Son zamanlarda Pakistanlı oldukları iddia edilen göçmenlerin kamusal alanlarda ya da toplu ulaşım araçlarında kadınların görüntülerini çekip çeşitli sosyal medya uygulamalarında paylaşmaları dolayısıyla yeniden alevlenen -ya da alevi hiç sönmeyen- göçmen/mülteci karşıtlığı, ırkçılığı da içeren bir boyuta ulaşmış görünüyor. Türkiye’deki ekonomik ve siyasi altüst oluşları hesaba katmadan ele alınamayacak bu karşıtlığın, giderek daha tehlikeli boyutlara varabilecek bir potansiyeli içinde barındırdığı söylenebilir. Diğer taraftan yabancı düşmanlığının popüler kültürün aktörleri olarak görülen ünlü kişiler tarafından yaygınlaştırılması da ırkçılık boyutuna varan tepkilerin, daha fazla “normal” görünmesine katkı sunuyor. Bu “normal”, Hitler’e yapılan göndermelerden doğrudan yabancılara yönelmiş fiziksel saldırılara kadar genişleyebilecek bir alanı kapsıyor.
2011 yılında başlayan Suriye iç savaşının ardından her geçen yıl içerisinde sayıları artan göçmen ve mülteciler aracılığıyla, Türkiye artık literatürdeki geçiş ülkesi konumundan varış ülkesi konumuna ulaşmıştır. Ulus-devlet inşa sürecinden itibaren farklı etnik ve dinî kimliklerin yukarıdan aşağıya homojenleştirilmesini içeren merkezî politikaların aksine, Türkiye’de yıllardır farklı kimliklerin belirli oranda çatışma içinde olduğu ve siyasetin ana gündem konuları arasında yer aldığı biliniyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) uzun yıllardır devam eden iktidarı boyunca da kimlikler ile ilgili sorunlar, taban tabana zıt politikaları da içerisinde barındıran bir “çelişkiler yumağı” içerisinde ele alınıyor. Özellikle Kürt kimliğinin kolektif kimlik haklarının talebini içeren siyasete yönelik uygulanan iktidar politikalarının yıllar içerisinde gösterdiği değişimin toplumsal alandaki yansımalarına bakıldığında çelişkilerin yarattığı kafa karışıklığının patolojik sorunlar doğurduğunu görmek mümkün.
Cumhuriyet tarihi boyunca kimlikler ile ilgili siyasetin içinde olduğu “çelişki yumağına” 2011 yılından itibaren yeni bir etnik kimlik dahil olmaya başladı. Suriye’den gelen mülteciler nezdinde somutlaştırılmış bir mülteci/göçmen/yabancı figürü giderek daha fazla oranda kimlik siyasetinin merkezî özneleri arasında değerlendiriliyor. Farklılıkların olabildiğince yok sayıldığı, homojen kimliklerin yaygınlaştırılması arzusuna sahip olan devlet aklının, yeni bir kimlik karşısında aldığı pozisyonun, gündelik yaşamdaki karşılığı, çok daha derin “çelişkilerin” ortaya çıkmasına neden oluyor. Suriye iç savaşının hemen ertesinde post-kolonyal arzuları da içinde barındıracak şekilde “din kardeşlerimiz” olarak karşılanan Suriyeli mültecilere yaklaşımın, iktidar unsurlarının iddia ettiğinin aksine, Şam’da kılınacak Cuma namazının gerçekleşmemesi ve mültecilerin ülkenin her yerinde görünür olması sonucunda tam tersi bir biçimde dönüştüğünü görmek mümkün. Bu dönüşümün, son zamanlarda kamuoyunda yaygınlaşan ve ırkçılık boyutunu içinde barındıran bütünüyle bir dışlama mekanizmasını ürettiğini görüyoruz.[1]
Kimliklerin önemli bir çatışma alanı olarak varlık gösterdiği Türkiye’de uygulanan göç ve entegrasyon politikalarının “yüzeyselliği”, şüphesiz dışlanmanın yaygınlaşması ve süreklileşmesine neden oluyor. İktidar mekanizmalarının çözüm ve entegrasyondan daha çok gündelik siyasi çıkarlar doğrultusunda geçici politikalarının çıktıları, “mülteci”, “Suriyeli”, “göçmen” gibi kavramlara yönelik bakış açısının büyük oranda negatif bir algıyı içinde barındırdığı tespit eden farklı araştırmalarda görülüyor. Örneğin Kadir Has Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Grubu ile Global Akademi ortaklığında yürütülen Türkiye Eğilimleri Araştırması’nın sonuçlarına göre Türkiye gündemindeki en önemli sorun %22,7 oranında ekonomide yaşanan sorunlar olarak tespit edilmiştir. Ekonomik sorunlara ek olarak, 2020 yılı itibariyle %6 oranında Türkiye’nin en önemi sorunu olarak görülen mülteciler, 2021 yılı içerisinde %17,9 ile Türkiye’nin en önemli ikinci sorunu olarak görülmeye başlamıştır.[2] Araştırmanın yayımlandığı günlerden bugüne kadar daha fazla derinleşmiş bir sorun olarak ifade edilen ekonomik sorunların “suçluları” arasında görülen/görülme potansiyeli olan mültecilere yönelen negatif bakış açısının artmış olabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Özellikle getto görünümü kazanan kimi bölgelerde mültecilere yönelen fiziksel saldırıların gerçekleştiğini görüyoruz. En son 2021 yılının ağustos ayında Ankara’nın Altındağ bölgesindeki Suriyeli mültecilere yönelen ve üç gün süren linç girişimleri sonucunda, bölgedeki Suriyelilere ait işyerleri ve evler tahrip edilmiştir. Saldırganların cezalandırılmasının aksine, bölgede yaşayan mülteciler bulundukları evlerden ve işyerlerinden zorla çıkarılarak cezalandırılmışlardır. Altındağ saldırılarının hemen ertesine denk gelen günlerde doktora tez araştırmamı yaparken, bölgede yaşayan mültecilerin yaşadıkları korku ve belirsizlik haline doğrudan şahitlik etmiştim. Kimlik ve kültürel aidiyetlerini araştırmak için görüşme yaptığım bütün Suriyeli mülteciler, kısa bir süre önce kendilerine yönelen saldırılar karşısında iktidarın ve kolluk kuvvetlerinin ayrımcı politikalarına atıfta bulunarak, kimlik ve kültürlerini korumanın çok ötesinde sadece hayatta kalma mücadelesi içerisinde yer aldıklarını ısrarla vurgulamışlardı. Batı literatürünün aksine Türkiye’de göç alanında araştırma yapan kişilerin çoğunluğunun araştırma konuları dışında en temel hak olan yaşam hakkına yapılan vurgu ile karşılaştığını da sıklıkla duyuyorum/okuyorum. Göçmen ve mültecilerin en temel hak olan yaşam haklarından dahi endişe duymaları, gündelik yaşamda karşılaştıkları dışlanmanın boyutlarının genişliği hakkında önemli bir ipucudur.
Yaygınlaşan ayrımcılığın yaratabileceği sorunların sınırlarını tahmin etmek çok zor. Sosyal medya platformlarında göçmen ve mültecilere yönelen nefret söyleminin sınırları Hitler’in politikalarına yapılan olumlu atıflara varmış durumdadır. Özellikle popüler kültür içerisinde yer alan, takipçi sayısı milyonların üzerinde olan ünlülerin nefret söylemlerini içeren paylaşımlarının yaygınlaşması ve toplumsal alanda destek bulması ile göçmen ve mülteci sorununun “çözümüne” dair sunulan önerilerin sınırları oldukça genişliyor.
“Normalleştirilmiş” bir tepki olarak nefret söylemi üretimi, özellikle sosyal medya uygulamalarında sıklıkla kullanılıyor. Bir Twitter kullanıcısının tacizci olduğunu iddia ettiği mültecilerin videosunu gördüğü zaman dönüşeceği kişi olarak Hitler’in fotoğrafını kullandığı paylaşımı, yaklaşık 25 bin beğeni almış. Diğer taraftan politik gündem ile ilgili paylaşımları ile dikkat çekmeye başlayan komedyen-oyuncu Şahan Gökbakar’ın mültecilerin Türkiye’ye kontrolsüzce alınmasından duyduğu rahatsızlığı ifade ettiği paylaşımı, 260 binin üzerinde beğeni almış. Bu paylaşımın altında “sıradan” insanların verdikleri yanıtların bu rahatsızlığın çok daha ötesinde nefret söylemlerini içinde barındıracak şekilde genişlediği görülüyor.
Kadınları taciz ettikleri görüntüleri paylaşan kişilerin, bireysel olarak soruşturulması ve cezalandırılmasının çok ötesinde, onların sahip oldukları kimliğin bütününe yönelen bir nefret söyleminin üretildiğini görüyoruz. Suçlu olanın kimliğinden hareketle, bütüne yönelen bu nefret söyleminin kaynakları çok boyutludur. Popüler kültürün aktörleri, muhalefet partilerinin liderleri ve üyeleri tarafından yapılan açıklamalar, belediye başkanlarının uygulama ve söylemleri doğrultusunda giderek daha fazla oranda “normal” görünmeye başlanan göçmen ve mülteci nefreti, toplumsal alanda kolaylıkla kendisine karşılık bulabiliyor.
Sosyal medya uygulamalarında yaygınlaşan nefret söylemlerinin herhangi bir ceza konusu haline getirilmemesi, yani Türkiye’nin, farklı kimliklere yönelmiş saldırılara karşı takındığı cezasızlık politikaları da bu söylemlerin giderek daha fazla artmasına ve yaygınlaşmasına neden oluyor. Örneğin Türkiye’de göç alanındaki politikalardan sorumlu bir kurum olarak Göç İdaresi Başkanlığı, sosyal medya uygulamalarında yaygınlaşan nefret söylemine dair en ufak bir atıfta bulunmadan 15 Nisan 2022 tarihli kamuoyu açıklamasında yılbaşından bugüne kadar sınırdışı edilmiş göçmen sayısı ile ilgili istatistik bilgilerini paylaşmıştır.[3] Son dönemdeki video görüntülerini paylaşan ve tacizci oldukları iddia edilen göçmenlerin Pakistanlı oluşlarına sosyal medyada yapılan atıflar ile paralellik gösterecek şekilde, açıklamanın ilk paragrafında sınırdışı edilen göçmenlerin uyrukları hakkında bilgi verilirken, Pakistan uyruklu kaç kişinin sınırdışı edildiği de özellikle belirtilmiştir. Diğer taraftan İçişleri Bakanlığı dahil olmak üzere iktidar tarafından bu nefret söylemine yönelik herhangi bir itirazı içeren bir açıklamanın olmaması da mülteci nefretinin “normalleşerek” yaygınlaşmasına neden oluyor.
Göç yönetiminden sorumlu olan iktidar kurumlarının görmezden geldiği “normalleşen” mülteci nefretinin, popülist söylemlerin de konusu haline geldiğini görüyoruz. Son dönemlerde mülteci nefreti ile öne çıkan Zafer Partisi’nin genel başkanı Ümit Özdağ, sosyal medyadaki yaygınlaşan nefret söylemini bir siyasi propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri durmuyor. Özdağ’ın içeriğinde Türkiye’deki mültecilerin geri gönderilmesine yönelik ifadelerinin yer aldığı ve “Zafer Turizm” ismi ile bir otobüs fotoğrafını kullandığı sosyal medya paylaşımı binlerce beğeni alabiliyor.
“Irkçılık ise ben ırkçıyım”
Özdağ’ın paylaşımı ile paralel birçok popüler kültür aktörü de Türkiye’deki mültecilerin varlığından duydukları rahatsızlığı ifade eden paylaşımlar yapmıştır. Geniş kitlelere ulaşabilecek bu paylaşımlar dikkat çekici bir şekilde giderek daha fazla oranda yaygınlaşıyor. Popüler kültürün aktörlerinin yaptıkları paylaşımların etkisi, o paylaşımların altına yapılan yorumlarda açıkça görülebilir. Bu paylaşımların cesareti ile sıradan insanların yaptıkları yorumların ırkçılığı içeren önemli bir nefret söylemi yarattığını görmek mümkün. Twitter’da göçmen ve mültecilere yönelik nefret söylemini ifade eden cümleleri kurup ardından “ırkçılık ise ben ırkçıyım” içeriğini kullanan binlerce kişi, nefret söylemini “normalleştirdiği” paylaşımlar yapmışlardır. Göçmen ve mültecilerin yüzleri açık bir şekilde fotoğraflarının da eklendiği paylaşımlarda nefret söylemi ifadelerini kullanıp, “Bunların ülkemizden gitmesini istemek ırkçılık ise ben ırkçıyım”, “eğer Suriyelileri, Afganları istememek ırkçılık ise ben ırkçıyım”, “ülkemin insanları aç, işsizken göçmenlerin gitmesini istemek ırkçılık ise ben ırkçıyım” minvalinde yapılan paylaşımların yüzlerce beğeni aldığını görebiliriz.
Bu paylaşımların, ekonomik sorunlarla birlikte bu sorunların suçluları olarak göçmen ve mültecileri hedef göstermesinin ekonomik darboğazda olan kitlelerde kolaylıkla karşılık bulduğunu görüyoruz. Irkçılık kavramının içeriğini bozup, yeniden inşaya girişen ve nefret söylemini “normalleştiren” tüm bu söylemlerin yaratabileceği tehlikelerin bilincinde olmak önemlidir. Kalabalıkların duygusal tepkilerinin, siyasi söylemler çerçevesinde rasyonelleştirilmeye çalışılmasına katkı sunan tüm bu söylemlerin, gelecekte çok daha ciddi sorunlar yaratma potansiyeline sahip olduğunu tahmin etmek zor değildir. Linç girişimleri ve farklı kimliklerin yok edilmesi konusunda acı deneyimlere sahip olan toplumsal hafızanın yeniden bir “girişimde” bulunmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Cumhuriyet tarihi boyunca “öteki” kimlikler ile ilişkilenmeyi büyük oranda bir türlü becerememiş böylesi bir toplumsal yapı içerisinde, şu anda geniş kitlelerin en kritik sorunu olan ekonomik darboğazı da kullanarak farklı bir kimliğe yönelmiş nefretin “normalleştirilerek” yaygınlaştırılması çok daha tehlikeli boyutlara varabilecek bir potansiyeli içinde barındırıyor.
Mülteci ve göçmenlere -daha geniş anlamda öteki kimliklere- yönelik bu normalleştirilen nefret söylemi, karşısında güçlü bir irade gösterilmediği takdirde, her geçen gün meşruluk kazanacak. Geniş kitleler tarafından destek bulan tehlikeli bir kutuplaşmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olacak. Kutuplaşmaları derinleştirecek bir seçim atmosferine girmiş Türkiye’de, kitleleri etkisi altına almış ekonomik darboğazın “günah keçisi” olarak mültecilerin kodlanması çok daha ciddi sorunları beraberinde getirebilir. Nefret söyleminin yaygınlaşması karşısında, göçmen ve mültecilerin haklarını savunan az sayıdaki sivil toplum örgütü, siyasi parti temsilcileri ve bu konuda çalışan aktivist ve akademisyenlerin itiraz sesleri de büyük oranda cılız kalıyor. Nefret söyleminin cezalandırılması, iktidar ve muhalefet partilerinin temsilcilerinin siyasi propaganda malzemesi olarak mülteci düşmanlığını kullanmasının önüne geçilmesi, merkezî göç politikalarının toplumsal grupların entegrasyonunu sağlayacak ve insan hakları perspektifini içerecek bir yeniden düzenleme ihtiyacı cılız seslerin talepleri arasındadır. Nefret söyleminin yaygınlaşmasını engelleyebilmek için cılız seslerin daha gür çıkmasını sağlamak ve bu seslerin ülke yönetiminde olan veya buna aday olan tüm yetkililer tarafından duyulmasını sağlamak önemlidir.
[1] Çevik, H. (2021). “Din Kardeşlerimiz” ile “Ülkemde Suriyeli İstemiyorum” Arasında Sosyo-Kültürel Entegrasyon Politikaları”, Praksis, sayı 56.
[2] M. Aydin, M. Çelikpala, E. Yeldan, M. Güvenç, O. Z. Zaim, B. B. Hawks, E. C. Sokullu, K. Yıldırım, B. Ayhan, M. K. Çoban, S. Kaya, “Kantitatif Araştırma Raporu: Türkiye Siyasal Sosyal Eğilimler Araştırması”, 2021, İstanbul, Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Grubu, Akademetre ve Global Akademi. https://www.khas.edu.tr/tr/haberler/turkiye-egilimleri-arastirmasi-2021-sonuclari-aciklandi. Erişim Tarihi: 18 Nisan 2022.
[3] https://www.goc.gov.tr/yilbasindan-bugune-kadar-21087-duzensiz-gocmen-sinir-disi-edildi-promo. Erişim Tarihi: 18 Nisan 2022.