Ertuğrul Özkök, Kenan Evren ve 12 Eylül Anayasacılığı

En çok satan ulusal gazetelerden birinin, çok okunan yazarlarından olan Ertuğrul Özkök 14.11.2006 tarihinde, “Şimdi anladınız mı o yüzde 92’yi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazının başlığını görünce, mesleki deformasyon olsa gerek okuma ihtiyacı hissettim. Burada uzun uzadıya yazıdan söz edecek değilim; başlığından da anlaşılabileceği gibi 1982 Anayasası için yapılan halkoylamasıyla ilgili. Yazar, Anayasa için verilen ‘evet’ oylarının, bilinçli ve istenerek verilmiş oylar olduğunu savunabilmek için önce uzun bir girizgâh yapma gereksinimi duymuş. 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren, Ankara’daki bir lokantada yemek yerken görülmüş ve kendi sözcükleriyle bu, “sakin ve rahat” yenen bir yemekmiş. Ardından şu soruyu soruyor Özkök; “darbe yapmış askeri bir komutan (komutanları askeri olan ve olmayan diye ayırması da dikkat çekici), demokratik bir ülkede nasıl olur da böyle bir destek alır?” Yani Yazar, Evren’in bir lokantada yemek yiyebilmesini, onun aldığı desteğe bağlıyor. Özkök bu sorunun yanıtını aramaya, adetten olduğu için önce ‘Türk aydınının bunu anlamadığı, anlasa da inkar ettiği’ saptamasıyla başlıyor. Darbenin nasıl da istenen/benimsenen bir durum olduğunu kanıtlayabilmek için iki sinema filmine, Babam ve Oğlum ile Eve Dönüş’e değinerek, iki filmin ilk hafta seyirci oranlarını karşılaştırıp ardından Eve Dönüş’ün bir yıl sonundaki bilançosunu merak ettiğini belirtiyor. Bu merakın nedeni ise belli; “daha insani olan” Babam ve Oğlum’un gişe başarısı, “bağnaz bir 12 Eylül düşmanlığı üzerine inşa edilen” diğer filmden daha büyük olursa, Evren’in rahat yemek yiyebilmesinin nedeni olduğu varsayılan ‘vatandaş onayını’ bir kez daha kanıtlamış olacak.

Özkök’ü rahatlatmak için şimdiden bir tahmin yapmak gerekse sanırım herkes, Eve Dönüş’ün daha az sayıda izleyiciye hitap edeceğini, o kadar büyük bir gişe başarısı sağlayamayacağını söyleyebilir. Ama buradan, Özkök’ün çıkardığı sonuçları çıkarmak için “Özkök” olunması gerektiği de sır değil. Makalede başka ‘pırıltılı ve renkli” saptamalar da var ancak bu yazı, gereksiz ve yararsız bir polemik denemesi olmadığı için, son bir alıntı ve kısa bir yanıtla yetinmek istiyorum. Özkök, makalesinin ortalarında şu saptamada bulunuyor: “Namuslu bir insan 12 Eylül’ün tarihini yazacaksa, buna 11 Eylül’den başlamalı.” Buna katılmamak olanaksız; zaten herhangi bir tarihsel olayın incelenmesi, o olayın gerçekleştiği günden başlamaz. Bu kural 12 Eylül için de geçerli. 12 Eylül’ün nedenleri, 1960 ve 70’lerin siyasal hareketleri, 12 Mart ve ardından gerçekleştirilen Anayasa değişikliklerinin ve darbeden bir süre önce alınan 24 Ocak kararlarının içeriği bilinmeden anlaşılamaz. Özkök, 11 Eylül’ü bilmekten söz ediyor, belki de 24 Ocak’a kadar gitmeye, o kadar da ‘namuslu insan’ olmaya gerek olmadığı içindir.

Bu yazı asıl olarak, 1982 Anayasası’nın hazırlanma aşaması ve Evren’in nasıl bu kadar rahat, gülümseyerek yemek yiyebildiğinin tüzel (hukuki) gerekçesi üzerinedir.

Anayasa’nın hazırlık aşamasına geçmeden önce, bugüne dek tanıdığım herhangi bir aydının, solcunun (Özkök’ün “bir bölüm” dediği), 12 Eylül’de Türkiye’de herşey güllük gülistanlıktı dediğine tanık olmadığımı belirtmek isterim. Bu aydınların, yine Özkök’ün tabiriyle “darbe yapanları sevmediği” ise doğru. Ancak kanımca yadırganacak olan bu değil de, bazılarının neden “darbe yapanları” sevdiğidir. Bu sorunun yanıtını da sevenler verebilir. 12 Eylül darbesinin halkın genelinde bir ferahlama duygusu yarattığı, darbecilere sempati duyulduğu da doğru (ya da liderlere büyük güvensizlik olduğu). Aksi yöndeki hiçbir sav, Anayasa’ya verilen “evet” oylarının oranını açıklayamaz. Ancak bu doğrulardan, Özkök’ün kurduğu bağlantılar, vardığı sonuçlar çıkmaz. Bu tür, neredeyse “darbeye ve darbeciye övgü” yazıları, sadece o dönem gerçeklerinin, anayasa hazırlanırken, tanıtılırken, oylanırken ve sonrasında yaşanan tüze trajedisinin üstünü ötmeye hizmet eder. Bir de genç kuşakların Evren’i Marmaris’te yaşayan ve resim yapan tonton bir yaşlı olarak tanımasına, hatırlamasına. Bu sonuçlara yol açacak her girişim, uzatmaya gerek yok, vicdan ve ahlak sorunudur.

12 EYLÜL ANAYASACILIĞI

12 Eylül’ün ardından yaşanan gözaltılar, işkenceler, idamlar, kayıplar vs. konusunda sayısız kaynak var. Son olarak Taha Parla da, 14.1.2207 tarihinde Radikal İki’de “Pinochet’nin Şili’si ile Evren’in Türkiye’si” başlıklı yazısında bazı sayılar verdi; bu nedenle aynı sayıları tekrarlamak yararsız.

12 Eylül darbesinden sonra, üç zaman dilimine ayrılabilecek bir ara dönem yaşanmıştır. 12 Eylül 1980’den, Danışma Meclisi’nin toplandığı 23.10.1983’e; bu tarihten Anayasa’nın kabul edildiği 7.11.1982’ye ve 7.11.1982’den yeni Meclis toplanıp Başkanlık Divanı’nın oluşturulduğu 6.12.1983’e dek uzanan dönem. Tüm bu süreçte güç, son söz, hiç tartışmasız MGK (Milli güvenlik Konseyi)’nin yani beş generalin elindedir (yani Özkök’ün terminolojisiyle, ‘askeri komutanlar’ın). MGK Başkanı Kenen Evren (Özkök’ün Kenan Paşa’sı) o gün radyo ve TV’de bir konuşma yapmış, bu konuşma aynı gün Resmi Gazete’de yayımlanmış ve 45-50 gün sonra kabul edilen Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ile anayasal bir nitelik kazanmıştır. Evren bu konuşmada özetle, devleti ve milleti, o millete karşı nasıl koruyup kollayacaklarını anlatmıştır. Konsey, 25.9.1980’de bir İçtüzük yaparak, TBMM’ye ait yetkileri MGK’ye devretmiştir. Bu dönemde yayınlanan çok sayıda bildiri ve alınan karar çeşitli kaynaklardan bulunabileceği için burada yer verilmeyecek. Ancak darbenin niyetini göstermesi açısından bir örnek vermek gerekirse; örneğin 15 Eylül’de yayınlanan 16 sayılı bildiri ile ‘yürürlükteki ekonomik programın sürdürüleceği’ bildirilmiştir. Yani bildiriyle Demirel hükümetinin (Turgut Özal’ın büyük katkılarıyla) aldığı ünlü 24 Ocak kararları sürekli hale getirilmiştir. Bu dönemde, hükümet ve parlamento dağıtılmış, dokunulmazlıklar kaldırılmış, sıkıyönetim ilan edilmiş, askeri mahkemeler kurulmuştur.

27.10.1980’de Anayasa Düzeni Hakkında Kanun kabul edilmiş ve altıncı madde ile, 1961 Anayasasına aykırı olan MGK işlemlerinin ‘anayasa değişikliği’ olarak yürürlüğe gireceği ilan edilmiştir. Yani Anayasa (1961) sıradan karar ve işlemlerle değiştirilmiştir. Bu durum, darbecilerin herşeyi tüzeye uydurma isteklerinin ne denli akıl ve tüze dışı sonuçlar verebildiğinin de güzel bir örneğidir. Anayasayı hazırlayacak olan iki kanatlı (MGK ve DM) Kurucu Meclis 29.6.1981’de kurulmuş ve Ekim’de çalışmaya başlamıştır. Yani darbeciler işlerini pek aceleye (!) getirmemiştir. DM (Danışma Meclisi)’nin 160 üyesi de MGK yani beş general tarafından seçilmiştir. Meclis’te son söz her zaman MGK’nindir. 16.10.1981’de bütün partiler kapatılmıştır. Partilere ilişkin her türlü görüş bildirimi dahi yasaklanmıştır. Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki Anayasa Komisyonu (15 kişi) 1981 Kasım’ında çalışmalara başlamış ve tasarı Ağustos 1982’de DM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanmıştır. Komisyon çalışmaları kapalı olduğundan hazırlanan metin bilinememiş, 5. Ağustos’ta yeni bir karar alan MGK, siyasal partilerin yöneticileri dışındaki üyeleri ve basın, üniversite gibi kuruluşlara sınırlı bir tartışma serbestisi getirmiştir; ancak şu ‘eğlenceli’ sınırlamayla: “…münhasıran Anayasa taslağının geliştirilmesi maksadı içinde kalınacak, Anayasa’nın halkoylamasında, halkın vereceği reyin nasıl olması gerekeceği hususunda etki yapacak herhangi bir telkinde bulunulmayacak…”. Tasarı 23. 9. 1982’de DM, 18.10.1982’de ise, çoğunda gerekçesini açıklama gereksinimi dahi duymadıkları değişiklerle MGK tarafından kabul edilmiştir.

21.10.1982’de çıkan kararla, Anayasa’nın devlet adına resmen tanıtılması görevi ‘resmen’ MGK Başkanına, yani sonradan resim sanatına merak salacak K. Evren’e verilmiştir. Tahmin edilebileceği gibi konuşmaların ‘eleştirilmesi’ de yasaklanmıştır. Anayasa 7.11.1982’de oylanmış ve seçmenlerin %91.27’sinin katıldığı seçimde Anayasaya %91.37 evet, 8.63 hayır oyu çıkmıştır. MGK, bu tarihten 6.11.1983’e dek Meclis yetkilerini kullanmaya devam etmiş, MGK, seçimlere katılacak adaylar ve partiler için kendisine ‘veto’ hakkı tanımıştır. Dolayısıyla seçimlere ‘sakıncasız görülenler’ katılabilmiştir. 6 Aralık’ta MGK ve DM’nin varlıkları son bulmuş, Evren Anayasa için yapılan halkoylamasıyla Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılmıştır. Kuşkusuz MGK etkisi, Cumhurbaşkanı Konseyi, özel ‘veto’ düzenlemesi, siyasetçi yasaklamaları vs. gibi yöntemlerle uzun süre devam etmiştir. Evren’in etkisini, gücünü daha iyi anlatabilmek için şu örnek yerinde olabilir: Kenan Evren, yukarıda anlatılmaya çalışılan ‘dönemler’ göz önünde bulundurulduğunda, 1983 yılının Temmuz ayına dek, MGK Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığını görevlerini aynı anda yerine getirmiştir ki, tarihimizde bir ilktir.

Görüldüğü gibi, 1982 Anayasası’nın hazırlanış ve kabul ediliş sürecindeki hiçbir uygulama, demokratik anayasa koyuculuk kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Bu süreçte, göreli de olsa serbest faaliyette bulunan partilerden, sivil toplumdan, kamuoyunun sağlıklı bilgilendirilmesi amacından, sınırlı da olsa demokratik yöntemlerle oluşturulan meclislerden eser yoktur. ‘Darbe ortamında ne demokrasisi’ diyenler, yine bir darbe ardından hazırlanan 1961 Anayasası’nın 27 Mayıs günlerini, Kurucu Meclis aşamasını ve sonrasını inceleyebilir. 27 Mayıs darbecileri, anayasayı hazırlarken, toplum kesimlerinin katılımını (kuşkusuz çok sınırlı da olsa) sağlamaya çalışmışlardı. Tabii ikisi de askeri darbedir ve bu açıdan olumlanmamalıdır ancak amaç ve ürünleri açısından özdeşlik kurmak da hata ve insafsızlık olur.

Sözün özü, 12 Eylül’ün ardından beş general, canlarının istediğini yapmış, üstelik seçimin plebisiter niteliği nedeniyle (Anayasa kabul edildiğinde Evren’in de Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılması) evet oylarının Evren’e mi, Anayasaya mı verildiği de anlaşılamamıştır.

İşte bu nedenlerle, 1982 Anayasası için yapılan halkoylamasında yaklaşık %92 evet oyu, sadece zarflar şeffaf olduğu ya da askerler sandıkların başında beklediği için verilmemiştir. Bu oy oranında, halkın siyasetçilere güvensizliğinin, şiddet olaylarından duyulan endişe ve korkunun ve hiç kuşkusuz yukarıda anlatılan askeri rejim uygulamalarının payı vardır. Bu ‘pay’ görmezden gelinerek yapılan yorumların sadece cehaletten ya da unutkanlıktan kaynaklanmadığını düşünmek ise, herhalde ‘kötü niyet’ olarak kabul edilmemelidir.

Kenan Evren’in yemeğini rahatça yiyebilmesinin tüzel gerekçesine gelirsek. Sözü uzatmaya gerek yok; siyasal ve toplumsal nedenleri bir yana, Evren’in bugün herhangi bir lokantada ‘rahatça’ yemek yiyebilmesinin tek tüzel nedeni, Anayasa’nın Geçici 15. maddesidir. Bu maddenin sadece adı ‘geçici’dir. Kısaca, 12 Eylül dönemini bir bütün olarak korumayı amaçlamaktadır. Maddenin, o dönemde çıkarılan ve yıllarca anayasaya aykırılıkları ileri sürülemeyen yüzlerce yasayı koruma altına alan üçüncü fıkrası 2001 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak kişileri güvence altına alan birinci fıkra halen yürürlüktedir. Buna göre:

“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”

Anayasa’nın kabul edildiği günden bugüne, 25 yıldır, Özkök’ün “darbe sevmezler” olarak adlandırdığı kişiler tarafından kaldırılması gerektiği sıkça dile getirilen bu hüküm ne yazık ki yürürlüktedir. Bugüne dek hiçbir hükümet, hiçbir meclis çoğunluğu utanç verici bu düzenlemeyi kaldırmayı göze alamamıştır. Dillerinden demokrasiyi, hukuk devletini düşürmeyen iki yüzlü iktidarların hiçbiri, bu zırhı delme onurunu yaşayamamıştır.

Dolayısıyla Kenan Evren’in Marmaris’te resim yapabilmesi ve Ankara’da lokantaları onurlandırabilmesinin tek tüzel nedeni, Anayasa’nın kendisidir. Bir de Anayasa’nın söz konusu fıkrasını değiştirmeye cesaret edemeyen (ya da gerek duymayan) parlamento üyeleri. 12 Eylül ve darbecilerden söz ederken, bu gerçekler hiç yokmuş gibi davranabilmeye neden olan ruh halinin anlaşılabilmesi ise benim değil, başka alanlardaki uzmanların işi olsa gerek.