Gelecek de Bir Gün Gelecek ama Nasıl?

“Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
nehirler kendi suyunu içemez.
ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez.
güneş kendisi için ısıtmaz.
ay kendisi için parlamaz.
çiçekler kendileri için kokmaz.
toprak kendisi için doğurmaz.
rüzgâr kendisi için esmez.
bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.
doğanın anayasasında ilk madde şudur.
her şey birbiri için yaşar.
birbiri için yaşamak, doğanın
kanunudur.”[*]

Günlerin getirdiği değişimler ile birlikte rutinlerimizi kıran, sınırlarımızı altüst eden ve doğa karşısındaki acizliğimizi fark ettiğimiz bir kaybetme duygusu ile baş etmeye çabalıyoruz. Bu kaybediş yerel değil, küresel. Benim ömrüme sığmayan, kitaplarda nesneleştirdiğim geçmişin “şimdi” üzerinden temsillerini kavramaya çalışırken, birdenbire yüzleştiğimiz bir yok oluş korkusu ile yaşamayı öğreniyoruz. Comte’un “insanlık dini” diye kavramsallaştırdığı pozitivist bilincin, “insan sevgisi” diye klişeleştirilen hümanizmin ve tabii insan eliyle yaratılmış ancak insan öngörüsünün sınırlarını çoktan aşan sistemlerin çöküşünü mü izliyoruz? Yoksa insanlık tarihi kadar eski düşüncelerin her ne olursa olsun doğayı yok sayan, doğaya hükmetme hırslarının bir temsilini “tarih tekerrürden ibarettir” düsturuyla yeniden mi yaşıyoruz? Geçmişte parçası olduğumuz, modernizm ile birlikte ona hükmetmek için dönüştürdüğümüz doğanın/dünyanın değişen sistematiğinin onu yeniden canlandırmak için ürettiği savunma refleksi mi tüm bu yaşananlar?  Belki bu sorulara net cevaplar veremem ama bizi neyin beklediğini “şimdi” üzerinden örneklerle hayal etmenizi sağlayabilirim.

Post-human

İnsanmerkezci olduğu kadar Avrupamerkezci olan hümanist düşüncenin emperyalist olduğunu öne süren Braidotti gibi kuramcıların insanı tüm türlerden üstün gören hümanizm eleştirileri giderek yükseliyor. Hümanizm karşıtlığı uzun zamandır post-human/insan sonrası kavramsallaştırmasıyla karşımızda. Bu anlayış, insanı merkeze koyarak geliştirilen bütün bu teknolojik atılımlara rağmen “insanın evrendeki baskın tür olarak gücünü yitirdiğinde ne olacağı?” sorusunu yöneltiyor ve yaşadığımız virüs kuşatması ile birlikte sorulması gereken kritik sorulardan biri gibi görünüyor. Braidotti’nin insan sonrası düşüncesi, insanlara kayıtsız kalmak anlamına gelmiyor, benmerkezci bireycilik engelini kaldırarak, ben ile öteki (tür, cinsiyet, etnik, her türlü öteki) arasında geniş kapsamlı bir bağlılığın olması gerektiğini savunuyor (Çelik, 2017: 13).

Yapay zekâ, insan-teknoloji ilişkisi çerçevesinde yeni bir türün ortaya çıkma olasılığını tartışan ütopik/distopik öngörüler ve insan sonrası tartışmaları önümüze çoktan konuldu. Bu anlayış, “bedeni kutsal statüden çıkarıp, bir protez gibi gören”, “biyolojik bedenin gelecek için yetersiz olacağına” inanan, “insan sonrası süreçte biyolojik ve yapay yaşam formlarının birlikteliğini öngören” (Aydoğan, 2018: 8) bir dünya algısı yaratıyor. Virüsün tüm sistemleri kilitlemesi ve ekonomik darboğazın yanında “insanlığın” çaresizce bekleyişi bu tür çalışmaları hızlandırabilir.

İnsan sonrası düşüncedeki türler arasındaki geçişin dijitalleşen dünyada başlayacağını, hatta başladığını söylemek hiç de iddialı olmaz. Sistemin karşısına dikilen risklerin, teknolojinin güdümünde yeniden yapılanması olası görünüyor. Dijitalleşen dünyamızın bir “risk toplumu”na dönüşerek “kendi kendine düşünen bir modernizme” evrilebileceğı inancı da bu aşamada zor ama ulaşılmaz görünmüyor.

Gelecek elbet bir gün gelecek ama o gelecekte neler değişecek? Ve bu değişim yeni bir çağı mı müjdeliyor? Eğer yeni bir çağ açılacaksa önümüze bu çağ, cyborglaşacağımız bir dönemin başlangıç düğmesini mi arıyor?

Dijitalleşen dünyada insan

Filmlere, çizgi filmlere eklemlenerek karakterize edilen bu tür ve diğerleri, her şeyden daha çok isteyen insanın, o teknolojik ürüne hükmetme hazzının bir göstergesi. Aynı zamanda geleceği tasarlayanların geleceği yaşayacaklara bir görsel temsil çizerek, onları geleceğe hazırlamaları da olabilir. Kavramlar değişiyor gerçekten. Eskiden bu temsillere “elektronik kolonyalizm” diyerek kültür emperyalizmin elektronikleşmesi olarak bakardık. Şimdi ise dijital kolonyolizm kavramıyla “neden bazı devletlerin insanların bilgilerini toplamakta bu kadar ısrarcı olduklarını” soruyor ve dijital dünyanın içine bile isteye koşarak atlıyoruz.

Bizi saran sanal evren, sürekli online olma ihtiyacı ile geliştirdiğimiz reflekslerimiz, uzvumuza dönüşen teknolojik araçlar bizi çoktan yarı cyborg yapmadı mı?  Bu araçlar neredeyse bedenimize entegre hale gelecekler. McLuhann’ın teknolojik iyimserliği, günümüze araçların uzva dönüşmesi şeklinde tecelli etmişe benziyor. Cep telefonlarını düşünün, elimizin bir başka parçası gibi, kanıksanmış, yokluğu histeriye dönüşen, duyu organlarının yerini almaya talip bir beden aracı olarak görebiliriz onu. Gözlerimizi alamadığımız sanal evrenleri, duymaktan çok hoşlandığımız sanal hikâyeleri ve de “gözetlemenin dayanılmaz hazzını” yaşatan bir sanal mecrayı bizim için bir araca hapseden matrixvari temsiller gibiler.

Dijital hayatlar

Gelecekte, teknolojik atılımların virüs kıskacında ve ondan özgürleşerek dijitalleşen, mesafelerin ağlarla kısaldığı ama fiziksel temasın giderek uzaklaştığı bir başka duruma geçeceğimizi söyleyebiliriz. Çünkü günümüzde superpanoptikon ideolojisinin sistematik gözetimiyle teknolojinin öngörülemez, bilgisi haiz olunamaz altyapısı, bireyin kuşatılmasına neden oluyor. Ağların bireyi özgürleştirici potansiyeli kadar, kapsayıcı, kuşatıcı özelliği de göz ardı edilmemeli. (Özdamar Akarçay, 2015: 33)

Okulda öğrettikleri gibi “özgürlük başkasının özgürlüğünün başladığı” yerde bitmiyor, günümüzde özgürlük dijitalleşerek, bizi eve kapatıyor. Eve kapanma sadece virüs yüzünden değil, yanlış anlaşılmasın, bizzat teknolojinin kendisi yüzünden. Yani özgür olduğumuza inanarak, evde bilgisayarımızın önünde özgürce alışveriş yapıyor, telefonumuzla özgürce en mahrem fotoğraflarımızı paylaşıyor ve aynı zamanda internet üzerinden (Netflix’ten) gözetimin ve teknolojinin insanı ve yaşamını neye dönüştürdüğünü anlatan Black Mirror’u izliyoruz. Bu çelişkili eylemlerin hepsini bile isteye yapıyoruz. İşte en çok bu bana ilginç geliyor.

Gözetlenme duygusunun insanı ürperten bir yanı vardır. Çünkü gözetlemek, gözetlenenin üstünde bir iktidar kurar. Çünkü gözetlenen her ne kadar güçlü bir karakter de olsa, gözetleyenin yanında bir zavallıya dönüşür. Gözetlemek; bilmektir, kaydetmektir, saklamaktır, açıklamaktır, utandırmaktır, kazanmaktır (Özdamar Akarçay, 2014). Peki gözetlenmek insanın en korkak haliyse, bile isteye neden insan gözetlenmeyi ister? Gözetleme işte sırf bu iktidar olma arzusu ile yapılıyor olabilir, peki ya gözetlenmek? Bir başka zor sorulardan biri? Goffman’ın “Benliğin sunumu” ile mi açıklamalı, “ikna ile şekillendirilen ideolojik bilinçten yoksun kitleler” deyip yeni medyanın insanları nasıl yönlendirdiği üzerinde mi durmalı? Sanal âlemde beden sunumu kavramsallaştırması yaparak bir orta sınıf hastalığı olduğu mu vurgulanmalı? Ya da teknolojik determinizm yaparak hayatımızı iyi yönde nasıl etkilediğini açıklayıp, teknolojinin doğasını kabul edip boyun mu eğmeli? İktidarları oluşturanlar sıradan insanı teknoloji ile kuşatıp sınıfsal üstünlüğünü yeniden mi oluşturacak? Kimin için, ne için gelişip gücünü geri toplayacak insan türü? Bunlardan birini seçebilirsiniz veya hiçbirini onaylamak zorunda değilsiniz, peki sizin öneriniz ne?

Sonuç

Bir yandan yarı cyborglaşırken ve teknolojik güç ile sarmalanmışken, bir yandan da bu sistemin en zayıf halkasını oluşturuyoruz. Virüsle birlikte bu ikiliği, teknolojiyi üreten ve satan ülkelerin bizatihi kendilerinde görmek, teknolojinin kendisinin bu tür bir doğaya karşı savaşamayacağını göstermesi açışından ilginç bir dönem. Sonrasındaki gelişmeler ile dünyanın siyasi düzeninin nasıl değişeceğine yönelik önemli öngörüler var ancak dijitalleşmenin giderek artacağına, ulus sınırlarının kapanacağına ancak ağdaşlığın genişleyeceğine yönelik de öngörüler var. Bu türden dünyayı tehdit eden etkenler, insanın kendi bedeni üzerinde gerçekleştireceği birtakım araştırmaları arttırabilir. Yani en temel soru bugünlerde “insanın evrendeki baskın tür olarak gücünü yitirdiğinde ne olacağı?” sorusu. Bunu yaşayarak göreceğiz, ancak yaşamak kadar ölmeyi de bilmek lazım. Dünyanın düzeni böyle. Üstün sınıfın aza tamah etmek gibi bir yaradılışı maalesef yok, olacağını da pek sanmıyorum.


Kaynakça

Duygu Aydoğan, “Posthuman”, ESOGU Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir: Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2018.

Ezgi Ece Çelik, “İnsan ve Sonrası”, Felsefi Düşün Akademik Felsefe Dergisi, sayı: 9 / Hümanizm, Ekim 2017, s. 8-15.

Gülbin Özdamar Akarçay, “Aleviweb: Siberuzayda Sanal ve Gerçek Bir Toplum”, Toplum ve Bilim, sayı 135, 2015.

Gülbin Özdamar Akarçay, “Delilik ve Fotoğraf”, Fotografya Sanal Dergi, 2013.


Görsel: Gülbin Özdamar Akarçay, Corona Günleri: Kuşatma, Cyanotype Baskı, Nisan, 2020.

[*] Bir Şaman atasözü olduğu varsayılıyor.