Martinikli yazar ve dekolonyalist hareketin en önemli isimlerinden Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabında Paris’te “Batı medeniyeti”nin fikri değil, bizzat kendisi ile tanışmış siyah (Negro) bir kişinin his dünyasını tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Bu birçok yönden zengin ve vurucu metnin sonlarına doğru Fanon, Hegel’e atıfla, siyah insanların, beyaz insanlara nazaran özgürlükleri için çabalamadıkları ve, bu nedenle, onu hak ederek kazanmadıkları hissiyatı içinde olduklarını söyler, zira “Tarihsel açıdan bakınca,” diye ekler Fanon, “beyaz adam, efendi olmanın verdiği kudretle,” bir gün siyah insana dönmüş ve demiştir ki, “bundan sonra artık özgürsün.” Bunun sonucu olarak, Fanon, siyah insanın özgürlüğün bedelini bilmediğini iddia eder. Ne hafızasında özgürlük için savaşmış olmanın hatırası ne de bilincinde özgürlüğün getirdiği kaygının izleri vardır.
Ne var ki, Fanon ekler, siyah insan özgürlüğün bedelini bilmediğinin gayet farkındadır: “Beyaz adam der ki: ‘Aramızda bir fark yok.’ Halbuki, siyah kişi bir fark olduğunu bilir. O farkı ister,” diye yazar. Fanon’a göre siyah kişinin içinde tufanlar kopmakta, ödeyemediği o bedeli ödemek için beyaz adamın ona lanet okumasını beklemektedir, çünkü ancak bu şekilde beyaz adamın bir gün “Hadi artık zencilere karşı iyi davranalım,” kararıyla imkânsızlaşan o mücadeleyi verebilme ve “kendi hakikatine sahip bağımsız bir bilince” kavuşma imkânına erişebilir: “Eski köle insanlığına meydan okunmasını ister, çatışma ister, isyan ister. Ama,” diye ekler, Fanon, “artık çok geçtir.”
Bilim ve teknolojiye geç kalmak
Merak edenler bu klasik eseri okumaya ve etrafında şekillenen bin bir tartışmaya dalabilir. Benim amacım her ne kadar hiçbir zaman kolonize edilmemiş olsa da benzer duygulara, benzer farkındalıklara ev sahipliği yapan Türkiye’deki muhafazakâr düşünceyi anlamaya çalışmak ve bunu da Fanon’un analizindeki anahtar bir kavram -daha doğrusu “duygu”- etrafında yapmak: “bedel ödeyememek.”
İddiam şu ki, Türkiye’deki muhafazakârlığın iki temel niteliği var. Birincisi, bu muhafazakârların kendilerini, içinde bulundukları teknoloji ve bilim ile yeniden inşa edilmiş bu yeni dünyaya “ait” hissedememeleri. Kendilerini bu dünyaya ait hissedememelerinin en büyük nedenlerin biri ise dünyanın bu değişim sürecine dahil olamamış, dünyanın şu anki durumuna gelebilmesi için herhangi bir bedel ödeyememiş hissetmeleri. İkincisi ise, tüm bunlara rağmen, muhafazakârların, bu dünyada yaşamaktan ve bu dünyanın nimetlerinden faydalanmaktan imtina etmemeleri, daha doğrusu edememeleri. Yani tam da Fanon’un dediği gibi, siyah tenlere ve beyaz maskelere sahip olmaları.
Yukarıda söylediklerim şunu varsayıyor: “Aidiyet” denilen kavram, doğrudan ödenen bedel ile ilgili. İzin verin bu mevzuyu kısaca irdeleyeyim.
Kavramlar ancak yaşanarak insanlarla bağ kurar, onların olur. Yaşanmamış kavramlar, boştur ve insan üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Halk deyişi ile bir kulaktan girer, ötekinden çıkar. Bu şu demek. Mesela, eğer “Türk” olmak yalnızca bir kavram değil, bir his, bir duygu ve dahası bir aidiyet ise, Türk kimliği için bedel ödemiş olman gerekir. Bu durum yalnızca uluslar için geçerli değil; daha küçük ölçeklerde de hayat bu şekilde işler. Örneğin, Boğaziçililik eğer bir kimlik ise, kendini bu kimliğe en içtenlikle ait hissedenler, onun için en büyük bedeli ödeyenlerdir (aylardır her gün bıkmadan, usanmadan protesto gösterileri yapan ve bunun karşılığında işini kaybeden ve/ya mütemadiyen kaybetme riski ile yaşamak zorunda olan akademisyenler gibi). Mevzuya tersinden yaklaşacak olursak, hayatı boyunca silah nedir duymamış bir yerliye istediğiniz kadar bu kavramı anlatın, yerli bu kavramı kendi yaşam dünyasında bir yere oturtamayacaktır. Ne zaman ki, kurşun bir yakınına saplanır, o zaman “silah” yaşanmış olur ve yerli, silah nedir, bilir.
Teknoloji ve bilimle yeniden inşa edilen bu yeni dünya
İnsanlar, genelde teknolojiyi etkisiz bir eleman olarak görür ama, işin aslı, teknoloji de aslında yaşanan bir şeydir. Bu mevzuyu da irdelemek gerekiyor.
Teknolojiyi, yalnızca dilediğinde kullandığın bir obje olarak görmek aslında şu demektir.
Ben X adlı bir insanım, beni bu X adlı insan yapan faktörlerin, kullandığım ve içinde yaşadığım dünyayı saran ve değiştiren teknolojilerle ilgisi yoktur. Ben teknolojiyi yaratırım, teknoloji beni yaratamaz.
Başka bir deyişle, bu görüş, insanı, o içinde yaşadığı dünyadan önce gelen bir özde arar.
Ben aldığım kararları zaten alacak, yaptıklarımı zaten yapacaktım. Teknoloji, tüm bu araçlar, tüm bu dünya, aldığım kararların üzerine geldi.
Bu şekilde insan ve dünya birbirinden ayrılmış ve insanın bir dünyada yaşıyor olduğu gerçeği, ikincil, arızi bir durum olarak paspas altı edilmiştir. Halbuki dünyada yaşamayan bir insana rastlanılmadığı gibi, insanı dünyayı oluşturan o muazzam karmaşık süreçlerden bağımsız anlamak da mümkün gözükmemektedir. Yani, teknikten önce gelen bir öz, yoktur. Bu aslında çok basit bir sezginin dışavurumudur: ne yapıyorsan o’sun. İnsan esasında, bir alışkanlıklar demetidir. Kısacası, Adıyaman’da değil de, Amsterdam’da doğsa idin, aynı aileye bile doğmuş bulunsan, çok farklı biri olacaktın.
Mevzuya dönersek, son üç yüz senedir, özellikle son yüz senedir, ama bilhassa son otuz senedir, muazzam bir şekilde hızını arttırarak, yeniden inşa edilmekte olan bu yeni dünyanın ana aktörü, bilim ve teknoloji. Ve şu an anlatılması önem teşkil etmeyen muazzam bir küresel optimizm ve kimileri için son derece kârlı, sınırlar arası teknoloji ve sermaye transferi ile hepimiz bir şekilde kendimizi bu yeni dünyada yaşıyor bulduk. Artık en yaşlısından en gencine herkes bu yeni dünyaya, farklı derecelerle de olsa, bağlanmış durumda. Beş yıl önce hayatında klavye görmemiş insanlar artık ellerinde telefon, dünyanın öteki ucuyla kameralı görüşme yapıyor (ve hâlâ, mümkün ki, klavye nedir bilmiyor).
Değişen dünyaya katkıda bulunamamak
Gelgelelim, eğer bizim teknoloji ürettiğimiz kadar teknoloji de bizi üretiyorsa, hepimizin yaşadığı bu dünyaya, peki bizim katkımız ne oldu? Bu dünyaya biz ne kadar “ait”iz? Başka bir deyişle, bu dünya için ne kadar bedel ödedik? Yukarıda Fanon’dan alıntıladığım şekilde, acaba beyaz adam bir gün geldi ve “Müslümanlara karşı iyi olalım, onlara birkaç alet, hırdavat verelim,” mi dedi? Yoksa oluşumuna, gelişmesine ve ilerlemesine katkıda bulunamadığımız bir sürecin sonucunu mu yaşıyoruz? Çok fazla şeyler yaşandı; icatlar, devrimler, savaşlar -bunların sonunda yeni bir dünya yaratıldı ve biz kendimizi bu dünyanın içinde bulduk. Peki kimse bize sordu mu, siz ne istiyorsunuz, siz ne yapıyorsunuz, sizin tüm bu süreçte rolünüz nedir, diye?
Her ne kadar, zaman zaman, çeşitli cenahlardan farklı insanlar, o yüzyıllar önce yaşanmış, İslâm’ın bilim çağını ve “Batı”nın İslâm medeniyetine borcunu anımsatsa, algebra kelimesinin aslında Arapça olduğunu eklese de, şu yaşadığımız konjonktürde bunu hissedemiyoruz; kavram hissetmeye yetmiyor zira hatıralar çok çok uzakta. Aynı Fanon’un Siyahları gibi, muhafazakârın içinde de yangınlar var; çatışma ve isyan arzusu var, çünkü bedelini ödeyemediği bir dünyada yaşadığı hissiyatı ağır basıyor. Kısacası, bu dünya onun dünyası değil. Muhafazakâr, muazzam bir evsiz aslında; ait olmadığı bir dünyada yaşıyor. Dinmeyen öfkesi, değişimle mücadele edememesi, her yerde, her insanda fesat görmesinin nedeni bu. Fanon bu mevzuda da haklı: muhafazakâr için “objektivite” düşmanın ta kendisi olmuş vaziyette. “Normal” olan her şey onun altını oyuyor. Dünya, devamlı ona karşı komplolar üreten sonsuz bir rezervuar.
Bu durum, sahip olduklarının bedelini ödemediği hissiyatı ile yaşamak nasıl bir şeydir bilmeyen muhafazakârın zihnine katlanılması zor bir yük bindiriyor. Bir şekilde o bedeli ödemeli, ama ne yazık ki, yine Fanon’un dediği gibi, bu bedeli ödemek için de “çok geç” olduğuna inanıyor. Peki akıl sağlığı ve haysiyetini tehdit altında hisseden muhafazakârın bunları koruyabilmek için kullandığı araç ne?
Geçmişin yeniden inşası ve muhafazakârın partizanlaşması
O araç, “geçmiş”. Fakat ona erişmek bu dünyada savaşmadan mümkün olmadığı için, muhafazakâr, Carl Schmitt’ten bir alıntı yapmak gerekirse, partizanlaşıyor. Başka bir deyişle İslâmcılaşıyor. Teknoloji ve bilimle yeniden inşa edilen ve bedelini ödemeden içinde yaşamak zorunda kaldığı bu dünyaya cevap olarak muhafazakâr, her şeyin çok farklı, çok güzel, mutlu, samimi, temiz ve tam da olması gerektiği gibi olduğu o “yerel geçmiş”i üretiyor ve o geçmişe ulaşmak için elinde ne araç varsa kullanmaktan (beyaz maskeleri takmaktan) geri durmuyor. Bu “Batı dışı” harikulade medeniyet tasavvuru, muhafazakâra hem bedeli bir zamanlar “kendi” tarafından ödenmiş hem de hâlâ daha ödenmesi mümkün olan bir alan sağlıyor ve bu dünyada ona da yer olduğu hissini pekiştiriyor. Yani, ona bir ev sunuyor. Gelgelelim, insanın bilincini bu şekilde “yaşadığı dünya” ve “yaşanması gereken dünya” olarak keskin bir biçimde yarıp, ilkini reddederek tamamen ikinciye odaklı yaşaması da, olan biten ile ilgisini kaybetmiş, ikna edilmesi mümkün olmayan, paranoyak -kısacası, son derece sağlıksız- bir özne tipinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Her geçen gün, hayalleri/idealleri ile halihazırda yaşadıkları arasındaki uçurum açılan ve her gün bilincindeki bu yarılmanın yarattığı ikilem ve çelişki ile partizan taktik ve stratejilerle mücadele etmeye çalışan muhafazakâr, en makul çözüm olarak inkâr etmeyi seçiyor. Ancak bu şekilde “objektif” olarak yanlış olan olguları bu kadar özgüven ile doğruymuş gibi yaşayabiliyorlar, zira İslâmcılaşan bir muhafazakârın “dünya” ile kurduğu tek “gerçek” ilişki, partizanlık. Başka bir deyişle, dünyanın onun için tek değeri, o geçmişe ulaşmak için sağladığı yarar.
Özetle, bana kalırsa, muhafazakârın bugün dünyaya açtığı savaş, aslında dünyadan (Batı vs.) nefret ettiğinden değil; bilakis, bu dünyanın oluşumu için herhangi bir bedel ödeyemediğine inandığından yaşanan bir savaş. Ödenemeyen bedeller, ödenmesi istenmeyen bedellere, oradan ise ödenmesi yanlış olan ve en nihayetinde katiyen ödenmemesi gereken bedellere -yani İslâmcılığa- doğru evrilerek, muhafazakârın, her şeye rağmen, geçmişte değil, bu dünyada yaşadığı gerçeği ile baş etmesine yardımcı oluyor. Muhafazakâr, bu şekilde, partizan da olsa, o beyaz maskeleri taksa da, “kirlenmediğine” kendini inandırabiliyor.
Peki bu derin yara, nasıl iyileşir?
Birçok akademisyen son yıllarda “küresel tarih” yazımına başladı. Tarihi medeniyetlerle değil, gruplar, mekânlar vs. arası etkileşimlerle okumaya çalışıyorlar. Bu görüşe göre, son üç yüz senede teknoloji ve bilimle kurulan bu yeni dünya aslında Batı’nın değil, çok daha karmaşık küresel bir sürecin eseri ve bu küresel sürece yalnızca Batı değil, birçok aktör katılmış durumda. Gelgelelim, bu tarih yazımı her ne kadar literatüre muazzam katkılar sunsa da, ne bu tarihten Avrupa’nın devasa izini ne de Avrupalı olmayanlarda hissedilen geç kalmışlık ve kaybetmişlik hissini silmeye yetiyor, zira yaşanan gündelik hayat pratikleri (örneğin vize başvuruları) kimin galip, kimin mağlup olduğunu açık açık söylemese de insanın iliklerine kadar hissetmesine yetiyor. Bu durum da yakın gelecekte değişecek gibi durmuyor, hatta ibrelerin tam tersi yönde olması muhafazakârların ekmeğine yağ sürüyor. Zira kendimizi ne kadar bu dünyaya uzak hissedersek, o kadar muhafazakârız -ve ne yazık ki, o kadar yok olmaya yakınız.
Dünyaya karşı açtıkları savaşta, yenilmemek için kendini sıkıştırdıkları bilinç ve gerçeklik düzeyinde muhafazakârlar çok basit bir gerçeği göremiyor. Onların verdiği savaş, dünyanın umurunda bile değil. Kimse, Batı’nın kendi coğrafyasındaki muhafazakârlar da dahil olmak üzere, herhangi bir coğrafyadaki muhafazakârlar alındı, üzüldü, incindi, bedel ödeyemedi diye, durmuyor ve durmayacak. Dünya, bilim ve teknoloji ile değişmeye, bir yandan muazzam devrimler yaratacak yeni teknolojiler üretilmeye, öte yandan bunların sonucu olarak iklim hızla değişmeye devam ediyor. Muhafazakâr, her ne kadar partizan taktik ve stratejilerle, bin bir isim verdiği bu koca sistemi çökertebileceği gibi naif bir inanca sahip olsa da, ne ediyorsa en nihayetinde kendine ve ne yazık ki, bu insanlarla aynı coğrafyada yaşamalarına rağmen böyle bir savaş verme ihtiyacı hissetmeyen, dünyaya kaldığı yerden bedelini ödeyerek katkıda bulunmak isteyenlere ediyor. Yani muhafazakâr kendi ile birlikte bu ülkenin muazzam potansiyelini de ziyan ediyor.
Fanon ile başladık, yine onunla bitirelim. Fanon yaşarken de, bu gibi ödenememiş bedeller, siyah gruplarda “Siyah Varlık” gibi mitlerin, “Altın Geçmiş”lerin yaratılmasına, siyah öze dönerek, benzersiz bir medeniyet tasavvuru kurulmasına kadar varmıştı. Tüm bunların çok iyi farkında olan Fanon tam da bu nedenle “geçmiş”e değil, “gelecek”e odaklanın demişti. Tarih henüz bitmedi, herkes için daha adil, herkes için daha yaşanabilir ve herkes için daha aydınlık bir gelecek için ödenecek daha çok bedel var, yeter ki geçmişin zindanlarından çıkmaya cesaret edebilelim. Küresel ısınma ile tüm gezegenin tehdit altında olduğu şu yakın gelecekte, insana yıkımdan başka hiçbir şey getirmeyecek ve doğrusunu söylemek gerekirse gerçekçi de olmayan bu yerel medeniyetler projesini bırakmak ve Batı’nın kendi tekelinde sandığı ama her geçen gün farkına varıldığı gibi insanlığın ortak mücadelesi olan bu sürece katılmak gerekiyor. Ve en önemlisi bu sürece katılmanın bir seçim değil, zaruret olduğunu, zira yaşananın bir “destan” olmadığını, yani olan bitenin merkezinde bizim olmadığımızı, Blumenberg’in yerinde tanımı ile “dünyanın anlayışsızlığını, insafsızlığını, umursamazlığını, saygısızlığını vs. [Rücksichtslosigkeit der Welt] kavrayıp, ‘tarihin’, en nihayetinde, ‘bizi’ dinlemek zorunda olmayan bir hayatta kalma savaşı olduğunu” muhafazakârlara anlatabilmek gerekiyor.