Son haftalarda yaşadığımız krizi bir psikanalist olarak anlamaya çalışıyorum. Yazdıklarım kendimce bu durumu anlama denemesi. Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz ve korona sonrası hayatımızın ve dünyanın başka olacağına işaret eden çok şey var. Aslında korona üzerinden kendimizi anlamak, bu süreç sonrası konumlanmamıza da yardımcı olabilir. Kendimi onunla eşitlemekten çok ruh halimi anlatmak için, Sait Faikçe söylersem “yazmasam deli olacaktım”... Yazmak, bir nevi anlamak biraz da...
Bir olguyu anlamak için geçmişe bakar, geçmişte yaşananlarla karşılaştırırız. Bu pandemide geçmişe dair karşılaştırabileceğimiz bir örnek yok. Yaşanan, bugüne kadar benzeri görülmemiş bir şey. Bu konu tartışılırken daha çok bugün ne yapılması gerektiği ve gelecek konuşuluyor. Örneğin geçmişte benzeri olguların yaşanıp yaşanmadığı, kişisel tarihimizden bildik gelen bir şey mi gibi sorular ise hiç sorulmuyor. Bir olay yaşanır, bunun tarihsel anlamlandırması daha sonra gerçekleşir. Tarihte ender yaşanan bir şey vardır. O da o an tarihin yeniden yazıldığını, ânın tarihsel önemini onu yaşadığımız anda fark etmektir. Mesela 11 Eylül 2001'de ABD'de olanlar, ya da 15 Temmuz 2016, bu anlara birer örnektir. O sırada tarihe tanıklık ettiklerinin ve tarihî bir ânın içerisinde olduklarının farkına varabilenler onu tarihselleştirerek yaşar. İşte bu pandemi de bana göre böyle ender durumlardan biri.
Mesela Adapazarı depremi de olağanüstü bir durumdu, Maraş Katliamı ya da Madımak Oteli’nde aydınların yakılması da. İnsanlar ne kadar bu ender durumlara tanık olur; bu anların olağanüstülüğünü fark etseler de, bu olaylar kültürde, davranışlarımızda, ilişkilerimizde ve yaşam biçimimizde radikal değişikliklere yol açmadı. Hem travmayı birebir yaşamayanlar, hem de tanıkları açısından durum böyle oldu. Etkilendik, üzüldük, kızdık, altüst olduk ama hayatımızı büyük oranda değiştirmeden sürdürdük. Bir şeyi ilk kez yaşıyoruz. Travmatik durumun dışında kalan birey ya da gruplar yok, sadece Türkiye’de değil, dünyada yok. Travma durumu/ânı geçtikten sonra travma yaşamayan birey ve gruplar travmayı yaşayan insanların hayatlarının normalleşmesinde destek olur ve onları stabilize ederler. Böyle bir grup yok. Ayrıca travma ânı/süreci bittiğinde geri döneceğimiz normalite bizim tanımadığımız, yabancılık duyacağımız bir normalite olacak. Yani işe maskeyle gitmeye devam edeceğiz, “merhaba”mızın iki mertrelik mesafesi olacak. Bu duruma yabancıyız ve bu yabancılık ürkütücüdür... Travma sonrası, yaşananın travmatik kalıcı etki bırakmaması biraz da travma öncesindeki normalleşmeye dönmemize bağlı. Korona sonrası geri döneceğimiz normalite anormal olacağa benziyor. Burada koronaya özgü bir zorluk var: Yaşadığımız travmanın artçılları da olacak, işsizlik, iflaslar, yoksulluk ve gelecek kaygısı gibi. Travma sonrası kendimizi ne kadar güvencede hissedersek travmanın etkisi azalır. Hepimiz travmatik olaylar, anlar, durumlar yaşarız. Her yaşanan travmatik durum travmaya yol açmaz, çünkü bireyin travmayı önleyecek savunma mekanizmaları ve gelişkin ben’i bunu önler. Mesela ağır bir ameliyat geçiren, acıdan kıvranan bir insanın yaşadığı şey “tramatik” bir andır ama bu insan iyileştikten sonra normal hayatına dönebilir ve travmayı atlatmış olur, kalıcı etkiler olmaz. Normalliğin kaybolması ve yeni oluşacak durumun normalleşmesinin zaman alacağı, bu zaman içinde başka anormalliklerin olacağı durumu zor hale getiriyor. Kriz süresince bizden binlerce yılda oluşturduğumuz ritüellerden, kültürden vazgeçmemiz istendi. Önce bizden tokalaşmamamızı istediler. Budistler ya da Aleviler gibi selamlaşmayı uygulamakta pek zorlanmadık. Önce müsamere çocukları gibi biraz garip, biraz yabancı geldik kendimize. Ama çabuk alıştık bu duruma. Bu uyguladığımız selamlaşma biçiminin içimizde henüz bir karşılığı yok. Aslında hızlıca yeni bir kültür oluşuyor, hem de yüzlerce yıl gerekmeden. Bu olağanüstü durum sona erdiğinde “hadi okul tatili bitti, kaldığımız yerden devam edelim” misali devam etmeyecek yaşam, edemeyecek. Çünkü yaşadığımız durum, azıcık günlük hayatın dışına çıkmaya zorlanmak, ya da “realitenin tatili” değil. Bilakis realitenin kendisi. Bu yeni oluşan kültürü de işte bu realite zorluyor. Yaşam normale döndüğünde bir çırpıda terk edip bir yerlerde bıraktığımız ritüellere geri döneceğimizi sanıyoruz. Diğer yandan kriz sırasında edindiğimiz bazı ritüeller de farkında olmadan yaşamımıza eklemleniyor. Her ne kadar korona dönemi sonrası yaşamı, geçmişte sürdürdüğümüz yaşamın devamı biçiminde kurgulamamız krizle baş etmemizi kolaylaştırsa da bazı ritüeller bir daha geri gelmeyecek biçimde hayatımızdan çıktılar bile.
Aslında son yıllarda “kültür” ve “kültüre uyum” konusunda ciddi sorunlar yaşıyoruz. Elli yıl önceye gidelim... O zaman transistörlü radyo vardı. Bu radyonun bir de kültürü vardı. Evde, radyodan sorumlu biri olurdu, aleti o açar ve kapatırdı. Bu ritüel bir kahramanlık, bir erk şovunu da içeriyordu. Genelde erkek egemen toplumda bu radyodan “sorumlu kişi” bir erkekti. Yani aile hiyerarşisinde üstteki bir kişi radyodan sorumlu olurdu. Radyo dinlendikten sonra kapatılır ve üzerine elişi bir örtü konurdu. Radyoyla aynı zamanda estetik, biraz da erotik renkli bir ilişki kuruluyordu. Radyo kapandıktan sonra dinleyicilerin, film bittikten sonra izleyicilerin sinemayı terk ettiği gibi, dağılır, günlük hayatlarına geri dönerlerdi. Daha sonra televizyon radyonun pabucunu dama attı ve önce siyah beyaz, daha sonra renkli ve çok-programlı olmak üzere benzer bir işlev üstlendi. Ancak eskiden teknik gelişme insanlara teknolojik aletleri hayatlarının içine sokma, aldıkları aletlerin kültürünü oluşturma zamanı veriyordu. Bize bugün garip gelse de insanların aletleri hayatlarına entegre etmek, aleti kullanmayı öğrenmek için zamanları vardı. Son yıllarda teknolojik gelişmenin hızı böyle bir kullanma kültürü oluşmasına zaman tanımıyor. Daha biz aleti kullanamayı öğrenirken yeni fonksiyonlarla yeni modelleri piyasaya sürülüyor.
Sigmund Freud psikanaliz kuramınında savunma mekanizmalarından, bu mekanizmaların gerekliliğinden söz eder. Bu mekanizmalar patalojik de olabilir, şayet işlevlerininin dışına çıkıyor ya da olması gerektiğinden daha fazla kullanılıyorsa. Sigmund Freud’un kızı Anna Freud, savunma mekanizmalarını ayrıntılandırıp sistematik hale getirdi. Bu savunma mekanizmalarına paralel olarak insanlarda entegrasyon mekanizmaları da vardır. İsviçreli etnopsikanalist Paul Parin ise bu uyum mekanizmalarını (Anpassungsmechanismen) sistematik hale getirerek işlevlerini tanımladı. Özellikle göçmenlik psikolojisini incelediğimizde uyum mekanizmalarına aşırı yüklenmenin mekanizmaların çökmesine yol açtığı ve bunun da insanlar için ağır sonuçları olduğunu biliyoruz. Uyum mekanizmaları kültürel değişimin hızlı olduğu dönemlerde de çözülebilir ve insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki yapar. Teknolojinin hızlı gelişmesi bana göre uyum mekanizmalarını çok zorluyor. Bu gelişme sadece aletleri hayatımıza sokmakla kalmayıp aletler üzerinden çok-kültürlülüğü öngörüyor ama bu kültürleri entegre etmekte zorlanıyor.
Korona bizi çok hızlı biçimde teknolojik değişiklikleri hayatımıza almaya zorladı. Yıllardır evden çalışmaktan (home office) söz edliliyor, eğitimin inernet üzerinden olması isteniyordu ama buna karşı ciddi bir direnç vardı. Bir günde evden çalışma uygulanmaya başlandı. Üst bir güç (sağlık) çok şeyi değiştirdi. Üç ay önce okulların aynı anda, dünyanın birçok ülkesinde kapatılacağı hayal bile edemezdik. Eğitim ve okul ulus-devletin kutsalıydı. Bu kurumda ulusal eğitimle çocuklar “tornadan geçirilir”, ağaç oldukları için de “yaşken eğilir”ler, ulus-devletin istediği çıta, klas ve odun olmaları konusunda yönlendirilirler. Eşekler, inekler, fareler okula gitmemesine rağmen sanki “okula gitmek” kültürel bir sonuç değil de doğamızın bir parçası gibiydi. Sanki on bin yıldır insanlar dünyanın her yerinde, her kültürde altı yaşına gelince okula giderlermişçesine içselleştirilmişti. İnsanlık tarihi açısından bu kadar kısa bir zamanda hayatımıza böylesine eklemlenmiş okullar kapatıldı. Birkaç hafta önce birçok İslâm ülkesinde camilerin kapalı olabileceğine içimizden kaç kişi inanırdı? Kiliseler kapalı... Hac ziyaretleri virtüel olacak neredeyse. İnsanlar toplu ayinler üzerinden tanrılarıyla kurdukları ilişkilerini dondurdular... Birkaç hafta içinde yaşaığımız gerçek benim hayal sınırlarımı zorluyor. Son on yıldır psikanalizde online terapiler tartışılıyordu, ama bu terapilere bir direnç de vardı. İlişkilerimizin vazgeçilmezleri bir insanı birebir yaşamak, onların davranışlarını, mimiklerini görmek, onları aktarım ve karşı aktarımla hissetmek psikanalizin kaçınılmazıydı. Freud’dan bu yana divan olmadan psikanaliz düşünülemezdi. Koronayla birlikte bu durum bir gün içerisinde değişti. Bu kadar değişimin hayatımıza girmesi uyum mekanizmalarımızı zorluyor. Bu çok sayıda ve hızlı değişimler bazı soruları da beraberinde getiriyor: Bir paradigma değişikliği mi yaşıyoruz? Daha önceden oluşmaya başlayan virtüel gruplar yaygınlaşıyor. Modernden dijital moderne mi geçiyoruz?
Grup olmak, toplanmak biraz tarih oluyor herhalde. Virtüel gruplarımız var. Bu süreç internetle birlikte oluşmaya başlamıştı. Bu grupların buluşma mekânları da virtüel sitelerdi. Site eski Yunanlılarda şehir anlamına geliyor. Yani kendi virtüel köy ve kentlerimiz kurulmuştu/kuruluyor. Sosyal ilişkilerimiz değişiyor ama insani gerkeksinimlerimizin bazıları değişmiyor. Kentleşiyor ve bireyselleşiyoruz. Bir yandan büyük aile, köy ve kasaba hemşeriliği kayboluyor. Bu yitiği kurduğumuz virtüel köylere üyeler kazanarak, yitiği dönüştürerek bulmayı deniyoruz belki de. Köylerde, kasabalarda toplu yemek törenleri vardı mesela. Onlarca insan bir masada oturur, birbirlerine “afiyet olsun” dilerdi... Virtüel köylerde yediğimiz yemeğin fotoğrafını paylaşıyoruz... Onlarca insan, virtüel köylülerimiz “afiyet” diliyor. Belki kendimize itiraf etmeye zorlanıyoruz ama, onlarca insanla birklikte aynı masada, aynı yemekleri yemeyi de özlemişiz galiba. Köylerimizi terk etmiş olsak da virtüel köylerimiz ve bu köyün yemek törenleri var. Virtüel acılarımız, virtüel yaslarımız var... Bu değişimin bizim için psikolojik açıdan, yeni olanın entegrasyonu, eski ve yitirdiklerimizin yüklediği yas, hüzün, keder gibi bedelleri olacak. Psikanalizde Ben ve Kendi olarak adlandırılan konstrüktler bedene bağlıdır ve bedensiz düşünülemezler. Virtüel hayat bu varsayımın önemini gözler önüne serdi. Sadece yüzümüzü gördüğümüz, sembolik olarak bedenin yok olduğu/uzakta olduğu ilişki biçimlerinde sıkıntılar yaşanacağını düşünüyorum. Vesikalık fotoğrafların iletişimi gibi dijital ilişkiler, bedenin ilişkinin dışına çıkarılması iletişimde ciddi bir eksiklik yaratacak gibi görünüyor. Sadece beden değil, bazı algılama organlarımız ve algılama çeşitliliğimiz de azalıyor. Koklama, dokunma dijital ilişkilerde eksik, çünkü algılamanın sınırlandığı bir ilişkilenme var. İletişim mekânsız ve bu mekânın yarattığı atmosfersiz gerçekleşemez. En önemli algılama kısıtlaması ise iletişimin sırasında mekânın ve o ortamın bizde bıraktığı etkinin olmaması. Virtüel iletişimde bir değil, iki insanın bulunduğu iki farklı mekÂn ve iki farklı atmosfer var. Ortak mekÂn ise baktıkları kamera ve ekran. Ortak ama aynı değil, çünkü her iki insanın kamerası da, ekranı da farklı mekânlarda ve farklı aletler. Narsistin öyküsünü bilirsiniz. Online sohbetlerde sadece ötekini değil, aynı zamanda kendimizi de görebiliyor ve izleyebiliyoruz. Bu uzun bir konu aslında... Psikoljik faturada bunlar da olacağa benziyor.