susamış diktatörü ise geçtiğimiz 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde son nefesini verirken sıcak evindeydi muhtemelen… Saddam’la yarışacak, yarışmak ne kelime onun vahşice uygulamalarına taş çıkartacak insan hakları ihlallerine imza atan Pinochet bırakın yargılanmayı, İngiltere’nin eski başbakanı Margaret Thatcher gibilerinden dostluk ve yardım dahi gördü. Diğerleri o kadar açık vermediler fakat çok da umurlarında değildi; Şili’de olan olmuş, ölen ölmüştü. ‘Uygar dünya’ işini biliyordu.

Pekin 2008. Çok değil,iki sene öncesinin Atina’sında izlediğimiz olimpiyat ateşi gelecek sene Çin Seddi’ni aşmış olacak. Dünya üzerinde ölüm cezasının infazını bekleyen 20 bin mahkumun büyük kısmının (Uluslararası Af Örgütü’ne göre % 80 bu oran) Çin’de olduğunu bilmek insanın olimpiyat halkalarını yağlı ilmekler halinde yeniden kurgulamasını sağlıyor. Demokrasi güç dengelerinin gücü yettiğince demokrasi olabiliyor. Söylendiği gibi Çin gümbür gümbür gelir de geleceğin ABD’si olursa şimdiki zamanı mumla arayabiliriz.

New York’un İkiz Kuleleri’ne yapılan saldırının Oklahoma Bombalaması’ndan sadece üç ay sonra olması ölüm cezasının caydırıcılığını(!) gözler önüne seriyordu. Kendilerini kutsal davaları adına-bunun ne olduğu o kadar farketmez - binlercesiyle birlikte yok etmeye hazır insanların suç işledikten sonra değil de işlemeden islah-infaz edilmeleri gerekiyordu. Bu nedenle ABD’de Müslümanlara ve genel anlamda yabancılara karşı büyük bir düşmanlık başladı. En kolay hedef onlardı.

Saddam Hüseyin vakt-i zamanında ABD’nin bir müttefikiydi. McVeigh ise eski müttefik-yeni düşman Saddam’a karşı savaşan bir askerdi. İkisinin de sonu bir şekilde benzeşti. İkisi de yaşamları boyunca türlü caniliklere imza atsalar da ölümleri onurlu oldu en azından. Ne kadar olabilirse tabii...

Led Zeppelin’in Gallow’s Pole (Darağacı) şarkısı çalınıyormuş internette dolaşan Saddam’ın asılma görüntülerinde fon müziği olarak. Her türlü sanal aşağılama girişimlerine karşın Saddam Hüseyin yalvarmadı, “Cehenneme git!” diyenlere Irak’ın zaten Müttefik Güçler tarafından cehenneme çevrildiğini söyledi. Mc Veigh’in ise şu satırlar döküldü dudaklarından:

“…Kapı ne kadar dar olsa da / cezam ne kadar ağır olsa da/ kaderimin efendisi benim/ ruhumun kaptanı benim..."(*)


“Şöyle de biri vardı yahu, ne oldu ona?” Çoktandır ortalarda gözükmeyen bir sinema oyuncusu, şarkıcı ya da sakatlıktan mustarip, forma şansı bulamayan bir futbolcu aklımıza gelince söyleriz bu lafı. Bizde de bir 12 Eylül olmuştu değil mi? Hani şu 17 yaşına bakılmadan idam edilen Erdal Eren’i aklımıza düşüren. Sahi ne oldu ona, ne değişti? 12 Eylül üzerine filmler yapılır, konu bir anlamda popülerlik kazanırken, içinin boşaltılma riski olduğunu görüyorum. Sanki o filmlerde yaşananlar çok uzak bir ülkede olmuş da, şu anda gül bahçesindeymişiz hissiyatının yayılmasından endişe ediyorum. Henüz bir çocukken bilemezdim fakat, sol görüşlü Necdet Adalı ve sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu adlı mahkumların 12 Eylül darbesi bir ayını doldurmadan asılmasının ardındaki mesajı. Henüz bir çocukken bilemezdim, Buca Cezaevi’ne bir top atımlık mesafedeki evimizde usulca uyurken bir gece vakti, İlyas Has’ın darbenin son kurbanı olarak idam edilişini.

Olumlu tarafından baktığımda, Türkiye’nin ölüm cezasını kaldırması, dünyanın geri kalanın büyük bir kısmının bir adım önüne geçmesini sağladı, insan hakları açısından. Fakat; süregelen, F tipi başta olmak üzere diğer sorunlar, yasal düzenlemelerin bir bütün olarak yapılması zorunluluğunu gerektiriyor. Hani derler ya, “Öldürmekten beter yaparım” , ölüm cezası kalktı diye bir adım öndeyiz, fakat sadece bir adım.

Ölüm cezasını kaldıran ülkeler arasında, Üçüncü Dünya’ya karşı atıp tutan sağcı politikacılarıyla olduğu kadar, ünlü futbolcularıyla da tanınan Fransa, epey gerilerde kalmış. Son infaz, 1977 senesinde vuku bulmuş burada. Futbol alanında golleri peş peşe kalesinde gören San Marino’da ise 1468 yılından beri bu ceza uygulanmamış. Bu alanda çok iyi mücadele etmişler, eğer ki bunun sebeplerinden biri bu minik ülkedeki insan kıtlığı değilse. Genel bir bakışla, görünen tabloda hala en büyük soru işaretlerinden, problemlerden birisi olarak karşımıza çıkıyor bir sürü ülke için ölüm cezası. Maalesef henüz girdiğimiz 2007’de de, insanlığın çok acil ortak sorunlarından ziyade seçim ve geçimle uğraşıp duracağız sanki.

Mc Veigh Oklahoma FBI binasındaki 168 kişiyi bombalamak ve öldürmekle suçlandı, idam edildi. I. Körfez Savaşı’nda kaç kişi öldürdüğünü bilemiyoruz.

Saddam 148 kişiyi öldürtmekle suçlandı, idam edildi. Onun da çeşitli savaşlarda kaç kişiyi öldürdüğünü ve öldürttüğünü bilemiyoruz.

(*) W. Ernest Henky’in bir şiirinden.