Habil’in soyu, senin kurbanın
Büyütüyor İsrafil’in burnunu!
Kabil’in soyu, çektirdiğin azabın
Hiçbir zaman gelmeyecek mi sonu?[1]
Kriz bölgelerinde insan hakları konulu bir çalışma kapsamında, arkadaşlarımla[2] birlikte 23 Şubat–4 Mart 2007 tarihleri arasında Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’yı kapsayan bir araştırma ziyareti düzenlemiştik. Ziyaretin temel amacı Eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin birer parçası olan söz konusu bölgelerde, çatışma sonrasında insan haklarının nasıl hayata geçirildiğini yerinde görmek ve yaşanan sorunlar hakkında bir deneyim paylaşımı yaparak ilgili sivil toplum örgütleriyle ortak çalışmalar düzenlemekti. Bosna-Hersek ziyareti, BM Uluslararası Adalet Divanı’nın, Bosna-Hersek’teki soykırım iddialarına ilişkin 26 Şubat 2007’de verdiği kararın hemen öncesi ve sonrasına denk gelmişti. Verilen kararın, söz konusu tarihlerde bina duvarlarının üzerinde hâlâ duran kurşun delikleriyle, Saraybosna sokaklarına yansıyan olumsuz havasını hissetmemek mümkün değildi. Saraybosna’daki bir parkta yer alan satranç sahasının büyük taşlarını tartışarak oynatan yaşlı kalabalığın biraz ilerisinde bir ikinci el kitapçı vardı. Ziyaretin amacıyla da bağlantılı olsa gerek, kitapçının sergilediği kitaplardan bir tanesi benim için son derece dikkat çekiciydi.
Kitap savaş suçları, insan hakları ihlalleri ve çatışma sonrası toplumlar üzerine uzmanlaşmış bir gazeteci olan Elizabeth Neuffer’in[3] Bosna-Hersek ve Ruanda’daki vahşet dolu savaşların tanıklıklarına dayanan, belgesel niteliğindeki Komşumun Ev Anahtarı başlıklı kitabıydı. II. Dünya Savaşı’ndan beri kurulan ilk savaş suçları mahkemesi önünde, Hamdo Kahrimanović tanıklığıyla başlayan kitapta, Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi yargıcı ile tanık Hamdo Kahrimanović arasındaki diyalog şu şekildedir:
Yargıç Gabrielle Kirk McDonald: “Bana tam bir cevap verebilir misiniz bilemiyorum, ancak buralardan olmadığımdan dolayı belki bana anlayabilmem için yardımcı olabilirsiniz. Gerçekleştiğini duyduğumuz vahşetin bazılarını nasıl açıklayabilirsiniz?... Deneyimlerinizin ark aplanını verebilir misiniz, Sırpların ve Müslümanların birlikte yaşadığı, birlikte aynı okula gittiği biliniyor, bu nasıl gerçekleşti?”
Tanık Hamdo Kahrimanović: Hamdo durakladı. “Bu soruya cevap vermek çok zor.” Sonra devam etti. “Ben aynı zamanda kaybolmuş biriyim. Sırp olan yan komşumun anahtarı bende dururdu ve onda da benim anahtarım. Tüm bu olanlardan sonra birbirimize nasıl bakacağız…[4]
Hatırlanacağı üzere Slobodan Milošević 28 Haziran 1989’da Kosova’nın Gazimestan kentinde toplanan Sırp milliyetçilerine tarihî konuşmasını[5] gerçekleştirmiş, ardından da Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Kosova’daki Sırplara ayaklanma çağrısı yaparak dünya tarihine kanlı bir leke olarak geçen eski Yugoslavya’da 1990’lı yıllardaki savaşın fitili ateşlemişti. Sonuç komşunun komşusunun yüzüne bakamaz hale geleceği insanlığa karşı suçların, soykırım suçunun işlendiği vahşet dolu yıllar oldu. O yıllardan geriye aklımda insanlığa karşı suçlar, savaş suçu ve soykırım suçu işledikleri gerekçesiyle “tutuklama emrini” ifade eden arananlar listesini gösterir afişler kaldı.
Yukarıdaki afişlerde vakti zamanında arananların hepsi tutuklanıp yargılandı. Suçlu bulunanlar cezaevine gönderildiler. Bir kısmı hayata gözlerini cezaevinde yumdu. Biz kısmı hâlâ cezasını çekiyor. Şimdi “Durup dururken eski Yugoslavya’da savaş yıllarında işlenen suçlardan bahsetmek de nereden çıktı?” diye soracak olursanız, cevabım son birkaç haftadır ama özellikle de son günlerde internetteki haber sitelerinde arka arkaya Türkiye’de muktedir olanların ve destekçilerinin nefret dolu, önyargılı ve ayrımcı açıklamaları olacaktır. Önce LGBTİ+’lar, ardından “faşistlik”, “hainlik”, “darbecilik” ve benzeri bilumum yerli yersiz eleştirinin yöneltildiği muhalefet, derken “şer odakları” ve “terörle” ilişkilendirilen Ermeniler ve Rumlar ve çok geçmeksizin muktedir destekçilerinin bahsettiği “ölüm listeleri” ve “zulalar” sonrasında aklıma ilk gelen eski Yugoslavya’da yaşananlar ve Hamdo Kahrimanović’in tanıklığı, onun tanıklığına neden olanların akıbeti oldu!
Yaşadıkları sitelerde, mahallelerde kapıdan çıkıp yan komşusunu “kesmek” için güdülenmiş şahsiyetlerin gerekçeleri bol: aile, darbe, devletin, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü; ve hatta kilise kapısı yaktırtan koronavirüs. Ne yazık ki, nefret içerikli, önyargılı, ayrımcı nitelikteki konuşmalar meyvelerini de vermiş görünüyor. İbrahim Gökçek’in cenazesi, Nusaybin’de oyun oynayan çocukları döven polisler, üzerinde Zazaca yazıyor diye kırılan mezar taşlar, yakılan Kilise kapıları derken tüm bu gelişmelerden sonra bir ölüm haberi almamış olmamız büyük şans! Tabii neredeyse mizojini noktasına varan kadına yönelik şiddet ve cinayetlerini vakalarını, Adana’da polis tarafından vurularak öldürülen Suriyeli mülteci Ali El Hemdan olayını hesaba katmazsak! Zira mültecilere yönelik son üç yıldır en az beşinin amacına ulaşıp ölümle sonuçlandığı 60’dan fazla linç vakası gerçekleştiğini de yeri gelmişken hemen hatırlatmakta fayda var. Tanıl Bora’nın “linç rejimi”[6] olarak adlandırdığı, insan hakları literatürün ise “nefret suçu” olarak tanımladığı söz konusu “şiddet manifestoları” bu topraklarda son derece eskidir.[7] Daha da ötesi farklı biçimler altında halen devam etmektedir. Nitekim, ırkçılığı “bağlamına göre değişen bir şeytan” olarak tanımlayan -ki bu metaforu ayrımcılık ve nefret suçları için rahatlıkla genişletebiliriz- Michael Head’ın da belirttiği gibi:
(…) eski nefretler devam ederken ifadesini yeni şekillere adapte etmiştir (…) eşit şekilde tehlikeli olan dinsel ya da kültürel özgüllükler temelinde çok sayıda yeni habis görüş ifade bulmaktadır.[8]
Baskın Oran’ın yerinde bir tespitiyle “nefret suçunun önkoşulu” olan nefret söylemlerini[9] Ulaş Karan’a göre ifade özgürlüğünün sınırları içinde değerlendirmek söz konusu değildir.[10] Nefret ve söylemler arasındaki ilişkiyi daha net görebilmek için sık bir şekilde aşağıdaki nefret piramidine[11] başvurulur.
Günümüzde nefreti suçlarının işlenmesinde nefret söyleminin ve ayrımcı uygulamaların rolünü ifade etmek için kullanılan yukarıdaki piramit özü itibarıyla sosyal bilimlerde “önyargı” üstüne çalışmalarıyla tanınan sosyal psikolog Gordon W. Allport’un 1954 tarihli Önyargının Doğası adlı çalışmasına dayanır. Allport önyargılı eylemleri beş kategoride ele alır: (1)Yabancı karşıtlığı: Çoğu insan yabancılar hakkında bir önyargıya sahiptir. Bunu da açık bir dille arkadaş ortamlarında dillendirir. Ancak bu patetik bir söylemin ötesine asla geçmez. (2) Çekinmek, Uzak Durmak: Eğer önyargı oldukça güçlüyse, birey hoşlanmadığı gruptan uzak durur. Burada önyargının doğrudan bir zarar verici etkisi yoktur. (3) Ayrımcılık: Önyargının daha da güçlü olduğu durumlarda kişi ayrımcılık nedeniyle politik haklardan, eğitimden, barınma hakkından vb. yararlanamaz. (4) Fiziksel saldırı: Kişi rengi, dini, ulusal kökeni ve benzeri özellikleri sebebiyle saldırıya uğrar. (5) İmha: Önyargının en uç noktasıdır. Kendisini linçler, pogromlar, katliamlar ve soykırım olarak gösterir.[12] Ezcümle nefret söylemleri, önyargılar, damgalamalar, kalıp yargılar piramidin üstüne çıkıldıkça şiddetle bütünleşir ve soykırıma kadar gider. Dolayısıyla nefret, önyargı içeren söylemler ne kadar ciddiye anılır ve önlenmeye çalışılırsa piramidin üstü ile muhatap olmamız da bir o kadar engellenmiş olur. Bununla birlikte bu meselenin gereğinden fazla hukukileştirilmemesi gerektiği de son derece açıktır. Hukukun üstünlüğüne dayanarak, hukuku kullanarak tek başına bir mücadele yürütülemeyeceği çok açıktır. Hele hele hukukun muktedirler tarafından ayaklar altına alındığı bir dönemden geçtiğimiz düşünülecek olursa farklı yöntemlere, taktiklere başvurulması gerektiği çok açıktır. Bu açıdan bakıldığında hukukun garantörlüğü altında, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinden gelen bir desteğe ihtiyacımız olduğu son derece aşikâr.
Aslına bakılacak olursa, AB reformları olarak kayda geçen, 2005-2010 yılları arasındaki dönemde sosyal bilimcilerin toplumsal önyargıları keşfetmek için gerçekleştirdiği bir dizi çalışma yapılmadı değil. Ancak 2010 sonrası yaşanan otoriterleşme eğilimleri bu tür çalışmaların arkasını birdenbire kesti. Kadın hareketinin ve LGBTİ+’ların cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı onur mücadelesi devam ederken, diğer alanlar kelimenin tam anlamıyla öksüz kaldı. Bu nedenle pandemi sonrası dönemde sivil toplum örgütleri ve aktivistler bir yandan ekonomik ve sosyal hakların nasıl hayata geçirileceği ve hatta tüm engellemelere rağmen hizmet sunmaya yönelik dayanışma eylemlerine odaklanırken, diğer yandan içine düşmüş bulundukları ayrışmalar, kutuplaşmalar ve buna neden olan “nefretle” baş etmek zorunda kalacaklar. Bunun, dozu giderek arttıran mevcut otoriter politikalar altında kolayca gerçekleşebilmesi ise çok zor. Tabii, tüm taktiklerin, araçların seferber edildiği, işbirliğinin en üst düzeye taşındığı güçlü bir çıkış olmadığı sürece. Bu nedenle Baudelaire’den yaptığımız bir alıntı ile başladığımız bu yazıyı, sanırım Herbert Marcuse’nin Walter Benjamin’den yaptığı bir başka alıntıyla bitirmek yerinde olacaktır. Walter Bejamin’in bu sözleri faşist dönemin başlangıcında söylediğini hatırlatarak, Herbert Marcuse Tek Boyutlu İnsan’a şu şekilde son verir:
“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut bahşedilir.”[13]
[1] Charles Baudelaire, Habil ve Kabil, çev. Ahmet Necdet, Broy Yayınları, 2000, İstanbul, s. 69-71.
[2] Ekipte yer alanlardan biri de Tahir Elçi’ydi. En azından burada adına anarak kendisini yad etmiş olalım.
[3] Elizabeth Neuffer 2003 yılında savaşın izlerini yerinde görmek için gittiği Irak’ta talihsiz bir araba kazası sonucu hayatını kaybetti.
[4] Elizabeth Neuffer, The Key To My Neighbour’s House, Bloomsbury Publishing Plc., Paperback edition, 2003, London, GB., s. ıx.
[5] “Slobodan Milosevic’s 1989 St. Vitus Day Speech, Gazimestan - June 28, 1989”, https://bit.ly/2WhAc6K, son erişim tarihi: 9 Mayıs 2020. Burada konuşmanın “eleştirel bir söyle analizini” yapmaya girişmeyeceğiz. Ancak Milosevic’in konuşması okunduğunda günümüz Türkiye’sinde olduğu kadar popülist liderlerin kullandığı kelimelere benzer ifadelerin sarf edildiği açıkça görülecektir. Konuşmayı amiyane bir tabirle “birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyacımız olan şu günlerde” ile başlayıp “Vatan, Millet, Sakarya” ile biten konuşmaların tipik bir örneği olarak nitelemek mümkündür. Bu tür konuşmalar ötekiye karşı açık bir “nefret” içermese de nefrete giden yolu ardına kadar aralar niteliktedir. Merak edenler için Miloseviç’in konuşmasına yönelik iki kaynakçayı bırakıyorum: Edit Petrović, "Ethnonationalism and the Dissolution of Yugoslavia", Neighbors at War: anthropological perspectives on Yugoslav ethnicity, culture, and history içinde, ed. Joel Martin Halpern, David A. Kideckel. Penn State Press, 2000, s. 170; Gow, James. The Serbian Project and Its Adversaries: A Strategy of War Crimes, C. Hurst & Co. Publishers, 2003, s. 10; Ayrıca Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Provokasyonu: Yugoslavya, Birikim Yayınları, 1995; Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası: Bosna Hersek, Birikim Yayınları, 1994. Bu kitaplar konuyu merak edenler için mutlaka başvurulması gereken kaynaklar içinde yer alır.
[6] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yayınları, 3. Baskı 2014, İstanbul.
[7] Murat Belge, Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik, Söyleşi: Berat Günçıkan, Agora kitaplığı, 2. Basım, 2006.
[8] “Interview with Michael Head”, Chair of the Council of Europe’s European Commission against Racism and Intolerance, 16 Mart 2004, Council of Europe, ECRI.
[9] Baskın Oran, “Maksimum Rezillik: Nefret Suçu ve Nefret Suçunun Ön Koşulu: Nefret Söylemi”, Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları, der. Yasemin İnceoğlu, Ayrıntı Yayınları, s. 41.
[10] Ulaş Karan, “Nefret İçerikli İfadeler, İfade Özgürlüğü ve Uluslararası Hukuk”, a.g.e, s. 82.
[11] Kaynaklar: Anti-Defamation League's (ADL), “Pyramid of Hate", www.adl.org, son erişim: 2 Ağustos 2011; Prejudice Institute; 31 Ekim 2005, http://www.prejudiceinstitute.org, Levin, J. & McDevitt, J. Hate Crimes: The Rising Tide of Bigotry and Bloodshed. Plenum Publishing: New York, NY, 2002. Hate Crimes Revisited: America's War on Those Who Are Different.Westview Press: Boulder, Colorado, “Stop The Hate”, Action Guide, www.stophate.org web sitesinde mevcuttu. Son erişim: 2 Ağustos 2011.
[12] Gordon W. Allport, The Nature of Prejudice, Anchor Books Edition, USA, 1958, s. 14-15.
[13] Herbert Macuse, Tek Boyutlu İnsan, çev. Seçkin Çağan, May Yayınları, 1968, s. 327.